Bileklerim neden acıyor? Bu kelepçeler de nereden çıktı? Alesia nerede? Niye bu ırmaklardan kan akıyor? Ahmet’in kafasında cevaplanmayı bekleyen birçok soru vardı. Hiç görmediği bir yerde mahsur kalan bir insan gibiydi, her yere dikkatlice bakıyor, herkesi dikkatlice inceliyordu. Alesa’nın hayvanlarını otlattığı dağların eteğinde gruplar halinde Yunan askerleri oturuyordu. Ve aralarından kelepçeyle geçen askerleri izliyorlardı. Yunan askerleri kendi komutanlarını gördüklerinde tüfek tutmaktan, nasır tutmuş elleriyle onu alkışladılar. Bütün Türk askerleri komutanlarıyla beraber esir edilmiş ve tek sıra halinde yürüyordu.

Ahmet, yanındaki Yunan mangasının eşliğinde yokuşu çıkarlarken Harbiye’den arkadaşı aralarında ‘’Filozof’’ dedikleri Gökhan’ı gördü. Ona seslendiği gibi Yunan askerinin tüfeğinin dipçiğini omuzunda hissetti, ‘’Sessiz ol asker!’’

Ahmet, dün babasıyla tartışmış ve bugüne böyle uyanmıştı. Her ne kadar Vizani müdafaasını hatırlamak istemese de bu bir türlü düşlerinden çıkmıyordu; ama artık alışmıştı bu duruma ve şöyle düşünüyordu: İnsan sadece anılarından ibaret değil mi, sadece yaşayıp ölmek için değil bir şeyleri değiştirmek için nefes almıyor mu, insanın tek derdi hatırlanmak yani anılmak ya dudaklar ya da akıllarda. Eğer insan hatırlanırsa gerek iyi gerek kötü: Bu dünyada yaşadığının daha iyi bir kanıtı olabilir mi? Herkes bir iz bırakır hayatında kimisi bir kalpte, kimisi bir dudakta, kimisi bir akılda, kimisi koca bir toplumda iz bırakır. Öyle olmasa şayet insanlar kendinden bir iz bırakmak istemese neden kendi eserlerine kendilerinin veya sevdiklerinin ismini verme gereksinimi duysun ya da neden günlük tutsun kimsenin geçmişte neler yaptığını açıp açıp okumak için yazdığını düşünmüyorum, zaten yazılacak kadar değerli görülen her şey insanın aklında değil midir? Ben aslında hatırlayarak arkadaşlarımın, başımdan geçen olayların bende bıraktığı ‘’izleri’’ yaşatıyorum, diye düşünerek kendisini avutuyordu. İnsan hiç öleceğini düşünmez derler ya ona göre öyle değildi. İnsan öleceğini pekâlâ biliyordu. Bu belki yüzeye çıkmayan bir bilgiydi; ama yine de vardı. Yoksa insanın iz bırakmaya bu denli çabalamamasının başka bir açıklaması olamazdı.

Gözlerini ovalayıp odaya bakınca, seyisin çoktan gitmiş olduğunu gördü. Zemin alçak olduğu için ayağa kalktığında pencerenin önünde durdu. Alçak zeminli bu oda da boyu neredeyse pencereden uzundu. Askeriyeden kalmış alışkanlıkla sol elini belinin üstüne attıktan sonra sağ elini bileğinden kavrayıp rahat pozisyonuna geçtiğinin farkına varmadan, boynunu hafif eğip dışarıyı seyretmeye daldı. Küçük bir kuş, annesinin ona yemek getirdiğini görüp sevinçle ötüyordu, rüzgâr bahçedeki ağacın yapraklarına bugün çok sıcak olacak diye fısıldıyordu, görebildiği kadarıyla tükürük otlarının solduğunu anladı. Kapı çalıyordu. 

Sabiha Hanım, pembe yanaklarına yayılmış tatlı gülümsemeyle kapıya vuruyordu:

           —Oğlum uyandın mı, gel beraber kahvaltı edelim, -dedi.

           Ahmet sanki biraz önce izlediği yavru kuş gibi mutluydu. Uzun zamandır annesiyle ile bir şeyler yiyip içmemişti. Üstünü başını düzeltti ve heyecanla cevap verdi:

           —Geliyorum anne.

