İstanbul, 10 Haziran, 1328[1]

Sevgilim;

İki yıldır sana yazmama rağmen senden iyi veya kötü tek bir haber bile alamadım. Benim burada geçirdiğim yılları, ayları, günleri neredeyse dakikası dakikasına sana bildirmeye gayret ediyorum. Başlangıçta mektuplar mı ulaşmıyor diye şüpheye düşmüştüm; fakat postanedeki arkadaşım mektupları gizlilikle bizzat sana emanet ettiğini söyledi. Mektuplarımı almana rağmen bana neden yazmıyorsun? Artık sana sitem etmek yerine kızmam gerekiyor; ama maalesef bunu başaramıyorum. Sana kızmak yerine kendimi suçluyorum. Bazen oturuyorum bir köşede kendimi düşünüyorum. O kadar çok düşünüyorum ki kendimi sanki ruhumun derinliklerine ulaşıyorum, insan ruhu boş bir oda gibi karanlık. Ne kadar derine inmeyi başarırsam o kadar kötü hissediyorum kendimi. Yoksa, sen bu içimdeki karanlığı yanındayken veya mektuplarımda yazdıklarımdan mı hissettin de bana ondan mı yazmıyorsun?

           Eğer öyleyse ne kadar derine ne kadar karanlıklara ulaşsam bile kurtuluşumun sen olduğunu bilmeni istiyorum. Ne kadar karanlıkta olursam olayım senin gülüşün ışık oluyor, aydınlık veriyor bana. En çok da gülüşünü beraber gülmeyi özledim. Gülerken daha çok aklıma geliyor seninle olan anılarımız. Çok da gülünecek bir şey yok zaten burada. Önceki mektuplarımda sana bahsettiğim Filozof Gökhan’la Laz İbrahim’in atışmaları hariç tabii. Sadece senin bildiğin kadar bilmek ve haberdar olmak istiyorum senden.

                                   Yakında kavuşmak üzere hoşça kal sevgilim…

           Ahmet, Sirkeci’de bulunan Büyük Postane’den mektubu görevliye içindeki hüznünü yansıtmamaya çalışarak teslim edip çıktı. Bu şehire koca İstanbul’a ilk geldiği günün üzerinden iki yıl geçmişti ve artık buraları çok iyi biliyordu. Mülakatı başarıyla geçtiğinden sadece üç yıl içinde subay olabilecekti, şimdiyse son yılındaydı. Beyoğlu’ndaki Taşkışla’da kalmadığı veya izinli olduğunda David’in dükkanında çalışıyordu. Bugün de izinli olduğu için dükkâna çalışmaya gidecekti. Atlı tramvayın geldiğini vardacının öttürdüğü borazandan ve bağırışlarından anladı tramvay hattına yaklaştı, ispire[2] el etti, biletçiden biletini aldı ve yerine oturdu. Sanki iki tane babası olmuştu bu şehirde birisi David birisi eniştesi Kazım Bey’di. İkisine de çok şey borçluydu. Kazım Bey ona iyi giyinmeyi, düzgün durmayı öğretmişti. En önemlisi de Fransızca öğreniminde anlamadığı yerleri ona özenle anlatmış, kendi aralarında yaptıkları pratiklerle Fransızcasını geliştirmesine yardımcı olmuştu. Hatta Fransızcası onlardan daha iyi olduğu için arkadaşları ona, ‘’Mösyö Ahmet’’ diye sesleniyorlardı. Bu lakap onu hep güldürürdü, sen köyden Ahmet olarak gel, İstanbul’da ‘’mösyö ol. Olacak iş mi?’’ derdi. Okulda onu en çok zorlayan ders meç[3] talimleriydi, bu dersi sevmiyor ve artık savaşlarda silahların daha etkin kullanılmasından dolayı da gereksiz buluyordu. Gördüğü önemli şahsiyetler arasında en çok Napolyon ve İskender’den etkilenmişti. İkisinden de etkilenme nedeni; yalnızca Bukefalos ve Marengo’yu[4] dünyanın bir ucundan diğer ucuna sürmeyi başaran komutanlar olmaları değildi. O, daha çok bir fikri bir düşünceyi ayak bastıkları yerde filizlendirmelerinden etkilenmişti. Napolyon, Fransız Devrimi’ndeki kıvılcımı harlayıp bütün kıtayı yakmıştı, imparatorluğun karşıtı olan ‘’milliyet’’ olma fikrini yaymış; ancak kendisi de bir imparatorluk kurduğundan sonunda da kendi de yanmıştı.

           Özellikle atlı tramvaylarda kullanılmak üzere güçlü katana cinsi atlar getirtilse de Ahmet bu hayvanlar için üzülüyordu. Ancak vardacının borazan ve bağrış seslerine tahammül edebiliyorsanız en rahat yolculuk da buydu. Beyoğlu’nda arkadaşlarıyla oturmaya Olimpos, Palas ve Kristal gazinolarına veya Suriçi’nde Meserret kıraathanesine uğrayacağı zaman hep atlı tramvayları kullanıyordu. Böylelikle yazlık olduğu için cam kenarına oturup temiz havadan da istifade edebiliyordu. Eminönü limanına yaklaştığında gemilerin sesini duydu ve denizin kokusunu hissetti. Atlı tramvaylarda inmek için herhangi bir durağı beklemenize gerek yoktu, bağırdınız zaman istediğiniz yerde durabilirdiniz. Ahmet de dükkâna yakın olan bir sokağa geldiğinde bağırdı, tramvayı durdurdu ve indi.

