İnesi’den İstanbul’a sapan yol ayrımında durdu. Hayaline giden yolda en önemli durak olan başlangıcı, yapacak mıydı yoksa hayallerinden vaz mı geçecekti? Sanılanın aksine en cesur insanlar gözü kara, kavgadan kaçmayan, hiçbir şeyden korkmadığını iddia eden insanlar değildir. En cesur insanlar ‘’bilinmeyene’’ gidebilenlerdir. Köyünün kaldırımları, ağaçları, insanların yüzleri, köy insanının nelerden konuşmaktan hoşlandığı, neleri yaptıkları, neleri sevip neleri sevmedikleri, buradaki geleceği bunların hepsi Ahmet için ‘’bilinen’’ şeylerdi. Diğer taraftan üstündeki eski gömlekle, bu köylü aklıyla, koca heybetiyle İstanbul’un sokakları, insanları, orada neler yapıldığı nelerden hoşlanıldığı, hayatın nasıl olduğu, ne iş bulup nasıl okula gideceği hatta İstanbul’a nasıl ulaşacağı bunların hepsi ‘’bilinmeyen’’ şeylerdi. Verdiği karar ise köyünün ailesin rahatını terk edip yola devam etmek oldu. Akıllıca bir karar mıydı? Hayır, hiç de akıllıca olduğu söylenemezdi; fakat çok cesurca verilmiş bir karardı.

           Nasıl gideceği ve nasıl geçineceğini henüz bilmiyordu sadece gideceği yeri biliyordu. Asım Bey henüz sağ iken evlenip İstanbul’a yerleşen teyzesi Müjgan ve eniştesi Kazım Bey’in yanına gidecekti. Haklarında çok bilgiye sahip olmamakla beraber eniştesinden babasının hoşlanmadığını ve evde onlar hakkında konuşmayı yasakladığını biliyordu. Nedeni ise eniştesinin henüz dört beş sene öncesinde çıkmaya başlayan İçtihad dergisine[1] yazılar göndermesiydi. Annesi, Ahmet’e teyzesine vermesi için bir de mektup yazdırmıştı. Mektubun arkasında gideceği adres, içindeyse Sabiha Hanım’ın kardeşine durumu anlattığı şu satırlar bulunuyordu:

           Sevgili ablacığım;

           Öncelikle umarım iyisinizdir. Sizinle uzun zamandır görüşmediğimizin ve mektuplaşmadığımızın farkındayım. Sizden böyle bir şey istemeden önce bunun utancını yaşıyorum; ancak bu koşullar altında başka bir çare düşünemiyorum.

           Ahmet babasının bütün karşı çıkmalarına rağmen asker olmak için Harbiye’ye gitmeye karar verdi. Babasına karşı çıktığı için parasız bir şekilde yollara düştü. Ablacığım sizden ricam Ahmet’e evinizde yer açmanız, çalışkan bir çocuktur sizin aracı olmanızla bir işe girerse çok kısa bir sürede bu zor durumun üstesinden gelebilir.

Eniştemin eğitime ne kadar değer verdiğini biliyorum, senin ve onun Ahmet’i yetiştirmeyi bir görev sayacağınıza da inanıyorum. Bu yüzden de gönlüm rahat. Ablacığım bundan sonra daha çok haberleşmek ümidiyle gözlerinden öpüyorum. Sağlıcakla kalın…

           Her şeyden önce köyden çıkabilmek için bir araç gerekliydi. Ancak onda ne bir at arabası ne de bir at kiralayacak para vardı. Karşısındaysa koca bir yol; lakin hayalinin peşinden gitmeye karar vermiş birisini hiçbir yol durduramazdı.

           Ahmet yanında kimse olmadan yola koyulduğunda haziran ayının güneşi tam tepesindeydi. Sıcaktan bitap bir halde yürüyorken duyduğu tek ses yolun aşağısında akan dereyle, yayılan sığırların çan sesleriydi. Arada sırada dinlenmek için yolun kenarında olan ağaçların gölgesindeki taşlara oturduğunda, etrafı bir kolaçan ediyordu; fakat gelen giden yoktu. Zaman geçtikçe yürümekten daha fazla yorulmaya başlıyordu. Bu yolculuktan iyice bıkmaya başladığı zamanlarda yolculuk eden olmadığı için yıllardır kullanılmayan buna rağmen her nasılsa bölüm bölüm rengini açmış, kahverengi valizini bırakmayı düşünüyordu. Hem bu valizde bu kadar değerli neyi vardı ki, birkaç pantolon, birkaç gömlek, birkaç iç çamaşırı bunlar için koca valizi taşımaya değer mi, diye söyleniyordu kendi kendine… Yolun hemen aşağı tarafında bir çınar ağacını ve onun çimenlerin üstünde oluşturduğu gölgeyi görmese muhtemelen valizden kurtulacaktı. Valizini başının altına aldı ve dağın yamacına uzandı. Sıcak havanın üstüne yapıştığında bıraktığı yorgunluk hissi, gölgedeki çimenlere yattığında yerini rahatlamaya ve uykuya bıraktı.