           Ahmet annesiyle gıcırdayan tahta merdivenden üst kata çıktıkları sırada:

           —Babam yok sanırım.

           Annesi bu durumdan hiç memnun olmadığını tombul yanaklarının arasında burnunu adeta kaybeden derin bir nefes çekerek belli etti.

           —Yok oğlum, o sabahtan yemeğini yer, sonra kahvehaneye gider. Menemen yaptım sen seversin.                   

—Severim tabii.

Sabiha Hanım biraz çekinerek; ama bu konularda takılmayı seven her anne gibi.

—Ne zaman evleneceksin oğlum?

Ahmet annesini üzmekten çekindi.

—Hiçbir fikrim yok anacağım. Önce biraz kendime gelmek istiyorum.

           —Peki, sonra?

           —O zaman beraber oturup konuşuruz bu konuları.

           —Sen bugün ne yapacaksın oğlum?

—Civarda gezerim. Papaz Georgi ve eski dostum Alekos’la buluşurum. Sahi Alekos neler yapıyor? Georgi’yi gelir gelmez gördüm; Alekos’u göremedim.

 —Georgi, mahrukatçılık yapmayı bırakmaya karar verdiği gün Alekos’u yanına çağırıp isterse bu işi onun yapabileceğini söyledi. O günden beri Alekos mahrukatçılık yapıyor ayrıca iki yıl önce evlendi, bir erkek çocuğu var.

—Ne güzel anacağım. Bugün ikisini de görmek istiyorum.

Ahmet kahvaltısını yaptıktan sonra anasıyla birer bardak çay içti. Bir an önce dışarıya çıkmak ve gezmek istiyordu. Merdivenlere yöneldi ve hızlıca indi. Kapıdan çıkmak üzereyken onu gören seyis biraz çekingen bir sesle sordu:

—Beyim, at ister misiniz?

—Gerek yok, hava güzel yürümek istiyorum.

—Tamam beyim eğer at isterseniz ben dışarıda Berber Tahsin’in dükkanında olacağım.

—Tamam. Allahaısmarladık.

—Allahaısmarladık.

Ahmet yıllar sonra tanıdığı bir yerde olmanın verdiği hisleri yaşıyordu. Gözlerini etrafta gezdirirken ağaçları görüyor, ağaçların o buralardayken ki hâlini düşünüyor ve o yokken ne kadar büyümüş olduklarını hesaplamaya çalışıyordu. Yürüdüğü bu yolda önceden nasıl koşuşturduğunu ve arkadaşlarıyla zıpzıp[1] oynadığını anımsıyordu. En çok da Alekos ile yaptıkları haylazlıkları anımsıyordu. Bir gün Alekos’la gözlerine kestirdikleri bir kiraz ağacına tırmanmaya çalışırlarken, bir gün ise ağacın sahibinden kaçarken anımsıyordu kendini. Alekos’un babası kasaptı aynı zamanda kendisi de hayvan yetiştirirdi. Alekos onları güderken nasıl yanına gittiğini, onunla babasından gizlice dereye yüzmeye kaçtıklarını anımsıyordu… Şimdi düşününce acaba hayvanların başına bir şey gelse ne yapardık, diye sormaktan alıkoyamıyordu kendisini. Sonra özlenen bir anı yaşayan insanlar gibi iç çekti ve dudaklarından iki kelim çıktı. ‘’Çocukluk işte…’’ Yolda yürürken bugün günlerden pazar olduğu aklına geldi. Georgi kilisede olmalıydı. Onun yanına gitmek için kiliseye doğru yürümeye başladı. 93Harbinden sonra Balkanlar’dan köye gelen göçmenler ve buradaki Rum’lar ibadetlerini bu kilisede yapmaktaydılar.

Ahmet almaşık örgülü duvarın yanına geldiğinde içeriden Georgi’in sesi geliyordu.