           Dükkân, limanın bir iki sokak arkasında olduğu için dalga sesleri ve gemi kornaları duyuluyordu. Geldiği günden beri burada çalıştığından sokak üzerindeki tüm esnaflarla sıkı fıkı olmuştu, görebildikleriyle selamlaşıp ayak üstü muhabbet ettikten sonra tabelasında büyük harfler ve el yazısıyla David yazan dükkanının önüne geldi.

Dükkâna geniş iki vitrinin arasında duran birkaç basamaklık merdivenden girilebiliyordu. Her iki vitrinde de üzerlerine Avrupai giysiler giyindirilmiş üçer kadın manken vardı. Dükkân, konum olarak yanlış yerdeydi; çünkü Beyoğlu ve diğer semtlerde Suriçi’ne göre Avrupai giysilere rağbet daha çoktu. Buna rağmen David diğer semtlerden özellikle buraya gelen müşterilere sahipti. Dükkân iç pazardan daha çok dış pazara satış yapıyordu. Ahmet işi yalnızca bir hafta boyunca gönderilen ürünlerin, alınan sipariş ve malzemelerin, işçilere ödenecek paraların vb. gelir giderlerin yazıldığı defterdeki hesapları kontrol etmekti. İşini de David müşterilerle uğraşırken dükkânda yapardı eğer tamamlayamazsa defteri yanında götürür evde veya kışlada eksiklikleri tamamlayıp David’e teslim ederdi. Dükkâna girdiğinde David birkaç sokak ötedeki atölyede çalışan yeğeniyle konuşuyordu. David’in dükkanında da atölyesinde de hep akrabaları ya da sevdiği kişiler çalışıyordu. Bu yüzden iş yerine bir aile havası hakimdi. Zaten Ahmet’te aileden biri sayılıyordu. David’le konuşması biten yeğeni, Ahmet’e selam verip dükkândan çıktı. David, Ahmet’i görünce sevinçle yanına yaklaştı ve iki eliyle Ahmet’in elini sıkarak:

—Hoş geldin, delikanlı. Bugün baya yorulacaksın biraz önce yeğenimle de bu konuyu konuşuyorduk. Bu hafta hem siparişler hem de işler çok yoğun geçti.

Ahmet, tedirginlikle cevapladı:

—Hay aksi, oysaki çocuklara bu akşam için söz vermiştim.

David, Ahmet’in arkadaşlarından çok hoşlanmıyordu. Ahmet ve arkadaşları padişahın karşı safında, meşruti yönetimi destekleyen safta yer alıyorlardı. Ona göre bu durum Ahmet için sorun yaratabilirdi. İstanbul’a ayak bastıktan bir yıl sonra padişah destekçilerine karşı yürütülen harekatta bulunmuş ve burada ölümcül bir yara almaktan şans eseri kurtulmuştu.[5] David ayrıca Ahmet’e bir defasında 5/252[6] şeklinde bir numarayla hitap ettiklerine de şahit olmuştu. Şifreli konuşmalar sık sık buluşmalar ona pek hayra alamet gelmiyordu. David bu konudaki rahatsızlığını Ahmet’e söylediği zaman Ahmet, ‘’Biz devletimiz için sizin için en iyisini yapmaya çalışıyoruz. Sizin de bulunduğunuz her kesimin konuştuğu bir meclis şart. Hem belki sen de İstanbul mebusu olursun ve bilgece konuşmalarını herkese duyurursun,’’ diye onu şakayla karışık savuşturmuştu.

David, Ahmet’e gösterdiği ilgiyle Kazım Bey’lerinde aile dostu olmuştu. Bazı akşamlar Kazım Bey’in evine misafir olurdu, bu misafirliklerde de bu konuda eniştesinin herhangi bir rahatsızlık duyduğunu hissetmedi. Hatta böyle düşünmesinde Kazım Bey’in bile katkısı olduğu kanısına vardı. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmiyordu, tek bildiği, bir şeyin gerçek olup olmasının hiç önemli olmadığı, önemli olanın kişinin neye inanıyor olduğuydu. Bu yüzden ne kadar istemese de bu konuda konuşmama kararını sürdürdü:

           —İşin bitmezse bile gidebilirsin zaten son senen. Bu konuda heyecanlı mısın?

           —Evet, heyecanlıyım. Nerede görev yapacağım onu da merak ediyorum.

           —İstediğin bir yer var mı?

           —Bilmem hiç düşünmedim. Neresi olursa kabulüm; ancak daha fazla imkana sahip olan Rumeli taraflarında daha iyi gösterebileceğim eğitimle, orduya daha yararlı olabileceğimi düşünüyorum.

