Benim için ''intihar'' hakkında yazmak oldukça zor oldu. Son bir yıldır hayatımın ve karantinanın da verdiği monotonluktan ötürü bu konu hakkında uzun uzadıya düşündüm. Düşünme eyleminin ülkemizin gelenek ve göreneklerine aykırı olduğunu fark edip bundan vazgeçtim, demeyi çok isterdim ama ne yazık ki “intihar” kavramı gün geçtikçe beni içine çekti. İntiharı felsefenin en büyük sorunu olarak ele alan Albert Camus hakkında derin okumalarım da böyle başladı. Benim gibi dünya da pandemi döneminde Camus’nün değerini anlamış olacak ki “Veba” kitabı Avrupa’da neredeyse yok satmaktadır. Camus’nün genellikle karanlık konuları ele aldığı, yadsınamaz bir gerçekliktir. Çağdaş dünyanın bu namuslu tanığı, zaman zaman sıkıntılı bir havayla konuşmak zorunda kalır. İki büyük savaş geçiren ve üçüncüsünün korkusu altında yaşayan bir dünyada, umuttan çok umutsuzluk için nedeni var gibidir. İnsanın yabancı bir evden kendini arayışı, bazı geleneksel ahlak değerlerinin yetersizliği, bireyin kendine yabancı oluşu, Marksizm’in bir insancılık olarak başarısızlığa uğraması, kötülük sorunu, Ateizm, ölümün zorunlu sonluğu, Neo-Paganizmin savunucusu Camus’nün yazılarında sık sık ele alınan konular arasındadır. Benim de yazının ileri kısımlarında ele alacağım “saçma, intihar ve başkaldırma” kavramlarından söz etmeden önce Albert Camus’nün düşünme sistemini ve felsefesini yaşadıklarından ve hayatından ayrı ele alamayacağımız için hayatı hakkında birkaç önemli bilgi vermek istiyorum.


Albert Camus, Fransız sömürgesi olan Cezayir’de doğdu. Doğumundan bir yıl sonra babasını Birinci Marne Savaşı'nda kaybetti. Babasının ölümünden sonra aile, Cezayir’in fakir ve çok kalabalık bir bölgesine yerleşti. Burada iki odalı bir apartman katında annesi, dayıları, dedesi ve abisiyle beraber yaşadı. Annesi evi geçindirmek için gündelikçilik yapıyordu. Birinci Dünya Savaşı'nın başlarında doğup kendisini müthiş bir Avrupa kaosunun içinde bulan, bir yandan fakirlik içinde diğer yandan Arap mültecilerin içinde büyüyen Akdenizli bir çocuktu. Öğreniminin son basamağına Cezayir Üniversitesinde Felsefe okuyarak geçti. Futbol ve tiyatrodan çok hoşlanan ve verem olduktan sonra çok sevdiği tutkusu kaleciliği bırakan Camus, döneminin birçok genç Avrupalı aydını gibi 21 yaşında Komünist Parti'ye üye oldu. Partinin Cezayir Müslümanlarına olan politikası ve onu Komünist Parti'ye çeken iyiliksever sosyal idealizm, ister istemez partiden ayrılmasına neden oldu. Hayatının bu evresini piyesler yazarak ve tiyatro yaparak geçirdi. Parti, onun mülteci politikası hakkındaki fikirlerini sevmediği için iş bulamıyordu ve bu da Fransa’ya gitmesine neden oldu. Bu sırada dünya felaket bir Nazizm belasıyla uğraşıyordu. Birçok önemli eserini –Yabancı, Veba- bu dönemde verdi. Sisifos Söyleni ve Başkaldıran İnsan kitaplarında bahsettiği saçma ve başkaldırma kavramları büyük yankı uyandırdı. 1957’nin sonuna doğru Camus’ye daha 44 yaşındayken Nobel Edebiyat Ödülü verildi. 20. yüzyıl felsefe ve edebiyat dünyasını böylesine derin bir şekilde değiştiren Albert Camus’nün felsefesini anlamak için şu üç kavramı anlamak gerekir; saçma, intihar ve başkaldırma.