‘’İnsanların ve meleklerin dilleriyle konuşsam, ama sevgim olmasa, ses çıkaran bir bakır ya da çınlayan bir zilden farkım olmaz. Peygamberlikte bulunabilsem, bütün sırları bilsem, her bilgiye sahip olsam, dağları yerinden oynatacak kadar büyük bir imanım olsa, ama sevgim olmasa, bir hiçim. Varımı yoğumu sadaka olarak dağıtsam, bedenimi yakılmak üzere teslim etsem, ama sevgim olmasa, bunun bana hiçbir yararı olmaz.

‘’Sevgi sabırlıdır, sevgi şefkatlidir. Sevgi kıskanmaz, övünmez, böbürlenmez. Sevgi kaba davranmaz, kendi çıkarını aramaz, kolay kolay öfkelenmez, kötülüğün hesabını tutmaz. Sevgi haksızlığa sevinmez, gerçek olanla sevinir. Sevgi her şeye katlanır, her şeye inanır, her şeyi umut eder, her şeye dayanır. Sevgi asla son bulmaz. Ama peygamberlikler ortadan kalkacak, diller sona erecek, bilgi ortadan kalkacaktır. Çünkü bilgimiz de peygamberliğimiz de sınırlıdır. Ne var ki, yetkin olan geldiğinde, sınırlı olan ortadan kalkacaktır. Çocukken çocuk gibi konuşur, çocuk gibi anlar, çocuk gibi düşünürdüm. Yetişkin biri olunca çocukça davranışları bıraktım. Şimdi her şeyi aynadaki silik bir görüntü gibi görüyoruz, ama o zaman yüz yüze görüşeceğiz. Şimdi bilgim sınırlıdır, ama o zaman, bilindiğim gibi tam bileceğim. İşte, kalıcı olan üç şey vardır: iman, umut ve sevgi. Bunların en üstün olanı da sevgidir."[2]

Kardeşlerim kurtarıcımız, “Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan, Tanrı’da yaşar, Tanrı da onda yaşar”[3] demedi mi? Biz şimdi sevgi ile yaşayabiliyor muyuz? Yaşamıyorsak bunun sorumlusu kimdir? Niye yıllarca beraber yaşadığım komşuma karşı düşmanlık besleyecekmişim? Sizden kendinize karşı bu soruları sormanızı istiyorum. İçinde bu soruları cevapladıktan sonra hâlâ nefrete meyledenler varsa derhal dışarı çıksınlar! Ben hiçbir komşum tarafından dışlanmadım ya da caminin önünden geçerken kovalanmadım. Aranızda insanların arasındaki düşmanlıkları din ile açıklamaya çalışanlar var. Bundan daha büyük günah olabilir mi? Hangi aziz savaş ile azizlik mertebesine ulaştı, kim gözlerini hırs bürümüş bir insanı sever. Savaş, düşmanlık, nefret, kıskançlık gibi kötü duyguların hepsinin atası ‘’hırs’’ değil midir? Öyleyse neden hırslarınızın kölesi olmaya can atıyorsunuz? Neden önyargılarınız ile hüküm vermeyi tercih ediyorsunuz? Ben hırslı insanı Tanrının evinde istemiyorum eğer  hırslarınızın kölesi olmaya devam edeceksiniz, şunu bilin ki iman etmek özgür kişiler içindir Tanrının evini derhal terk edin! Georgi Pazar vaazını böyle bitirdi.

Georgi vaazından sonra kolonlar ile sağlamlaştırılırmış çatının altında, Meryem Ana tasvirinin önünde yanında bulunan iki tane diyakozla[4] birlikte cemaatte bulunanları ekmek ve şarapla kutsadı. Böylelikle pazar ayini sona ermiş oldu.

Ahmet kilisenin bahçesinde Georgi’yi bekliyordu. Papaz birkaç inananın sorularını cevapladıktan sonra Ahmet’i fark etti:

—Zdraveĭte, dostum. Hoş geldin. İçeri gelseydin.

—Senin konuşmalarını buradan da duydum. Gireceğim sıradaysa ayin bitmek üzereydi, o yüzden beklemeyi tercih ettim. ‘’Sevgi’’ ile ilgili yaptığın konuşmayı ve verdiğin örnekleri de duydum. Seni dinlerken aklıma, ‘’Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde kargaşa, fitne ve büyük bozgun çıkar.’’[5] ve ‘Kalplerin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin.’’[6]ayetleri geldi.  