           David yönünü dükkandaki tasvire dönerek:

           —Tanrıdan isteğim umarım olursun delikanlı, hem bilmeni isterim ki her zaman burada sana ait bir yer var. Ne zaman senin savaşının bittiğine inanırsan buraya gelip burada çalışabilirsin.

           Ahmet kendinden emin bir sesle:

           —Savaşımın bir gün biteceğine inanamıyorum amca.

           David, Ahmet’in ona amca diye hitap etmesinden her zaman çok hoşlanırdı. Ona böyle hitap ettiğinde yumuşar ve daha iyi konuşmaya başlardı, gülümsedi:

           —Demek öyle delikanlı; ama sakın içindeki ateşi harlamaya çalışırken kendine zarar verme.

           —Vermem amca dinginlik nedir senden öğrendim ben. Yalnızca tanrısal olandan öğrenmeye çalışıyorum.

           Bu sırada kapıdan şeftali sepeti tipi şapka takan bir kadın girince David, Ahmet’in yanından ayrıldı. Ahmet’in işi bittiğinde vakit ikindiyi geçmişti ve güneş yavaş yavaş batmaya başlamıştı. David ise hâlâ aynı kadının istediği elbisenin özelliklerini ve ölçülerini not ediyordu, bazen bir kadının elbisesinin ölçülerini almak saatlerce hesap yapmaktan daha zor olabiliyordu. Bu yüzden Ahmet eline hesap defterini alıp, David’den izin almak için yanına gittiğinde, David’in gözleri ondan daha çok yere bakıyordu. Müsaade verdiğini belli eden bir hareketle onu yanından yolladı. Elini sallayıp kapıdan çıktı. Sokaklar gündüz olduğu kadar kalabalık ve gürültülü değildi. Bazı dükkanlardaki ve sokaklardaki gaz fenerleri yakılmış bazılarıysa havanın biraz daha kararmasını bekliyordu, limandaki esnaflar esnaf kahvehanesine, birkaç sokak gerideki mahallelilerde mahalle kahvehanesine doğru gitmeye başlamıştı. Ahmet, Suriçi’nden Beyoğlu’na her geçişinde sanki farklı bir dünyaya, ülkeye geçmiş gibi hissediyordu kendisini. Çünkü yabancı sefaretlerin yoğun bulunduğu bu bölge hatta yabancılar buraya ‘’Pera’’ derler, tamamıyla Suriçi’nden farklıdır. Suriçi’nde kahvehane fazlayken burada tiyatro, gazino ve hotel fazladır. Ahmet’in İstanbul’da unutamadığı en önemli anısıysa ne silahlı kavgalar ne de siyasi tartışmalardı. En unutmadığı anısı amcasının gümrükte tanıdığı Fransız dostları aracılığıyla bilet bulabildiği ‘’Kutsal Sarah’yı’’[7] Beyoğlu’nda izlemiş olmasıydı, namını duymuştu; ancak yine de perde kapanınca insanların ayağa kalkıp avuçları patlarcasına alkışladıklarını görünce ona niye ‘’kutsal’’ dendiğini daha iyi anladı.

           Burada da henüz gaz fenerlerinin hepsi yanmamıştı. Suriçi’nden bir diğer farkıysa yabancı dillerde yazılıp ışıklandırılmış tabelaların sokakları süslüyor olmasıydı. Kimileri kollarında hanımlarla tiyatroya, operaya yetişmeye çalışıyor kimileriyse dostlarıyla efkarlanmaya, kafa dağıtmaya, muhabbet etmeye gazinolara doğru yol alıyorlardı. Ahmet ve arkadaşları da muhabbet etmeye gazinolara uğrayanlardandı. Tanıştıkları günden itibaren bu ziyaretleri haftada birkaç kere tekrarlıyorlardı.

           Filozof Gökhan için devletin oğlu denebilirdi; çünkü halkın savaşlardan bıkması sonucunda kimse çocuklarını askeri idadiler ve Harbiye’ye yollamak istemiyordu… Ancak geç kalınmış reformların özellikle askeri alanda bir an önce gerçekleşmesi de gerekliydi. Bu yüzden devlet öksüz ve kimsesiz çocukları çekirdekten yetiştirmeye karar vermişti, Gökhan’da o çocuklardan birisiydi. Gökhan, idadide kazandığı okuma alışkanlığını Harbiye’nin geniş kütüphanesinde o kadar çok ilerletti ki, yeni çıkan veya Türkçe ile Fransızcası olmayan eserler dışında neredeyse okumadığı eser yoktu. Bir de bazen anlaşılmamasına rağmen konuşmayı çok sevdiğinden herkes ona ‘’Filozof’’ demeye başlamıştı. Bir de    Laz İbrahim vardı.