           Uykuya öğlen vakti dalmıştı. Tekerleklerin sesini duyarak uyandığındaysa neredeyse güneş batmak üzereydi. Onu bitap düşüren haziran güneşi şimdi onun kurtuluşu olabilirdi; çünkü yük taşımacılığında kullanılan yöre halkının ‘’yaylı’’[2] dediği iki tane arabayla, bu iki arabaya eşlik eden bir yolcu arabası karşıdan ona doğru geliyordu. Ahmet bu arabaların hasat zamanı gelen ipeklerle İstanbul’a gitmekte olduklarını düşünüp yatmakta olduğu çimlerin yamacından yola atladı. Kervandaki kişiler böyle yolculuklarda tecrübesiz ve heyecanlı olsalar Ahmet’in davranışı bir felaketle sonuçlanabilirdi. Yollar, bozuk oluşunun yanı sıra fazlasıyla tehlikeliydi. Ahmet yola atladığı an yaylı arabayı süren adam, ‘’Yetişin!’’ diye bağırdı. Yolcu arabasından inen iki tüfekli namlularını Ahmet’e doğrulttu.

           —Beyim endişelenmenize gerek yok. Bu sıcaklarda İstanbul yollarına düştüm. Ne arabam var ne de rahat bir yolculuk geçirmemi sağlayacak param, sizi fark edince sizinle gidebilirim diye sevindim. Yola ondan atıldım.

           Silahı doğrultan adam:

           —Ne malum yalan söylemediğin! Ben arabaların böyle kandırılıp soyulduğu hakkında çok hikâye dinledim! 

—İsterseniz gelin arayın üzerimi, valizimin içine de bakın sonra size neden gittiğimi falan da anlatırım çok param yok; ama bir miktar parada verebilirim.

           Bir adamın namlusu Ahmet’te bakıyorken diğer adam Ahmet’in rengi atmış valizini didik didik aradı, başıyla diğer adama bir şey yok manasında işaret verince silahı doğrultan adam, ‘’Üstünü de ara’’, dedi. Ahmet ellerini kaldırdı. Ahmet üstünde de bir şey olmadığını bilmesine rağmen garip bir heyecan yaşıyordu. Silah kullanmayı sever, ara sıra ava çıkardı; fakat kabzada olmak yerine namluda olunca içi biraz ürperdi.

           Üzerini arayan adam:

—Bir şey yok!

—Peki, artık sizinle gelebilir miyim?

Silahı doğrultan adam artık bir tehlike görmeyerek silahını indirdi. Biraz heyecanının yatışması ve nefesinin normalleşmesini bekledikten sonra:

—Ben bilmem! Ben yalnızca bu arabaların güvenliğinden sorumluyum. Sen derdini tüccara anlatmalısın.

—Peki, o nerede?

—Gel benimle.

Ahmet silahını omzuna atan adamın hemen arkasından diğerlerinden daha iyi görünen arabaya girdi. Birbirine karşılıklı oturulabilen iki oturaktan oluşan toplam dört kişilik, üstü kapalı arabaya girdiğinde ayakta duruyordu ve tüccarın karşısındaki küçük yuvarlak gözlükleri olan, uzun keçi sakalları ve Fransız bıyıkları beyazlamış, kısa boylu baştan aşağıya siyah giyinmiş adam olduğunu anladı.

Tüccar şapkasını çıkartıp, ince sesiyle sordu:

—Adın ne senin delikanlı?

—Ahmet, efendim.

Adam, Ahmet’e yanındaki boş yeri işaret ederek oturmasını istedi. İkisi aynı koltukta oturuyordu, karşılarındaysa korumalar oturuyordu. Adam el işaretiyle yolculuğa devam edilmesi komutunu verdi. Sonra Ahmet’e dönüp:

—Benim adım David. İstanbul’a niçin gidiyorsun?

Ahmet kendi hikayesini anlattıktan sonra, David:

—Demek ki sen hayalini pusula edinmiş bir gençsin. Peki, İstanbul’da nereye gidiyorsun?

Ahmet mektubunun arkasındaki adresi gösterdiği zaman David gülümseyerek:

—Sen çok şanslı bir delikanlısın benim fabrikam ve dükkanım da Eminönü’nde yani Suriçi’nde. Ben, tekstil işiyle uğraşıp oradaki limandan Avrupa’ya mal gönderiyorum.

 —Sanırım bugün şanslı olduğum konusunda haklısınız benim de eniştem gümrükte çalışıyor. Ben köyümden dışarıya hiç çıkmadım acaba yolculuğumuz ne kadar sürer?

—Senin şanslı olmanın bir nedeni daha. Aslında, bu kadar geç kalmamamız lazımdı. Sabahtan çıkıp birkaç molayla yedi sekiz saate varabilirdik; fakat ne yazık ki atlardan birisi öldü. Bizde yeni at bulmaya çalışırken epey zaman kaybettik. Şimdi birkaç saat daha ilerleyip hava kararınca kamp kurmamız gerekiyor.

Ahmet derin bir nefes aldıktan sonra, iç çekerek:

—Yani bugün varamayacağız. Öyle mi? 