İnsan, Dünya denen gezegene belli bir farkındalıkla gelir. Bu farkındalığa sahip olmamızın nedeni de bilinçli varlıklar olmamızdır. Şüphesiz, Dünya denen gezegenin farkındalığı olmadığı için, farkındalığa sahip olan insana karşı hep bir uyumsuzluk içindedir. Bilincimiz gereği Dünya'ya yöneliriz, belli sorular sorarız ama Dünya'dan bir cevap alamayız. İşte bu karşılık bulamamaya saçma diyoruz. Dünya ve insan arasında bu uyumsuzluk hissi bilinçle Dünya arasındaki kopukluktan gelir. Peki ortadaki bu saçmalığı, uyumsuzluğu nasıl ortadan kaldırabiliriz? Dünya'yı mı yok edelim kendimizi mi? Eğer çözüm intiharsa “Sevgili Camus, neden intihar etmediniz?” diye sorabiliriz. İşte tam da burada Camus de “saçma” hayatımızın bir gerçeğiyse o halde onu kabul etmekten başka şansımızın olmadığını söyler. “Saçma” bireyin gerçeğidir. Bunu kabul edip bir an önce mücadele etmeliyiz, der. İnsanın monoton hayatını, özellikle sanayi bakımından çok gelişmiş büyük şehirlerdeki hayatı ele alırsak insanın büyük bir boşlukta olduğunu anlarız. İnsan olduğumuz için hayallerimiz, tutkularımız, başarıp başaramadıklarımız, pişmanlıklarımız, hayal kırıklıklarımız, sevinç ve kederimiz vardır. Aşkı da ihaneti de ölümü de yaşayabiliyoruz. İnsan yaşamı bu ikilik ve monotonlukla sürüp gider. Bu birçok duyguyu aynı anda taşımak insanın kendisini uyumsuz hissetmesine ve kendisine yabancılaşmasına neden olur. Meursault’nun, yabancının ve niteliğini de, kaynağını da bir türlü anlamadığı bir vebaya karşı savaşan Dr. Rieux’nün da yaşadığı dünya budur. Bu dünya hapishane, sağlık karantinaları ve sıkıyönetim imgeleriyle sembolize edilen bir dünyadır. Bu aynı zamanda bireyin, Sisifos gibi, her seferinde yeniden aşağı düşecek olan saçmalık kayasını dik tepeye çıkarmaya mahkum edildiği bir dünyadır. Hepimizin yitip giden bir ömrü, okumakla geçen bir gençliği, 30 bin lira kredisi, başa çıkamadığı, gün geçtikçe içine gömüldüğü bolca ülke sorunları ve şahsi sorunları var. Çoğumuz bunun farkında olup adına da günlük hayat koşturması demişizdir. Zamanın bizi uzaklara sürüklediğinin ve sonunda bizi fizik olarak yok edeceğinin bilinmesi, dışımızdaki dünyanın bize düşman olan niteliğinin denenmesi, doğadaki gücün ve dayanıklılığın bizim zavallı ölümlülüğümüzle alay ettiği duygusu, kendimizle öteki insanlar arasında kapatılmaz bir boşluk bulunduğu ve bu yüzden onların sık sık bir çeşit insanlık dışı davranışlar yaptığı duygusu, kendimizin bile kendimize yabancı olduğu duygusu, bir aynadan ya da eski bir fotoğraftan bize bakan kendimizi tanıdığımız halde bu yüzün bizi rahatsız edecek kadar tanınmaz olması… İşte asıl olan da budur. İnsan kendi yaşamında kendi eliyle yabancılaşır, uyumsuzlaşır. Bu hissi farkındalık seviyesine çıkarmak, mücadelenin ilk noktasıdır. Peki uyumsuzdan nasıl kurtulabiliriz? Teist kesim için yararlı olan yol, onların da savunacağı gibi “umut”tur. Bu dünyanın bir imtihan dünyası olduğunu, umut etmemiz gerektiğini, diğer dünyada mükafatlandırılacağımızı ve bu dünyanın tüm saçmalıklara ve uyumsuzluklarına rağmen kişinin intihar etmemesi gerektiğini söylerler. Albert Camus, bu varoluşçu dinciliği kabul etmemiştir. Camus şöyle der, “Bu kalbin kendi içimde olduğunu duyabiliyor ve onun var olduğunu sonucuna varıyorum. Bu dünyaya dokunabilirim ve onun da var olduğu sonucunu çıkarırım. Bütün bilgim burada sona erer. Bundan ötesi hep varsayım.” Yani dünya var, ben varım, sonrası benim için varsayımdır. İşte buna dayanarak varoluşçu dinciliği reddetmiştir. Teistlerin öteki dünyanın daha güzel olduğunu ve onun için çalışmalarını reddederek kendisi için bu dünya asıl olan dünyadır ve onun için mücadele etmemiz gerektiğini savunur. Hayatın saçmalığını bulmuşsan eğer, bunun farkındaysan başkaldır ve mücadele et.