           Bu üçü Harbiye’nin koridorundaki bir tartışma sırasında arkadaş olmuştu, Gökhan etrafında toplanan kalabalığa, ‘’ Siz siz hep yanlış düşünüyorsunuz. Size göre kötülük kişinin sadece davranışlarındadır. Peki diliyle zehir kusup insanları kötülüğe sürükleyenler veya ihtirasları uğruna şehirler yakıp yıkanlar? Hayır, efendim. Kötülüğün kaynağı düşüncelerimizdir. Herkes aklının bir köşesinde kötü düşüncelere sahiptir. Ancak kimisinin ki en fazla bir kalp kırabilecek kadarken, kiminin ki şehirler yıkabilecek kadar şiddetli olabilir’’, diyordu. Bu sırada Ahmet koridordan geçiyorken, Rizeli ve sinirli olduğu için ‘’Laz’’ Lakabı takılan İbrahim onun kolundan tutup Ahmet’i durdurdu. Bir süre Ahmet’e baktıktan sonra, ‘’Bak şu delinin dediği şeye o zaman ben katilim! Ben her gün düşüncelerimde yüzlerce kişiyi öldürüyorum. Örneğin geçen gün yürümeyi beceremeyen biri yanımda geçerken bana çarpıp özür dilemedi, onu öldürdüm, atlı tramvayda birisi sürekli öksürüyordu onu da öldürdüm, belki istediğim cevabi vermezsen seni de öldüreceğim; ama tedirgin olma bu ölümler düşüncelerimde  gerçekleşiyor’’, deyince herkesi bir gülme almıştı. O günden sonra bu üçlü beraber takılmaya başladılar. 

           Ahmet, gaz fenerinin aydınlattığı ara sokağa doğru merdivenlerden indi. Merdivenlerin tam ortasında durdu. Burası kaldırım taşlarıyla kaplı geniş bir alandı, sağ ve sol taraflarında dükkanlar bulunuyordu, dükkanların yan tarafındaysa diğer sokaklara geçmeye yarayan aralar vardı. Tabelasında ‘’Palas’’ yazan gazinoya girdi. İçeride üç dört tane garson ellerindeki tepsilere alabildikleri kadar meze ve içki almış birbirine paralel dizilmiş yirmi masanın aralarında dolaşıyorlardı. Giriş kapısı, gazinoyu ikiye bölüyordu içeri girince, burayı ayakta tutan dört kolon ve kolonların biraz önündeki sahne hemen göze çarpıyordu. Geniş salonun yanı sıra sahneye çaprazlardan bakan iki üç tahta basamaklı merdivenden çıkınca , tahta parmaklıklarla kapatılmış özel masalar vardı. Arkadaşlarıyla her zaman sağ tarafta bulunan tahta parmaklı masaların, sahneye en yakın değil bir arkasındakine otururlardı. Oraya baktığında ayağa kalkmış olan İbrahim’in rakı bardağını sallayarak, ona gelmesini işaret ettiğini gördü. Bugün herkesin üzerine bir üzüntü çökmüştü sanki sanatçılar bile bile başka bir kederliydi. Çalgıcılar, Tatyos Efendi[8]’nin ‘’ Gâmzedeyim Deva Bulmam’’ bestesini çalıyor, kadın sanatçıysa elleriyle müziği eşlik ederek çok içten söylüyordu bugün. Ahmet, kederden buğulanmış gözlerin arasından arkadaşlarının masasına geçti. Her ikisi de ona laf attı.

Gökhan gülümseyerek:

            —Sonunda bizim aşık mösyö masamıza teşrif edebildi, değil mi İbrahim.-

           İbrahim, şakayı devam ettirmeye istekli bir şekilde:

           —Beyzadem çok mutlu görünüyor yoksa bu sefer mektup mu geldi?

           Ahmet arkadaşlarına pek kızamazdı. Zaten kızabilse öncelikle bu konudan çok daha fazla sinirine dokunan laflarına öfkelenirdi. Rakısından bir yudum aldı. Hiç bozuntuya vermedi:

           —Siz iki kalpsizisin! Beni anlamanızı beklemiyordum zaten.! İbrahim neyse de Filozof sende mi beni anlamıyorsun?

           Gökhan önce boğazını temizledi. Bu hareketi masada bir tedirginlik yarattı; çünkü ne zaman uzun konuşacaksa o zaman boğazını temizlerdi. Konuşmaya alaycı bir sesle başladı; ama öyle devam etmedi:

           —Beyler, ‘’Geçmiş kişinin ve devletlerin tutumunu belirler’’. Örneğin birisi sana kötülük ettiyse ona iyilik etmezsin, birisi sana yalan söylemişse ona güvenmezsin; ancak birisi sana iyi ve dürüst davranıyorsa onunla dostluk edersin. Devletlerde, insanlarda böyledir. Hatta bazen kendi yaşamadıkları zamanları bile geçmişten alıp, ileriye taşırlar. Geçmiş, ileriye dönük tutumumuzu belirler o yüzden önemlidir. Şimdi niçin bunu anlattığımı merak ediyorsunuz onu da şöyle anlatayım, bir zamanlar bu bahtsız kardeşinizin de sevdiği bir kadın vardı. Ne kadar şaşırdığınızı yüzlerinizden okuyabiliyorum. Bana sanki sen kitaplardan başka bir şey sevmezsin der gibi bakıyorsunuz veya rakıdan! Aslında, çok da yanılmıyorsunuz. Ne zaman onu görsem elinde benim de çok sevdiğim bir roman oluyordu. Bir gün, Monte Cristo Kontu[9] elindeyken gördüm onu. Sanki romanla uyumlu giyinmiş gibiydi. Tıpkı romandaki büyüleyici Mercedès karakterine benziyordu. Taktığı desenli eldivenlere rağmen yine de elinin narinliği belli oluyordu, siyah şapkasının altında siyah voilettesı[10] vardı.    İnana biliyor musunuz? Bu kadar koyu renklere bürünmesi bile yüzünün aydınlığından ve al dudaklarından hiçbir şey götürememişti. Tam da Mercedès’inki gibi siyah saçları vardı, gözlerinin yanından bukle bukle sallanıyordu. Elinde hangi kitabi görsem onu deli gibi okuyup, notlar alıyordum. Önceden okuduğum kitaplarsa yeniden ve daha dikkatli okuyordum. Bunu sadece belki bir gün onunla konuşma şansım olabilir diye yapıyordum. Ara sıra nereye gittiğim konusunda beni sorguya çekiyordunuz ya, sürekli o yolun o tarafında belli bir saate bana doğru yürüdüğü caddeye gidiyordum. Çok rastlaşmıyorduk; ama bazen yanımdan geçerken bana gülümsüyordu. O zaman daha bir istekli okuyordum kitaplarımı. Onu beklediğim bu sokakta onunla yürümeyi hayal ediyordum ve yürüyüşümüzü kesinlikle bileceği şu alıntıyla süslemek istiyordum ‘’Ils marchaient juste dans le champ, et la nuit silencieuse les écoutait.’’[11]O bana her gülümsediğinde biraz daha umut yeşeriyordu içimde. Bir gün yine onu beklerken yanında Fernard’ı[12] gördüm, koluna girmişti onun. Bu sefer geçerken yanımdan gülümsemedi ve adeta bir daha gelme buralara der gibi baktı yüzüme. O gün bu günüdür bir daha o sokağının yakınından bile geçmedim. O gün anlamıştım, onunla aynı gökyüzüne bakmamıza rağmen aynı şeyleri görmediğimizi. İşte benim geçmişte başıma bu olay geldi ve benim tutumumu belirledi. Beni gerçek hayatta üzemeyecek olan roman karakterlerine âşık olmak.

           Konuşmasını bitirdiğinde sadece bu masa değil, sanki bütün şehire biraz daha efkâr çökmüştü. Kimse herhangi bir şey hakkında konuşmak istemiyordu… Birkaç rakı bardağının sonunu gören bu sessizliği, Laz İbrahim bozmaya karar verdi:

           —Yahu senin kısa tuttuğun bir konuşma hiç olmaz mı be adam! Siz ikinize de bu konularda konuşmayı yasaklıyorum! Sözde muhabbet etmeye geldik, bizi düşürdüğünüz şu duruma bakın. Aşık adamlarla, yan yana oturmak bile insanı üzüyor. ‘’Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten’’[13], şimdi geleceğimizi konuşmamız lazım. Cemiyet beni Trablusgarp’a sizi ise Rumeli’de İşkodra’ya atamak istiyor.[14] Gittiğimiz yerlerde talimler gerçekleştireceğiz ve aleyhte hareketlere rastlarsak, bunları merkeze rapor edeceğiz.

           Ahmet, endişesini belirtmek için araya girdi:

           —Alaylı subaylar bizim yeni talim yöntemlerimize karşı çıkabilirler ve onların çok kaba davrandıklarını görevdeki subay arkadaşlarımızdan duyuyoruz. Peki, böyle bir komutana denk gelirsek ne yapacağız? 

Laz İbrahim:

           —Bunlar da aleyhte davranışlara ve hareketlere dahil. Cemiyet ordunun modernleşmesini istiyor, temel mesele bu. Kendi emrimizdeki askerlerle bunu gerçekleştireceğiz ve bu konuda herhangi bir sorunu olanı bildireceğiz. İşimiz bu kadar!

           Gökhan:

           —Demek sonunda ayrılacağız acaba bir daha beraber oturabilecek miyiz?

           Laz İbrahim, üzüntüsünü belli etmemek için:

           —Sonunda kafamı dinleyebileceğim siz-parmağıyla Gökhan’ı göstererek- özellikle de sen beni sıkıntıdan öldürmek üzereydiniz. Şimdi iki tane konuşmayı seven kişi, birbirinizin başının etini yersiniz. Ben Afrika’nın sıcak akşamlarında, sokağın serin yanına bakan ahşap taburemde oturmuş ve nargilemi tüttürüyor olacağım.

           Ahmet:

           —Akşamları bile sıcak olacağına göre şu an üzerindeki gri macferlana[15] ihtiyacın olmayacağını sen de kabul edersin, değil mi?