David, hem Ahmet’in bilgisizliğini hem de acelesini komik bularak üstüne çokta oturmayan ince sesini kalınlaştırmaya çalışıp, gülümsedi:

—Gerçekten hiçbir şey bilmiyorsun delikanlı, böyle giderse İstanbul’da harap olursun.

—Allah’ın izniyle her şeyi öğrenir bir yolunu bulurum. İdadiyi[3] zaten bitirdim mülakatı başarıyla geçersem üç yıl sonra subay olurum.

David bir kâğıda dükkânının adresini yazıp, Ahmet’e uzattı:

—Eğer çalışmak istersen dükkâna uğra. Benim dükkânımda senin gibi çalışkan bir genç için her zaman yapacak bir iş bulunur.

Ahmet heyecanını saklamaya çalışıyordu. Aynı zamanda da bugün her şeyin yolunda gitmesine şaşırıyordu. Birkaç saat önce nasıl yorgundu ve tek varlığı olan valizinden bile kurtulmayı düşünmüştü, şimdiyse birkaç saat önce hayal bile edemeyeceği şeyler başına geliyordu. Arabaya binmiş, yorgun vücudu dinlenmeye başlamış ve daha İstanbul’a ayak basmadan orada bir iş bulmuş olabilirdi:

—Sağ olun beyim. Eve, okula bir yerleşeyim dükkanınıza uğrarım.

Hava kararınca üç arabayı da yan yana çektiler, çimenlerin üstüne atları bağlamak için tahtalar çaktıktan sonra atları bağladılar. Hava sıcak olduğu için ateş yakmaya gerek yoktu yine de havanın aydınlanması için ateş yakmaya gerek duydular. David, uyumak için erkenden çadırına gitmişti. İki koruma ve üç arabacı bir de Ahmet ateşin başında kimisi yere serdikleri örtülere, kimisi taşlara oturuyorlardı. Ahmet’in David’le konuşmalarının hepsini bilen korumalardan daha iri ve yaşlı olan:

—Çok şanslısın delikanlı! Sakın ola bu şansını boşa harcama İstanbul’a gidince dükkâna uğra. Sen okuma yazma bilen adamsın sana kolay bir hesap kitap işi verir. Aslında işçiye de ihtiyacı yok; ancak seni sevdi. David, çok dindar ve çok iyi bir insandır.

Ahmet, David’in işçiye ihtiyacı olmamasına üzüldü:

—Olmaz öyle şey eğer ihtiyacı yoksa alacağım ücreti hakketmediğim yerde çalışmam. 

—Belki de vardır. Bilmiyorum benim demek istediğim senin kararlığından ve konuşmalarından hoşlandığı. Benden sana abi öğüdü olsun. İstanbul’da böyle iyi bir patron bulman zor o yüzden onun dükkânına uğra.

Koruma bunları söyledikten sonra daha fazla konuşacak bir şeylerinin olmadığını gösterir gibi arkasına döndü ve arkadaşlarıyla konuşmaya başladı. Ahmet, son olarak şunları söylemişti:

—Çalışmasam bile teşekkür etmek için mutlaka uğrayacağım.

Ahmet, bir süre daha arabacıların ve korumaların gençliklerinden bahsedişlerini, kahkahalarını dinledi. Sonra onlardan kendi çadırına geçmek için izin istedi. Yerdeki taşları sırtında hissettiği örtünün üstüne yattı. Ayın ışığını seçebildiği çadırın tavanına baktığında aklında yalnızca tek bir şey vardı. İstanbul!

Kervan sabah ezanıyla hazırlanmaya başladı. David kazasız belasız bir yolculuk için çadırında dua ediyorken, diğerleri sefer namazı kıldılar. David, Ahmet’e döndü ve gözlüğünü düzelttikten sonra:

—İşte gidiyoruz delikanlı. İkindi vakti İstanbul’a varmış oluruz.

—Çok iyi beyim, çok heyecanlıyım.

David vardıklarında Ahmet’in beklentisini çok yüksek tutmasından ötürü hayal kırıklığına uğrayabileceğini düşünerek:

—O kadar heyecanlanma delikanlı. Sonuçta köyünden farklı olan çok bir şey göremeyeceksin. Biraz daha fazla ahşap ev, biraz daha iyi yollar, birkaç heybetli bina, daha fazla insan, göreceğin tek farklı şey deniz olur. Güzel evler ve binalar hep insan ürünüdür yani gelip geçicidir. Binaların içinde aldığın eğitim ise bir becerin varsa geliştirir. Sana ne zaman ne söylemen ne zaman ne yapman gerekir onu öğretir. Sen asıl güzel olana odaklan asıl güzel olan: Tanrısal olan şeylerdir. Onlar hem güzel hem de öğreticidir. Sen hiç görmedin bilmiyorsun; ama deniz çok güzeldir. Daha onu görmeden kokusundan anlarsın insan işi olmadığını, denizin yanına yaklaşınca tenine dokunan rüzgârın ağırlığı bile değişir. Deniz cömerttir hem anadır hem de babadır. İçinde milyonlarca yaşam barındırır ve onları besler. Ona bakmayı bilirsen ondan işine yarayacak çok dersler çıkarttırsın. Mesela ben ne zaman bir şeye çok öfkelensem denizin en dalgalı olduğu yerde durur, dalgaları izlerim. Dalgalara bakarken öfkemin ne kadar küçük ve sadece kendine zarar veren bir şey olduğunu düşünürüm. Ne zaman sabrım tükenirse de dalganın az olduğu bir yere geçerim ve dalganın dövdüğü taşlardaki oyuğa bakarım, belki de yüzyıllardır döver o taşı dalga; ancak oyuk ancak yarım kirahtır.[4] Uzu lafın kısası bakmayı bilene dalgalar iyi öğretmenlerdir, delikanlı.