—Ne güzel, demek sen de benimle aynı fikirdesin.

—Aslında aynı fikirde değilim. Senin düşündüğün gibi evrensel bir ‘’sevgi’’ den bahsedilmiyor bana göre. Bir cemaat ya da grup arasındaki bir sevgiden bahsediliyor.

—Peki, sana göre cemaatler neye göre ayrılıp; yalnızca birbirlerini seviyorlar?

—Şimdi din veya dil desem bana bunun yanlış olduğu konusunda bir sürü örnek verebileceğini biliyorum. O yüzden fikir birliğinde olduğunu düşünüyorum aynı şeyi düşünen insanlar arasında iş birliği olur, sevgi doğar.

—Sen sevgiyi bir alet olarak görüyorsun.

—Asıl alet olan senin tepki gösterdiğin hırstır.

—Neden?

—Etrafına bakarsan tam bir hırs çağında olduğumuzu görürsün.

—Hırs çağının özellikleri nedir ki, o çağda olduğumuzu düşünüyorsun?

Ahmet biraz düşündükten sonra konuşmaya başladı:

—Devletlerin ve insanların nasıl bir yarış halinde olduğunu görmüyor musun? Fransız’a göre en güzel sanat onunki en güzel millet onunki en güzel dil ve ten onunki bu düşünceler bir Alman bir İngiliz içinde geçerli. Bizim milletimizde; ancak daha yeni ve ufak bir kesim böyle hissetmeye başladı.

—Herkesin kendi milleti için böyle hissetmesi gayet tabii normaldir. Herkes kendi batıl inançları için bile böyle hisseder ve onlara kesin bir gerçek olarak bakar. Geçenlerde birisi günah çıkarma kabinene girdi; ama o konuşmuyordu bende konuşmuyordum. Onun ne söyleyeceğini çok merak ediyordum. Yan taraftan sadece sakalları ile oynamasının sesi geliyordu artık sabırsızlandığım bir zamanda ona, ‘’Konuş evladım’’, dedim. Bana, ‘’Peder ben günahkârım, ‘’dedi. Ona günahının ne olduğunu sordum, ‘’Ben küçüklüğümden beri şeytanla konuşuyorum.’’ dedi. İlk defa böyle bir şey başıma geldiği için şaşırdım, buna inanmamakla beraber ona bunun nasıl gerçekleştiğini sordum. ‘’Peder ilk defa evimizin orada küçük su birikintisi var, ona baktığımda benimle konuştu.’’ dedi. Bende ona, ‘’Peki, seninle en son ne zaman konuştu?’’ diye sordum. Biraz durdu sanırım söyleyip söylememek arasında bir karara varıyordu,’’ dün’’ dedi. ‘’Sana ne söylüyor?’’ diye sordum. Korktuğunu ve terlediğini hissedebiliyordum. Bana ‘’Peder, işin aslı beni kötülük yapmaya ikna ediyor.’’ dedi. Bunu söylemesi beni şaşırttı, ona, ’’Ne gibi kötülükler?’’ diye sordum. O da anlatmaya başladı,’’ İlk konuştuğu zaman küçüktüm yani suya baktığımda, bana komşumuzun bahçesinden meyve çalmamı söylemişti. ‘’ dedi. ‘’Peki son konuştuğunuzda ne söyledi?’’ diye sordum. ‘’Bana bu seferde dağda yayılan hayvanlardan birini çalmamı öğütledi.’’ dedi. Görüyorsun ya kendisine böyle şeyler yapmayı yakıştıramadığı için şeytanla konuştuğuna inanıyor oysa suya baktığında göreceğin tek şey senin bulanık yansıman değil midir?