Camus, başkaldırmanın iki ana yol izlediğini söyler. Birincisi dindir; bu dünyadaki yaşamımızdan sonra Tanrı’nın affına sığınarak öbür dünyada cennete girebilme çabası. İkincisi devrimci politikalardır; tarihin akışı içinde bu dünyada bir ütopya kurmak için kuvvete başvurarak statükoyu değiştirme çabası. Dinsel inancın çökmesiyle bu inancının yerini toplumsal ve politik doktrinlerin almaya başladığı da bilinen bir gerçektir. Camus, devrimci fikirlerinin yayılmasında önemli rol oynamış kuramcıları inceledikten sonra devrimlerin büyük ülküler peşinde koştuklarını, başlangıçta bütün insanların kardeş olduğunu ilan ettiklerini ve birçok durumda idam cezalarına karşı oldukları halde hepsinin de er geç giyotine ya da sürgüne başvurduğunu ve bu devrim kuramcılarının hepsinin de kendisinin “mukadder bir yanılma” dediği şeyi yaptıklarını görür çünkü hepsi yanlış mutlaklar ortaya atmıştır. Onlar ya da onları izleyenler “hemen burada ve hemen şimdi”yle insan mutluluğunu bu çeşit soyutlamalara feda etmişlerdir. Camus’nün de dediği gibi bir gün gelir, ideoloji ruhbilim ile çatışır ve eninde sonunda en saf devrimci ülkeler bile kirlenir. Gerçek bir anın eninde sonunda varsayımsal olan bir geleceğe feda edilmesine müsaade edilir hatta bu gereklidir de. İşte bu yüzden Camus’nün amacı politik devrim değildir. Politik devrimin insanlıktan çıkmış ve canavarlaşmış bir tarih anlayışının yanında olduğunu söylemiştir. Başkaldırma bu değildir. Başkaldırma toplumsal ve politik yönleriyle insanların çektikleri acılara karşı savaşmanın zorunluluğunu ve aynı zamanda bu savaşın bir sonu olmadığını kabul eden bir alçakgönüllülüktür... Peki ya başkaldırmayı din ve politik devrimle gerçekleştiremeyeceksek nasıl gerçekleştireceğiz? 


Başkaldırıyorum Öyleyse Varım

 

İnsan, hayatın önceden yazılmış bir anlamının olmamasının soğuk farkındalığıyla boğuşmaktadır. Milyar yıllık bir kaya parçasının üzerinde yaşayan primatlarız. Nereden geldiğimiz, nereye gideceğimiz belli değil. Dünyaya öylece fırlatılıp bırakıldık. Bu kocaman anlamsızlık ve saçmalıkta neden hayatımıza devam edelim ki? Neden bu kadar acıyı çekelim? Neden her sabah uyanıp saatlerce yol çekip işimize gidelim ve aptal ilkokul mezunu müdürlerimizle muhatap olalım? Gaddarlık ve kötülükten başka bir şey bilmeyen görgüsüz, eğitimsiz ve kaba bir toplumun içinde neden 70 yılımızı devirelim? Her gün patron doyurmak için altıda kalkıp bunun da karşılığında borçlu olduğumuz bir kredi kartı kazanalım? Bunca saçmalığa karşı tek çaremiz intihar mı olmalıdır? İntihar, normal olarak bir düzeyde saçmanın tanınmasını gerektirir ama saçmanın tanınması otomatik olarak intiharla sonuçlanmaz. Camus der ki, “Hayatın anlamsızlığı üzerine bir sürü yazı yazmış ve intihar üzerine birçok kuram koymuş olan Schopenhauer bile kuramlarını kendisini öldürecek kadar ileri götürmemiştir.” İntihar saçmaya boğun eğmektir, saçmanın onaylanmasıdır ama bu davranış başlangıçta saçmayı doğuran şaşırmış durumdaki dayanma ve karşı koyma gücü ile uzlaşamaz. Bu demektir ki, intihar saçma ile çatışma olabilir ama saçmanın çözümü olamaz. Camus’ye göre tek bir olanak kalır: Saçmanın, aklının ve vücudunun gösterdiği yolda onaylanması. Camus, bazı filozofların tersine bu saçmalığı kabul etmemiz gerektiğini söyler. Umutsuzluğa ve nihilizme karşı direnmek gerektiği sonucuna varır. Çabalarımızın sonuçsuz kalacağını bile bile varlığımızın unutulacağını, türümüzün önüne geçilemez bir şekilde yozlaşmış ve berbat olduğunu bile bile yaşamamız gerektiğini ve yine de katlanmamız gerektiğini söyler. Antik Yunan tanrıları tarafından bir kayayı dağa çıkartması ve kayanın aşağıya yuvarlanmasını izleyip tekrar dağın zirvesine çıkartması emredilen Sisifos gibiyiz. Çok kentleşmiş bir toplumda insanların çoğunun hayatlarını öldürücü şekilde durmadan tekrarlamaları, bizi modern ve çağdaş Sisifos'lar yapar. Fakat sonuçta Camus, yapabileceğimiz en iyi şekilde üstesinden gelmemiz gerektiğini, varoluşun “saçma” arka planının farkında olmamız gerektiğini ve muhtemel umutsuzluğu alt etmemiz gerektiğini söyler. “Kişi Sisifos’u mutlu hayal etmelidir.” der.