Ahmet denizi hiç görmemesine rağmen sanki onu hisseti. Dalga nedir en azından basit anlamada biliyordu. Belki şiddetli dalgalardan haberi yoktu; ama köydeki derelerdeki su birikintilerinde yüzerken neye benzediğini görmüştü. David’e rastlaması; ancak onu uğurlarken göz yaşı döken annesinin dualarının kabul olmasıyla gerçekleşebilecek kadar güzel bir tesadüf idi. Öğrenmeye aç olan insanların daha fazla öğrenmeyi istemesi ve heyecanıyla:

           —Çok güzel konuştunuz beyim. Köyde çok hikayeler dinledim. Ara sıra meddahlar da gelir. Sizin anlatımınız onlardan bile samimi geldi bana. Bütün bunları bir kitapta mı okudunuz?

           O zamana kadar Ahmet kalbiyle konuşan birini hiç rastlamamıştı. Kalbiyle konuşamayan birisi için böyle süslü konuşmak öğrenilmesi gereken bir şeydi; ancak henüz o bunu bilmiyordu. David, böyle bir soru geldiği için şaşırdı zaten genelde kendisi de böyle konuşmazdı. İnce bir sesi olduğu için bazen o bile kendini ciddiye almazdı. Ahmet’i birkaç saniye süzüp onun ciddi olduğu konusunda hüküm verince:

—Hayır, okumadım. Doğrusunu istersen delikanlı İncil, havarilerin hayatı ve dini kitaplar harici pek kitap okumam, bu aralar bir tane okuyorum; kitabın adı Mai ve Siyah[5]. Oradaki karakterinde ismi seninle aynı kitabı bitirince belki sana ödünç veririm. Tabii ki dükkanıma gelmen şartıyla.

Ahmet şu anda David’e hayranlık duymasa belki de yeniden onu dükkanına çağırmasına beni muhtaç gördü, acıyor bana diye içerlerdi. Tam cevap vereceği sırada arabacı, ‘’Beyim Gebze’yi geçtik. Gebze’yi geçince haber vermemi söylemiştiniz. Allah’ın izniyle üç saate Eminönü’ndeyiz.’’ dedi. Zaten Ahmet’in gönül koyup, içerlemeyi düşündüğü de yoktu:

—Çok sevinirim beyim. İşinizi görür mü bilmiyorum; ama idadi[6] bitirdim. 

David, sanki yaramaz der gibi gözlüğünü burnunun köküne indirip gözünün ucuyla Ahmet’i süzdü. Onun kendisine böyle baktığı her saniye Ahmet’e uzun saatler gibi geliyordu. İyi ki bakışlarını fazla uzatmadı da bir kahkaha patlatarak:

—Görmez olur mu hiç! Dükkân açıldığından beri rüştiye[7] mezunu bir beyefendi çalışıyordu. Çok emeği vardır, Kenan Bey’in dükkânda.

 Ahmet araya girdi:

—Allah korusun Kenan Bey’e bir şey mi oldu?

David gülümsemeye devam ediyordu:

—Korkma delikanlı. Evet kötü bir şey oldu; ama sandığın gibi değil. Yalnızca gözleri benim gibi iyi görememeye başladı! Ve yaşlandığı için müsaade istedi. Sen de tahmin edersin ki, yaşlandıkça hesap kitap işleri zorlaşır. Yaşlandıkça rakamlar zaten berrak olmayan zihnini iyice bulanıklaştırır.

Ahmet’te gülmeye başladı, ‘’Umarım iyice dinlenebilir’’, dedi. Bu sırada arabacı seslendi, ‘’Geldik beyim.’’. Ahmet, Gebze’ye girdiklerinden itibaren gelen deniz kokusunun yoğunlaşmasından yanaştıklarını anlamıştı. Kulaklarına dışarıdan arabaların tekerlek sesleri geliyordu. Tekerleklerin seslerinden, onların ne taşıdıkları anlaşılıyordu. Yolcu taşıyan arabaların tekerleri taşların üzerinde sekiyor gibi ince bir ses çıkartırken, yük taşıyan arabaların tekerleri yere tamamen oturmuş boğuk bir ses çıkarıyordu. Ahmet, oynamaktan soluk soluğa kalmış çocukların neşeli seslerini de duyuyordu. İskele ve liman tarafındaki çocuklar arabaları görmeye alışıktı, onlar yanlarından geçen arabaları pek umursamazdı; ancak arabalar mahalle aralarından geçerken mahalledeki çocuklar oyunlarını dahi bırakıp arabalarla yarışa koşarlardı. Duyduğu soluk soluğa kalınmasına rağmen çıkan neşeli sesler bu mahallenin çocuklarına aitti.