Ahmet, Papazın devam etmesini beklemeyerek, araya girdi: 

—İşte senin düşüncende burada yıkılıyor ya zaten. Sana göre herkes istediğine inanabilir. Herkes kendinin, ırkının, dilinin üstün olduğuna inanır ve de daha güçlü kuvvetli olmaya çalışılırsa, bu hırs mikrobunu insanlardan topluma geçirir. İnsanların hırsları ve bunun sonuçları basittir. Ev isterse çok çalışır, evlenmek isterse bir yolunu bulur, çok para isterse bir yolunu bulur. İnsan bunları elde ederken namuslu da olabilir hırslıda; ancak sonucu bir avuç kişiyi etkiler. Fakat topluma sıçrayan mikrop dünyayı etkiler. Mikrop dediğime bakma bana göre yararlı bir şeydir. Eğer insan bu mikroba sahip olmasa onunla yaşamasa ne silahalar üretilmiş olurdu ne de cilt cilt kitaplar yazılmış olurdu. Bana göre hava hoş ben ikisini de kullanıyorum. 

—Hiç kötü yanı olduğunu düşünmüyor musun?  

—İşte ben de tam olarak o noktaya geliyordum. Eğer sürekli kendinin en iyi şekilde düşündüğüne, kendinin en iyi şekilde konuştuğuna, kendinin en iyi işleri yaptığına inansan, en güçlü olduğuna inansan başkasını sevebilir miydin? Toplumlarda da insanlarda da böyle işte o yüzden birbirlerine karşı ön yargıları var ve o yüzden yalnızlar.

—Ben sevebileceğine inanıyorum. İnsan kendisinden daha güçsüz olduğunu düşündüğü şeyleri sevmez mi? Mesela hayvanları sever, doğayı sever. Öyle değil mi? Oysa bir kısım hayvan hariç hayvanların hepsi insandan güçsüzdür. Doğaysa insanla iç içedir. 

Ahmet sanki bu cevabı bekliyormuş gibi hızlıca yanıtladı.

—Hayvanlar, insanlar ile dost olur, karınlarını doyururlar veya onlar için servet göstergesi olurlar. Doğaya gelecek olursak o insanlardan güçlüdür. İnsanın üzerinde yaptığı değişiklere: Dallarını kesip ev yapmasına izin vermiş onlara ve yuva olmuştur; ama istediğinde o yuvayı yıkmayı da bilir. Hırslarını daha güçlü olmaya daha çok bilmeye adamamış bu yarışa geç veya hiç başlamamış toplumlara bak. Hepsinde nasıl da kan döküyorlar değil mi? Ben ‘’sevgi’’ yoktur demiyorum. Sevgi ‘’evrensel’’ değildir. Bir cemaat, bir millet veya iki kişi arasında olabilir. Ve dünyadaki en güzel his sevmektir. Zaten dünya sevmek üzerine kurulmuştur. Gökyüzüne her baktığında yeryüzüne nasıl sarıldığına ona hayat verdiğine şahit olursun.

Papaz, bu konuda daha fazla konuşmak istemiyordu. Son olarak Ahmet’in net bir şekilde ne düşündüğünü merak ediyordu.

—Peki sevgi sağlamayacaksa barışı ne sağlar?

—Bilmiyorum. Belki de yaradılışın doğasında barış hiç olmamıştır.

Sonuçsuz bir tartışmanın yarattığı gergin sessizlik ikisinde de vardı. Sessizliğini bozansa Ahmet oldu.

—Eşin İrena’yla çocuklar nasıllar?

—En büyüğü tam bir canavar. Geçenlerde misafirliğe gittik. Evdeki sobayı parçalara ayırmış. Ne kadar uğraştıysak tamir edemedik. Eve usta çağırdık o da zar zor düzeltebildi. Soba olsun veya başka bir şey en ufak parçalarına kadar ayırıyor, onlarla farklı şeyler kurmaya çalışıyor. Bu gidişle mucit olacak. Küçük oğlumsa henüz mektebe başlamadı annesi ile evde. Bize gelsene bu akşam. Sahi ne kadar kalacaksın?

—Herhangi bir sorun çıkmazsa on on beş gün içinde gitmeyi planlıyorum. O yüzden çok teşekkür ederim; ama eve gitmem daha uygun olur.

Georgi kalın parmaklarını çenesine götürdü, çenesini okşadı.

—Ama İrena senin için kapama hazırlamak istiyordu

—Başka sefere artık Alekos’la hiç görüşüyor musun? Gitmeden bir de onun yanına uğramak istiyorum.