           Hemen arkasından Gökhan imali ve yüksek bir sesle:

           —Koyu lacivert olana da ihtiyacı kalmamıştır, yanılıyor muyum?

           Laz İbrahim, öfkeyle karışık gülümsedi:

           —Beyler, siz ikinizde birer soyguncusunuz! Peki, sizi kırmayacağım; ancak bir şartla, mektuplaşacağız ve İstanbul’da yeniden buluştuğumuz zaman, siz iki soyguncu da bana yeni macferlanlar alacaksınız kabul mü?

           Ahmet hemen ‘’kabul’’ dedi. Ancak Gökhan’ın en sevdiği şeylerin başında İbrahim’i sinir etmek geliyordu:

           —Sen eskileri bize ver, yenileri kendine al! Oh ne âlâ.

           İbrahim’in eli yarı yumruk halde masaya yavaşça vurarak ki, bu onun sinirlendiğini gösterirdi. Tane tane konuşmaya başladı:

           —Bir gününde bana takılmadan geçsin. Aynı kışladayız izin aldığımızda da aynı hotel odasında kalıyoruz. Her sabah ilk gördüğüm şey senin okumaktan morarmış göz altların. Nerdeyse  ayrılacağımıza sevineceğim!

           Gökhan, onun damarına iyice basmak için:

           —Senin sarı bıyığını görmekten iyidir.

           Bu sözden sonra masadaki herkes gülmeye başladı. Ara sıra böyle birebirlerine takılırlardı. Hatta dışarıdan onlara bakan ve onları tanımayan insanlar, bu duruma şahit olunca özellikle de Laz İbrahim’in öfkeden kıpkırmızı kesildiğini görenler, birazdan bunlar boğaz boğaza girerler, diye düşünürdü. Ancak bütün şakalaşmaları bir yere kadar sürer ardındansa kahkahalarla sonuçlanırdı. Laz İbrahim masadan kalktı, elindeki bardağını havaya kaldırıp ‘’dostlara’’ diye bağırdı. Sonra da ayakta kalmaya devam etti. Sol elinde bardağı vardı, sağ elini de masaya vurarak çalmaya başlayan oyun havasına eşlik ediyordu.

           Vakit geceyi geçmek üzerdeydi. Gökhan böyle ortamlara alışık olmadığından sarhoş olmuştu, belki ayık olsa arkadaşlarına kızabilirdi. Bir defasında ona şaka olsun diye bir arkadaşlarına komutan giysileri giydirmişler ve gün boyu Gökhan’a emirler verdirip eğlenmişlerdi. Gökhan bunu öğrendiğinde hiç kızmamış sadece yanlarına gelip, ‘’Beyler sizi o kadar iyi dostlarım olarak görüyorum ki, en değerli şeyimi dahi-zaman- size ödünç vermekten hiç öfkelenmedim; ancak değerli şeyleri, doğru harcamanızı öneririm’’, demişti. Onlarda daha ona böyle şakalar yapmama kararı aldılar. Laz İbrahim’le Ahmet’teyse herhangi bir sorun yoktu.

           Üç arkadaş sağda Ahmet, solda İbrahim ve ortalarında yürüyemeyen Gökhan ikisinin omuzlarında Palas’tan sokağa çıktıklarında, her ikisinin de boyu Gökhan’dan uzun olduğu için komik bir görüntü oluşturmuşlardı. Gökhan’ın David’inkine benzeyen yuvarlak gözlüklerini düşürmesinden korkarak çıkardılar, zaten o da ne gördüğünü ayrıt edebilecek bir halde değildi. Renkli gaz lambaları hâlâ yanıyordu. Sokaklarda onlar gibi gazinolardan çıkanlar yürüyüşlerinden veya bağırışlarından hemen anlaşılıyordu. Otele gidilecek yoldaki en zor kısım, merdivenlerden caddeye çıkmaktı. Gökhan’ın kolları her ikisinin de omuzlarındaydı, boyu her ikisinden de daha kısa olduğundan her adım atışlarında Gökhan’ın ayakları sanki yerden kesiliyordu. Merdivenlerden ikisi de ellerini Gökhan’ın beline dolayarak güç bela ve Gökhan’ın ayakları her merdivene takıldığında onu kaldırılarak, çıkabildiler. Ahmet yorgunluktan soluk soluğa kalmasına ve yanaklarından damlayan terlere rağmen gülümsedi:

           —Bir daha içirmeyelim bunu. Hem filozof adam, hep ayık olmalı. Az bir şey kafa gitti, o yüzden de kendini kaybetti işte.

           İbrahim de yorgundu; ama o keyifli olmaktan daha çok öfkeli gözüküyordu:

           —Bence onun kafa hep gidikti zaten. Biliyorsun onu senden daha önce tanıdım, hiç böyle olmamıştı. Hatta benimle tanışmadan önce kimseyle konuşmuyordu, sanki kışlada hapishane hayatıydı onunkisi. Yani o kadar kişinin içinde dostun olmadan zaman geçer mi?