Limana vardıklarında ikindi vaktiydi. Yük arabaları ve korumalar malzemeleri David’in limanda bulunan deposuna bırakmak için yola devam etti. Ahmet’le David durmuş olan arabanın, içinde oturuyorlardı. David, içten bir gülümsemeyle:

—Sonunda geldik delikanlı. İyi ki yola atladığında vurmamışız seni; yoksa benim için yolculuk bu kadar kısa gelmez ve keyifli geçmezdi. 

—Asıl ben size minnettarım. Siz olmasaydınız belki de ben buralara kadar gelemezdim.

David hem Ahmet’i daha fazla mahcup etmemek için hem de böyle düşündüğü için:

—‘’Çünkü sizin için düşündüğüm tasarıları biliyorum.”[8]Tanrı ne isterse o olur delikanlı. Bu saate burada olman gerekiyordu, oldun. Ben sadece kaderini yaşamana aracı olduğum için sevinçliyim. Şimdi dükkâna gitmem gerekiyor, dilersen arabacı seni gideceğin adrese kadar götürsün.

—Sağ olun beyim. Sizin için bir mahsuru yoksa hem daha fazla zahmet vermemek hem de gezerek kendim bulmak istiyorum.

Bu durum David’in içine sinmemesine rağmen:

—Dolaşırken dikkatli ol delikanlı. Güle güle.- dedi ve araba hareket etmeye hazırlandı. 

—Güle güle, beyim.

           Ahmet, David’le vedalaştıktan sonra Eminönü iskelesinde indi. Yere ayak basar basmaz, denizin kokusu ve serinliği onun yol yorgunluğunu almaya başlamıştı. Elinde rengi atmış valiziyle arabanın henüz kapanmış kapasına bakıyordu ki arabanın gitmesiyle beraber sanki müzede çok hoşlandığı bir tabloya saatlerce bakan bir adam gibi durdu. Ressam, fırça darbeleriyle bir ömür birlikte olamayacak çiftleri kabul etmeyen: Galata kulesinin eteğini denizle maviye boyanmış, elbisesini büyük küçük evlerle süslenmiş olarak yansıtmıştı tablosuna. Martılar, Eminönü, Karaköy ve iskeleleri arasında gitmekte olan her gemiye, beslenmek umuduyla misafir oluyorlardı. Galata köprüsünde çocuklar babalarıyla beraber balık tutuyordu.  

           Ahmet’in dikkatini en çok çeken ise herkesi birbirinden ayıran kimin iyi veya kötü olduğunu gösteremeyen; ancak kimin nasıl yaşayıp neye inandığını belli eden giyimleriydi. Çünkü köyünde bu kadar farklı giyinen insanlar yoktu. Herkesin kafasında farklı bir serpüş[9] vardı: Kimisi fes takıyor, kimisi sarık, kimisi şapka. Kıyafetleri de başlıklarıyla uyumlu oluyordu. Fes takanda istanbulin, sarık dolayanda hayderi, şapka takanlardaysa elbisesiyle uyumlu baston. Liman çok kalabalıktı kimisi arabalarla, kimisi at veya eşekle buraya dolu gelip, boş gidiyor veya boş gelip dolu gidiyordu. Martıların sesi eşliğinde birkaç saat daha liman ve manzarayı izledikten sonra hava kararmadan gitmeye karar verdi.

           Mektubunu çıkarttı ve limanın girişinde oturmuş aşure satan seyyar satıcıya gideceği adresi sordu.

           —Beyim buraya gidebilmeniz için yol boyu yürüyün, yol üzerinde Mısır Çarşı’sını sorun. Mısır Çarşısının, Tahmis Sokağına bakan kapısından çıkınca Hasırcılar Caddesi hemen önünüze gelecek. İşte bu ev oradadır. Seyyar satıcı sonra yeniden bağırmaya başladı, ‘’Aşure! Aşure!’’

Mısır Çarşısının heybetli kapısına geldiği zaman keskin baharat kokusu, nefesini kesti. Seyyar satıcı buradan geçmesi gerektiğini söylemese içeriye bile girmezdi. İçeri girdiği anda korkulan veya rahatsız edici bir yerde olan her insanın yapacağı gibi gözleri ilk olarak çıkışı aradı ve gördü. Çıkışa doğru yürürken biraz sersemledi artık koku ona eskisi kadar sert gelmemeye de başladı. Kılığından mıdır yoksa duruşundan mıdır anlamadı; ama yoldan geçen herkesi tezgâha buyur eden dükkân sahipleri onu buyur etmiyordu. Yürüdükçe binanın heybetinin ve kalabalığın sesinin onu eskisi kadar tedirgin etmediğine hüküm verdi. Hatta tezgahlardaki baharatlarda bilmediği renkleri görmek, hiç koklamadığı esansların[10] kokusunu çekmek, türlü türlü ilaç ve merhemleri görmek çarşı hakkındaki fikrini değiştirmişti. Buraya yorgun olmadığı bir günde bir daha geleceğine ve burasının tadını çıkaracağına dair kendisine söz verdi.