—Onunla hiç görüşmüyorum; çünkü artık bana ve kimseye karşı eskisi gibi davranmıyor.

—Nasıl yani?

—Önceden bir hafta geçmeden buluşurduk, ikimizde aynı meslekteniz ondan önce dükkânı ben işletiyordum. Hoş sohbetler ederdik gerek işten olsun gerek İsa efendimizden. Bazen tartışırdık da onunla odunların arabaya nasıl yüklenmesi gerektiği veya en iyi odunun hangi ağaçtan olduğu konusunda; fakat son birkaç aydır hiç görüşmemeye başladık. Ben onun tekin olmayan işler yaptığını sanıyorum. Bence o Rumlara silah taşıyor. Bana kalırsa bir şeylere hazırlanıyorlar.

Ahmet biraz şüphesini belli etmeden sordu:

—Sen bunları nereden öğrendin?

Georgi etrafını kolaçan ederek sanki bir sır veriyormuş gibi sesini alçalttı ve Ahmet’in kulağına doğru eğildi.

—Din adamları bölgedeki herkesi tanır, ayrıca bölgedeki konuşulan ne varsa hepsinden de haberdarlardır. Bunları insanların konuşmalarından duydum, insanlar buna inanıyor; yapılan ihbarlardan sonra gerçekleştirilen aramalarda böyle bir şeye rastlanmadı.

—Öyle bir şey yoktur. Hatta artık buluşmamanızın nedeni de bu asılsız dedikodular olsa gerek. Sonuçta insan kendisi hakkında böyle şeyler konuşulduğunu bilince, çok göz önünde olmak istemez. Bir de bunun asılsız olduğunu hesaba katarsak Alekos’un bu ara seninle buluşmuyor olması bana gayet normal geldi.

Georgi gözlerini kendini biraz da sinsi gösterecek şekilde kıstı.

—Hiç bu türlü düşünmemiştim. Zaten Alekos’un ne kadar güçlü görünse de çocuk gibi bir ruhu vardır. Çocuk gibi bir ruha ve onun saflığına sahiptir o. Ne zaman ne yapması gerektiğini bilemez ne zaman ne konuşması gerektiğini de anlamaz, çok eğlencelidir, sürekli güler yüzlüdür. Hatırlıyor musun Alekos’u bir keresinde nasıl dolandırmışlardı?

 —Hatırlıyorum. Kışın ortasında bebeğiyle gelen kadın(!) hikayesinden bahsediyorsun değil mi? Ama unuttuğum kısımlar var.

Georgi daha anlatmaya başlamadan gülmeye başladı.

—Ne hikâye ama değil mi? Sende biliyorsun ki her üç senede bir buralarda çok kuvvetli kış olur. O yıl, karın boyu nereden baksan bir arşını[7] geçmişti. Alekos, kulübesinde sobasının önünde oturmuş iken kapı çalmış. Açtığında bir de bakmış elbiselerinin altında yırtıklar, yamalar dolu bir kadın. Bizim yufka yüreklimiz kadının kucağında bir de bebeği görünce iyiden iyiye üzülmüş. Hızlıca sobanın yanına bir sandalye çekmiş ve kadının konuşmasını beklemiş. Kadın,’’ Beyim ben aşağıdan İsmetiye köyünden geliyorum. Kucağımdaki bebeyle eşimin ölmesinden sonra çok yoksul düştük. Bu soğuk kış mevsiminde hayatta kalabilmek için birkaç oduncudan odun istedik ama vermediler.’’ Kadın bunları titreyerek anlatıyormuş, gözleri ise arada ağlamak üzere gibi kızarıyormuş. Bizim Alekos kadının bu hâlini görünce çok üzülmüş, hemen işçilerini çağırmış ve onlara koca bir araba odun yükletmiş. İşçilerine, ‘’ kadının istediği yere kadar odunlarını götürün. Arabayı boşalttıktan sonra odunları da istediği yere çaplayıp gelin.’’ demiş. Sonra ortaya çıktı ki Alekos’a gelene kadar kadının gittiği iki oduncu da oyunu anlamış. Aslında kadın yokmuş, bu kış para kazanmanın basit yolunu bulmuş bir adam kadın kılığına girmiş, sesini ise çok iyi değiştirmiş. Çocukta yokmuş sadece bir sürü şeye dolanmış ne olduğu belli olmayan bir görüntü varmış. Diğer iki oduncu bebeğe bakmak istedikleri zaman kadının buna şiddetle karşı çıkmasından bu işte bir tuhaflık olduğunu anlamışlar; ama bizim yufka yürekli inanmamış. Tabii bunlardan bizim yanında çalışan adamları anlatmasa haberimiz olmazdı. Papaz gülerek, ‘’Alekos’un da saklamaya çalışmasına hak veriyorum, böyle bir şeyin duyulmasını kim ister ki?’’, dedi. Sence bizim meşhur kadın bu geçen kışı da rahat geçirmiş midir(!) Odun bulup da sobayı yakamadıysa kucağındaki bezi atmıştır ateşe(!) En çok Alekos’un bunu öğrenince o minik suratındaki ifadeyi merak ediyorum. Bre adam sesinden de mı anlamadın? Onun böyle kandırılmasını hâlâ aklım almıyor.