Bir kere yaşamın “saçma” olduğunu esaslı bir şekilde algıladığınızda ve hatta umutsuzluğun sınırına ulaştığınızda aynı zamanda yaşamı daha yoğun bir şekilde yaşamak isteyebilirsiniz. Tıpkı Ephyra’nın kurucusu ve kralı olan, ayrıca çok düzenbaz olan, tanrılarla mücadele etme hatasına düşüp tanrılar tarafından cezalandırılan Sisifos gibi. Sonsuz bir döngünün içine sıkışmıştır. Camus, Sisifos’un “kaderinden üstün, kayadan daha güçlü” olduğunu yazar. Kayamızdan daha güçlüyüz. Sisifos ve kaya bir birey ve onun sıkıcı, tekrarlayan işine benzetilebilir. Fakat kaya, Sisifos’un görevi kadar zahmetli bir iş gerçekleştirmek zorunda olunmasa da aynı zamansa hayatın kendisidir. Her güne katlanılmalıdır ve buna tahammül etmenin ödülü başka bir gündür. Absürt insan kendi günlerinin efendisidir. Hayatı boyunca geriye baktığında, kendisinin yarattığı, kaderi haline gelen bir dizi ilgisiz eylemi dikkatle seyreder ve Sisifos ve onun kayası gibi bütünüyle anlamsız görünen bir çabanın, sadece hayatını oluşturduğu için anlamlı olduğu ortaya çıkar. Anlam, umutsuz bir hayatta memnun olmaya yeten hareketin kendisinde yatıyor. Tanrılar Sisifos’un cezasını, sonsuz ve anlamsız işten daha kötü bir şey olmadığı fikri üzerine kurdu. Ama basitlik ileriye attığımız adıma bağlıdır. Eğer Sisifos’un mutlu olduğunu hayal edersek ne olur? Eğer bir çaresizlikte zevk bulursa ve hayatın bizim üzerimize attığı ızdıraba boyun eğmeyi reddederse? Bizim cezamız olması gereken şeyden aslında zevk almamızdan daha isyankar herhangi bir şey var mıdır? Şüphesiz Camus, hem yakışıklı bir filozof hem de edebiyat ve felsefe dünyası için önemli bir isimdir. Kendisine zamanın Paris aydınları tarafından mesafeli yaklaşılsa da Camus hiçbir zaman Parisli, sofistike kişi olmamıştı, işçi sınıfına aitti, bir ''Pier-Noir''di (siyah ayak; kökenleri Avrupa’ya dayanan, Cezayir’de doğmuş kişi).


Yazımın sonlarına doğru kahvemi yudumluyor ve şöyle bağırmak istiyorum: Bu hain, aşağılık dünyanın gemisi batarken gururla gülümseyenlere ne mutlu!