           Tahmis Sokağına çıktığında henüz içerideki baharat kokularının etkisi geçmemişken, yoğun bir kahve kokusu sardı etrafı. Ayrıyeten, kahve satanlar çarşı esnafı gibi değildi. Hatta birisi yanına yanaşıp,’’ Beyim valizinizden yoldan geldiğiniz belli oluyor, hem de çok yorgun görünüyorsunuz bir kahve alın bir şeyiniz kalmaz’’, dedi. Esnaflar bir bakışta müşteriyi tanır ve nasıl ikna edeceğini anlarlar. Kahvenin tadının kokusuyla bütünleşmesiyle kahve sevdası da başlamış oldu.

           Hasırcılar’da esnafa eniştesi Kazım’ın evini sordu. İçtiği kahve onu biraz kendine getirmişti; fakat hâlâ çok yorgundu. Sokakta kendine anlatıldığı gibi ilerledikten sonra mavi tahta kapısı ve balkonunda çiçekler olan iki katlı ahşap evi görünce sağa, kapıya döndü. Güneş batmak üzereyken gelmişti yine de evin rahatlatıcı bir yani vardı. Kapıdan girince dört beş basamaklı küçük taştan bir merdivenle evin ahşap kapısına doğru uzanan yola çıktı. Yolun iki tarafında da özenilerek yerleştirilmiş saksılar ve çiçekler vardı. Yolun sonundaki evin giriş kapısının üstünde bir balkon, balkonun sol tarafındaysa onunla eşit uzunlukta bir akasya ağacı. 

           Ahmet’in evi ve bahçeyi görene kadar bazı tereddütleri vardı. Sonuçta o teyzesini teyzesi de onu hiç görmemişti. Yıllar sonra birden ortaya böyle bir istekle çıkmak açıkçası çok hoş bir davranış da değildi. Ya eniştesi, o nasıl biriydi ki? Kazım Bey’in hakkında bildiği tek şey babasının ondan hazzetmediğiydi. Hoş babasının ağzından kendisi ve başka birisi için hiçbir zaman tatlı bir söz duymamıştı; ama aralarındaki bu sürtüşmeden kendisinin zarar görüp, elinde eskimiş bir valizle sokakta kalmasından korkuyordu. Allah korusun böyle bir şey başına gelirse gidecek hiçbir yeri yoktu. David’in durumundan haberi vardı; ancak onun yanına uğramayı da kendi onuruna yakıştıramazdı. Aslında buraya gelmesi de hiç yakışı kalmıyordu. İyi ki bahçedeki kamelyada veya balkonda kimse yoktu, böylece kimseye görünmeden geri dönmeye karar verdi. Geldiği yoldan geri dönmek için mavi kapıya doğru gidiyorken balkondan bir ses geldi:

—Kimsiniz?

           Ahmet duraksayıp ne yapacağını düşündü. Sonra, ‘’Zaten beni tanıyamaz bir bahane uydurur mesela yanlış gelmişin kusura bakmayın derim, ondan sonra başımın çaresine bakmaya çalışırım,’’ diye düşündü. Bir bahane bulup söylemek üzereyken elleri balkonun tahta korkuluğuna dayalı, bir yabancının geldiğini düşünerek yüzünü peçeyle gizlemiş olan teyzesi onu tanıdı ve peçesini indirdi.

           Müjgan teyzesi ona hiçbir şey söylemeden basit bir el işaretiyle beklemesini beyan etti. Ahmet neye uğradığını şaşırdı. En çok da onu nasıl tanıyabildiğine şaşırdı. Teyzesi henüz babaları ölmeden İstanbul’a göçmüş, köye sadece babası ölünce cenazeye gelmiş, annesi ve kardeşine her ne kadar İstanbul’a yanına yerleşmeye davet etse de bu tasarısını annesine kabul ettirememişti. Yani daha annesi evlenmeden önce köyden gitmiş, kendisini değil babasını bile hiç görmemişti. Teyzesi annesine de neredeyse hiç benzemiyordu: Annesi tıknaz, o ise zayıf ve uzundu. Teyzesi yanına geldi ve ona sarıldı:

           —Ahmet, sen ne kadar büyümüşsün koca adam olmuşsun!

           Ahmet, gözleri hafif buğulanan, neredeyse onun kadar uzun olan teyzesine dönerek:

           —Ama siz beni nasıl tanıdınız?

           —Annen aramızdaki mektuplarımızda biraz senden bahsetmişti. Sahi annen de geldi mi uzun zamandır onunla konuşamadık. Sen niye böyle yorgun görünüyorsun geç içeri dinlen, sana bir kahve yapayım.

           Ahmet artık geri dönüş olmadığını gördüğü için elindeki mektubu çekingenlikle teyzesine uzatıp:

           —Aslında, beni buraya annem gönderdi.