Ahmet ve arkadaşları pek geçmişten veya hislerinden bahsetmezlerdi. Yalnızca siyaset, askeri manevralar, edebiyattan konuşulardı o yüzden merak etti:

—Peki, seninle nasıl dost oldu? 

           —Zorla. Zaten kendi isteğiyle benimle dost olmazdı. Nasıl yani dediğini duyar gibiyim. Sen de demek istediğimi anlayacaksın ki, sürekli yalnız olan insanda özellikle kalabalıkta yalnız duran insan da gizemli bir yan vardır. Bunun yanında fiziğe dayalı derslerin-meç, jimnastik- haricinde hepsinde çok başarılı olduğu için onu daha da çok merak ediyordum; ancak o öğretmenler hariç neredeyse hiç kimseyle iki dakikadan fazla konuşmazdı. Bu yüzden de herkes onun kibirli olduğunu düşünüyordu. Ben de kibirli olduğunu düşünüyordum, hatta onunla aynı sınıfta olmaya tahammül dahi edemiyordum.

           —Peki, seninle konuşmaya başlamasını nasıl sağladın?

           —Sürekli laf atarak. O ne zaman koridordan geçse ona kızacağı bir şey söylüyordum. Tıpkı bir çocuk gibi. Derste bir şekilde ona takılıyordum; fakat bana hiç öfkelenmiyordu. Tabii ki bu durum benim daha da çok moralimi bozuyordu. Ben de ilgili olduğu konularda ona takılmaya karar verdim, bildiği şeylerde yani. O bir şeyi savunuyorsa ben aynı şeye inansam bile karşı çıkıyordum. Baktım iş böyle olunca konuşuyor. Böyle yapmaya devam ettim. Aslında, onu böyle zorlarken kendimin de geliştiğimi fark ettim. Onun konuşmama nedeninin aslında kimsenin ilgilendiği, hoşlandığı şeylerden bahsetmemesi olduğunu bu yüzden de kimseyle konuşmadığını fark ettim. Artık dost olduğumuzu da şöyle anladım, o önceden hiçbir izin gününde dışarıya çıkmamıştı. Bir gün onu izin gününde kahve içmeye davet ettim. Bunu düşünmeden kabul etti. 

           Gökhan, bir şey anlamıyordu yine de ara ara söyleniyordu:

           —Siz kulaklarımın dibinde ne konuşuyorsunuz? Sesinizi biraz alçaltabilir misiniz?

Ahmet: 

—Ben ikinizi de seviyorum. Bu yüzden bir gün aranızda çıkan tartışmalar yüzünden kavga edeceksiniz ve bir daha üçümüz bir araya gelemeyeceğiz diye korkuyorum.

İbrahim, önce omuzundan aşağıya düşen Gökhan’ın kolunu düzelti sonra Ahmet’e baktı ve gülümsedi:

—Biz mi? Hayır, mösyö yanılıyorsun seninle bile kavga edebiliriz biz; ama aramızda etmeyiz. Bazı insanlar sürtüşmeyle anlaşmaktan ve şakalaşmaktan daha çok hoşlanırlar. Önemli olan insanların birebirlerini tanımasıdır. Sana şöyle söyleyeyim eğer bir kadına, kadında senden hoşlanıyorsa gülümseyerek güzel yerine çirkin diye hitap etsen bile daha çok hoşuna gidip, daha çok eğlenebilir. Bu birbirini tanımak ve söyleme şeklinle alakalıdır. O benim gerçekten kızgın yüzümü bilir, öfkeli sesimi bilir ve ben de onunkini bilirim. O yüzden mösyö korkmana hiç gerek yok

—Size normal geliyor; fakat bana normal gelmiyor bu tip ilişkiler. Bana bu tip ilişkilerin temelinde her an patlamaya hazır bir bomba var gibi geliyor.

Laz İbrahim:

—Belki de heyecanı buradadır ya. Bildiğin beyefendilere bak ve onları izle. Bir yere girince, bir yerde otururken, bir yerde duruyorken insan ilk önce etrafını kolaçan etmemeli. Hangi muhitten kim var kim yok, şuradaki oturan beyefendi ne giyinmiş, aramamalı gözleri. Kendi rahatına bakmalı. Sokakta redingotlu bir beyefendinin göğsünü gererek yürüdüğünü izlerken ben bile kasılıyorum. Acaba o beyefendinin hali nedir? Sence o tip insanlar birbirlerini bizden daha mı iyi tanıyorlardır, ilişkileri bizim altına bomba konmuş ilişkimizden daha mı sağlamdır? Ben hiç de öyle olduğunu düşünmüyorum, arkadaşlarım nerede kasılmak istiyorsa kasılsınlar, benim yanımda rahat olsunlar yeter. Rahat hareketleri beni sinirlendirebilir, kırabilir; ama en azından ben tanırım onu. Bu sayede ileride bir şey yaptığında yıllardır bir yabancıylaymışım gibi şaşırmam.

Ahmet:

—Seninle ben bu konuda farklıyız. Ben ne kadar seversem seveyim birini, ona her gizimi açamam. Ne kadar iyi arkadaşım da olsa, şakayla yaptığını da bilsem bana hakaret etmesine izin veremem.