—İşte bu yüzden Alekos senin ve diğerlerinin ima ettiği gibi bir işe bulaşabilecek insan değil. Bunun için fazla saf ve hırsları yok. Onun öyle dertleri, uğraşları olduğunu düşünüyorum. Bir çocuğu olmuş doğru mu?

—Evet adını Aineas koydu, şükür anlamına denk geliyor. Onu ben vaftiz ettim, çok tatlı sarışın bir oğlan.

Ahmet, ‘’Onu da görmek için sabırsızlanıyorum dostum,’’ dedi. Ve artık bunun zamanı geldi. Georgi ile vedalaştıktan sonra kiliseden ayrılıp toprak yola girdi. Alekos’un kulübesi buradan yürüme çok uzakta değildi. Yolda kulübeye varana dek birkaç tanıdığı gördü, kulübeye ulaştı ve kulübenin kapısına vurmaya başladı. Biraz bekledi hâlâ içeriden gelen bir ses yoktu. Tam geri dönmek üzereyken…

Kulübeden çıkan bir işçi, Ahmet’in müşteri olduğunu düşündü, arkasından bağırmaya başladı.

—Beyim, buyurun. Ne kadar odun alacaktınız? -diye sordu.

 —Hayır, odun almak için gelmedim. Ben buranın sahibi Alekos’a arkadaşıma geldim. Kendisi burada yok mu?

—Beyim kendisi burada yok. Civar köylerden odun almaya gitti. Herhalde bugün gelemez; daha yeni çıktı.

Ahmet, Georgi’ye birkaç gün içinde gideceğini söylemişti; ancak böyle giderse bu süre biraz daha uzayacak, diye düşündü ve iç çekti. İşçiye dönüp:

—Peki, yarın burada olur mu?

—Evet, yarın öğlene doğru burada olur. Kimin geldiğini söyleyeyim?

—Çocukluk arkadaşın Ahmet geldi dersin. Yakında gideceğim gitmeden onunla eskisi gibi oturup, muhabbet etmek istiyorum. Bana haber yollasın. Eski buluşma yerimiz olan çınarlıkta akşama doğru oturalım.

—Tamam beyim söylerim.

Ahmet, söylemesi gerekenleri söylediğine, işçinin de bu konuşmayı unutmayıp aktaracağından emin oldu. Daha fazla burada kalmaya gerek görmedi. Gitmeden önce gözü işçinin terli gömleğine çarptı, kolay olmadığını biliyordu. 

—Allah kolaylık versin.

           —Allahaısmarladık beyim.

           Toprak yola girdiğinde eve gitme vaktinin geldiğini düşündü. Saat geç olmuştu, burada da kısa süre bulunacaktı. Bir an önce eve gitmek istiyordu…


[1]Bir çeşit misket oyunu.

[2]Aziz Pavlus’un Korintliler’e yolladığı mektuptan. 1.Ko.13: 1-1.Ko.13:13.

[3]Yuhanna 4:16

[4] Papaz yardımcısı.

[5] el-Enfal 8/73

[6] el-Enfal 8/63

[7] 75.774 cm.