           Teyzesi mektubu okuduktan sonra müthiş bir sevinçle:

           —Oysaki, ben de kısa bir süre için geldiğini düşünüp üzülmüştüm! Böylesi çok daha iyi oldu. Demek ta oralardan okumak için geldin ha çok iyi etmişsin. Enişten buna çok sevinecek sürekli, ‘’Bu memlekette ne komutanlar ne de memurlar okuma biliyor,’’ diye söyleniyor.  

           Teyzesi onu eve buyur etti. Ona, valizini üst kattaki misafir odasına koymasını ve balkona geçmesini söyledi. Balkonda birer kahve içtiler, ettikleri sohbette teyzesi ona en sevdiği yemeği söylemesi ve akşam o yemekleri yapacağı konusunda ısrar etti. Ahmet, teyzesine David’den ve yolculuğu onunla gerçekleştirdiğinden bahsedince teyzesi buna çok sevindi. Ona, ‘’ Sen dükkanına uğramadan eniştene de bir soralım aynı yerde çalıştıkları için onu tanıyor olabilir’,’ dedi. Ahmet, ‘’Olur teyze,’’ diye cevap verdi. Teyzesi ona ikinci katta merdivenleri çıkınca hemen solda kalan odasına kadar eşlik etti ve odasını gösterdi:

           —Ben seni yalnız bırakayım. Akşam yemeğine kadar dinlenmene bak, seni akşam yemeğe çağıracağım.

           Ahmet, memnuniyetle:

           —Tamam teyze çok sağ ol.

           Ahmet teyzesi odadan çıkınca eniştesinin ziyareti hakkında ne düşüneceğini merek etmeye başladı. Sonra annesinin ablasının evlilik hikayesi hakkında anlattıkları aklına geldi ve rahatladı. Annesinin anlattıklarına göre: Evlilik maceraları gümrükte yaşanan bir olay sayesinde başlamış. Asım Bey iş için İstanbul’a gelmiş ve Eminönü’ndeki limanda Fransız bir tüccarla tercüman aracılığıyla anlaşmış. Fransız tüccar parayı vermeden önce malları gemiye yüklemiş ardından bir daha indirmeye zaten teşebbüs edemez diye Asım Bey’in parasını yarı yarıya eksik ödemiş. Tabii Asım Bey’in buna göz yummasına olanak yok. Fakat mallarını geri alırken Fransız ona ‘’voleur![11]’’ diye bağıramaya başlamış. Aracı olan tercüman gerçekleri bilmesine rağmen başını belaya sokmak istemediğinden oradan uzaklaşmış. Asım Bey, Fransız’ın ne dediğini anlamasa da öfkeden deliye dönmüş. Fransızca bilmediği için derdini de anlatamıyormuş. O sırada daha fazla dayanamayan Kazım Bey işini kaybetme pahasına dahi olsa bu haksızlığa müdahale etmeye karar vermiş. Fransız beyefendiye ticaret mahkemesine gitmeyi, orada Fransız elçilik görevlileri, tercümanlar ve kendisinin şahitliğiyle adaletin sağlanacağına inandığını söylemiş. Tabii ki Fransız beyefendi bu teklifi duyduğunda dehşete kapılmış ve dedeme parasını geri ödemiş. Asım Bey bu delikanlının adaletli oluşundan ve doğru bildiğini söylemeye korkmayacak cesareti göstermesinden çok etkilenmiş. Hatta Annesi Ahmet’e bu yaşananlar için,’’ Babam her şeyi bize anlatır bizimle konuşmayı çok severdi. Bu hikâyeyi anlattığında ablamla ben Kazım Bey’i çok merak etmiştik,’’ demişti. Asım Bey’in her İstanbul’a geliş gidişlerinde muhabbetleri iyiden iyiye artmış. Asım Bey onu bir gün Bursa’ya davet etmiş. Kazım Bey, Müjgan Hanımı da bu ziyareti esnasında görmüş ve beğenmiş. Daha sonra çekingenlikle olsa da Müjgan Hanımla evlenmek istediğini söyleyebilmiş. İşte evlilikleri böyle gerçekleşmiş.

           İşin acı tarafı otuz yıldır evli olmalarına ve çok istemelerine rağmen çocukları yoktu, olmuyordu. İkisi de bu konuda kendini suçlamakla beraber bu durum aralarında hiçbir zaman sorun yaratmadı. Sadece komşulardan gelen ‘’ Halin vaktin yerinde başkasıyla da evlen. ‘Yeğenimin on beş yıldır olmuyordu şu hocaya gitti oldu.’ gibi hiç kulak asmadıkları bir takım can sıkıcı tavsiyeye maruz kalıyorlardı. Yaşlandıklarından mı yoksa komşularının onlara olan sevgisi mi azalmıştı bilinmez artık herhangi bir tavsiye de duymuyorlardı. Çocuklarına vermek istedikleri sevgiyi birbirleri ve uğraşları arasında paylaştırmışlardı. Müjgan Hanım evin bahçesiyle, ağaçlarla uğraşmaktan hoşlanırken; Kazım Bey evin sağ tarafına inşa etiği yuvada ağırladığı iki tane köpekle vakit öldürmekten çok keyif alırdı. Bahçesinde rengârenk çiçekler ve içerisinde hayvanlar barındıran bir evden kime zarar gelirdi ki?