Caddenden ara sokağa girdiler, varacakları Hotel Plaza sokağın sonunda bütün çirkinliğiyle duruyordu. Beş katlı ve geniş ahşap bir binaydı. İlk yapıldığında rengi beyaz olmalıydı; şimdi rengi koyu gri haline gelmişti. Ön cepheden sokağa yansıyan ışıklara göre hotel ya yarı yarıya doluydu ya da müşterileri uyumuştu. Yolun karşısına geçip, hotelin ardına kadar açık olan üzerindeki tokmağı paslanmış ahşap kapısından içeri girdiler. Resepsiyondaki adam alışmış olacak ki Gökhan’ın homurtularının sesinin yüksek olmasına rağmen uyumaya devam etti. Gökhan ve İbrahim’in iki kişilik odaları ikinci katın ortalarında olan, on numaralı odaydı. Artık önlerinde yalnızca bir engel kalmıştı o da dar, tahta ve dairesel merdivenler. Ahmet, yukarı çıkarlarken merdivenlerin en solunda duruyor ve parmaklıklardan tutunup gücünü topluyor ve dengesini daha iyi sağlıyordu. İbrahim ise ne zaman zorlansa sağ elini duvara dayıyordu, en zor kısım ilk katı çıktıktan sonraki dönemeci atlatmaktı; çünkü burada mesafe genişlediği için İbrahim duvardan destek alamıyordu. Zar zor merdivenlerden çıkıp odaya girdiler. Odada iki tane tekli yatak ve yatakların ortasında iki gözlü küçük bir çekmece vardı. Odaya vardıklarında ikisi de çok yorulmuştu ve Gökhan’ı kapıya yakın olan yatağa yatırıp, ayakkabılarını çıkardılar. Sonra ikisi de diğer yatağın üzerinde oturmaya başladı. Birden İbrahim ,‘’Acaba Gökhan saatlerdir neler hamurdandı’’ deyince gülmeye başladılar. İkisi de bugün yaşananları ileride anlatılacak ve anlattıkça eğlenilecek anılar olarak görüyordu.

Gülmeyi bıraktıklarında saat artık çok geç olmuştu ve neredeyse güneş doğmak üzereydi. Ahmet, İbrahim’le ısmarlaştılar. Dışarıya çıktığındaysa güneşin aydınlattığı tepeler kızıllaşmaya başlamıştı. Etrafına bakındıktan sonra sokağın köşesinde arabasının içinde uyuya kalmış olan, arabacıyı kaldırmaya gitti. Araba, bu muhitlerde her zaman kolaylıkla bulunabiliyordu. Sokaklar tam boş olmakla beraber hâlâ bazı köşe başlarında muhabbet eden arkadaşlar da vardı. Şehirin kızıl ve serin sabahı insan gürültüsünden olabildiğince uzak ve huzurluydu. Arkada kalan güneş yavaş yavaş Suriçi’ni aydınlatmaya başlamıştı. Yalnızca, Eminönü’ne gelince martıların şarkısı sessizliği bozmaya başladı. Ahmet, mavi kapının önünde inip, arabacıya ücretini ödedi. Teyze ve eniştesini uyandırmamak için kapıyı yavaşça açtı, merdivenlerden çıkınca kendisini karşılayan köpeklerin başlarını okşadı ve içeriye girdi. Odasına çıkan merdivenlerin üzerinden çok sessiz bir şekilde yürüdü. Odasına girdiği gibi yatağa girdi ve hemen uykuya daldı…


[1] 1910.

[2] Arabacı.

[3] Kılıç.

[4] İskender ve Napolyon’un atlarının isimleri.

[5] 31 Mart Vakası.

[6] İttihat ve Terakki Cemiyeti beş koldan oluşur. Kollardaki üyelere ise sırasına göre numaralar verilirdi.

[7]Sarah Bernhardt. Fransız tiyatro oyuncusu.

[8]1858-1913 yılları arasında yaşamış Ermeni asıllı Osmanlı bestecisi.

[9]Alexandre Dumas'nın 1844 yılında tamamladığı tarihi-macera romanıdır.

[10] Fr. Şapka tülü. Duvak.

[11]Fransız şair Paul Verlaine’in Türkçeye ‘’İçli Görüşme’’ adıyla çevrilen şiirinden. “Yürüyorlardı alanda böylece, dinliyordu onları ıssız gece.’’

[12] Fernand Mondego, Monte Cristo Kontu romanında Edmond’a iftira atarak aşıkları birbirinden ayıran karakter.

[13]Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi’nden. 

[14] İttihat ve Terakki, hücre tipi bir örgütlenmeye sahipti bir gruptan; ancak bir kişi daha üst kademelerden bildi alır ve diğer üyelerden haberi olurdu. Böylece herhangi bir sorunda hızlı çözülme ve dağılmanın önüne geçilmiş olurdu.

[15] Omuzdan belin yarısına değin inen pelerini olan kolsuz palto.