           Kazım Bey bir çocuğu olmasını iki nedenden ötürü çok istiyordu: Birincisi çok kutsal olan baba olmak. İkinci nedeniyse onu düşlediği medeni toplumdaki bir birey gibi giyinişiyle, hayat görüşüyle, duruşu ve terbiyesiyle tam bir Avrupalı gibi yetiştirme isteğiydi. Belki de bu yüzden gümrükte çalışmayı yaşlandıkça daha da zorlaştıran yeni yüzler görmenin ve bilmediği kelimeler duymanın üstünde yarattığı yorgunlukla eve gelmiş olmasına rağmen Müjgan Hanım ona Ahmet’in geldiğini söyleyince tüm yorgunluğunu unutup bu meseleye odaklandı. Kazım Bey kendi kendine, ‘’Demek Harbiye okuyacak, ona elimden geldiğince yardım etmeliyim özellikle de ona Fransızca konusunda yardım  edebilirim,’’ diye düşündü.

           Müjgan Hanım, Ahmet’i sevdiği yemeklerle donatılmış masaya çağırmaya gittiğinde Kazım Bey’de onu göremeye can atıyordu, Ahmet merdivenlerden inerken pür dikkat kesildi. Ahmet’i görünce, ‘’Omuzları geniş, boyu uzun, saçları uzun olmakla beraber uzamış kıvır kıvır olmuş kesilmesi lazım, duruşu da güçsüz ve kendinden güvensiz duruyor, hele o giysi genç bir delikanlıya özellikle bir Harbiye öğrencisine hiç yakışı değil. Bunları düzeltiriz kolay iş,’’ dedi. Ahmet en çok yaprak sarmasıyla, mercimek çorbasını seviyordu. Yemek yedikten sonra kahveler içilirken Kazım Bey heyecanla konuya girdi:

           —Fransızca konusunda hiç telaşa kapılma zor bir dildir; ancak ben sana yardımcı olacağım.  

           Ahmet şaşırıp,’’ Fransızca mı?’’ diye sorunca biraz güldükten sonra babacan bir sesle:

           —Anlaşılan tek yardımcı olmam gereken konu Fransızca olmayacak. Olsun bizim tek umudumuz sizsiniz. Memleket karışık İstanbul’sa memleketten karışık. Bu hali en iyi açıklayan cümle bizim dergide[12] arkadaşım Kılıçzade Hakkı’nın yazdığı yazının başlığı olan ‘’Pek Uyanık Bir Uyku’ dur.’’. İçeriğiyle seni boğmayayım sen de göreceksin zaten İstanbul iki farklı ülke, iki farklı şehir gibi. İstanbul halkının yaşadıkları semtler uğrak mekanları bile farklı. Karşıda[13] redingot burada[14] sarık moda. Herkes uyanık herkes sonun kötüye gittiğin farkında; ama uyuyor numarası yapmak daha kolay geliyor. Hiç kimse hiçbir konuda uzlaşamıyor. Kimileri eğitimi suçluyor, kimileri idarecileri, kimileri dinsizleri, kimileri hocaları.

           Ahmet, bu kadar sözden çok bir şey anlamamakla beraber bir soru sorma gereği duydu:

           —Peki, siz ne istiyorsunuz?

           —Ben yalnızca eğitimi suçluyorum o da sizin gibi gençlerle düzelecek, düzene girecektir. İlk günden çok yormayım seni kışlada da burada da kendin görüp öğrenirsin zaten ne nedir ne değildir.

           Ahmet zaten yorgundu ve açıkçası ne konuşuluyor ne anlaması ne söylemesi bekleniyor veya ne hissetmeli bu konuda en küçük bir fikri yoktu.

Teyze ve eniştesinden müsaade aldıktan sonra yatağına geçti. Ahmet bundan sonraki hayatının daha zor, daha karışık olacağının farkına ne köyden buraya gerçekleştiği zor yolculuk sırasında, ne gösterilen odasında valizindeki üç beş çaputu çıkardığında ne de eniştesinin anlamadığı konuşmasını dinlemek zorunda hissettiğinde vardı. Bundan sonraki hayatının daha zor ve daha karışık olacağının farkına; ancak teyzesinin çorbasının tadının annesininkiyle aynı olmadığını anladığında vardı. 

 


[1]Batılaşma düşüncesine sahip dergi.


[2] Özellikle yük taşıma amacıyla kullanılan dört tekerlekli at arabası.

[3] Lise.

[4]2 santimetre.

[5] Halit Ziya Uşaklıgil’in 1898 yılında kitap haline getirilen romanı.

[6] Lise.

[7] Ortaokul.

[8] Yeremya 29:11

[9] Başa giyilen şey. Başlık.

[10] Bitkilerden türlü yollarla, işlemlerle elde edilen ya da kimyasal yöntemlerle yapılan, kokulu ve uçucu sıvı.

[11]Fr. Hırsız.

[12] İçtihad.

[13] Beyoğlu.

[14] Suriçi (Fatih).