"Durup düşündüğümüzde bir hafta neydi?

Pazartesiden Pazar'a kısa bir döngü. Sonra yine Pazartesi..."

                                         Büyülü Dağ - Thomas Mann 




Sobadan yansıyan korgölge, yerdeki pırtıların arasında kızıl bir dans tutturmuştu. Çaydanlıktan kurtulan buhar, dükkanı billur bir odaya çevirmişti. Dışarıda hâlâ dünya var mı şüpheliyim. Hava soğuk. Çay demlemem gerek...

Bu pırtı deryasında yakın gözlüğümü arıyorum. Kim bilir günde kaç defa. Eskisi de buralarda olmalı, hatta ondan da eskisi. Yeniyi evde unuttuğumda, üst üste pek de güzel iş görüyor aslında. Daha da net gösteriyorlar sanki. Bazen de üçü bir olup saklambaç oynuyorlar böyle.

Tahir Bey, makinenin başında tutulmuş belini zar zor doğrultuyor. Sobanın üzerinde bitmeye yüz tutan çay suyunu yenileyip, sarsak adımlarla çalıştığı masaya dönüyor. Nadide Hanımın döpiyesinin yarısı, her daim sıcak ütünün yanında etek baskısını bekliyor. Kalanı ise, emektar dikiş makinesinin dişleri arasında. Bugün teslim edilmeli. Gülkurusu tonları ne de güzel yakışıyor, zevkli kadın vesselam, diye aklından geçirirken, dalgın dalgın tüvit kumaşı okşuyor. Makinenin başına otururken bir ses duyduğunu sanıp, buharla örülü cama bakıyor. Hayır kimse yok. Bazen dikişin bitimsiz sesi arasında kapının çalındığını, camın tıklatıldığını duyar gibi oluyor. Bu defa değil. Kabul etmese de, makinenin hızını kontrol etmekte zorlanıyor artık. Dikişler eskisi kadar düzgün değil. Neyse ki tüvit çok iyi sır saklıyor.

Son dikişin ipini kesip, hesapsızca masanın üzerine bıraktığında açık kalıyor makasın kolları. Terziliğin en uğursuz ânıdır bu. "Makas açık kalırsa, annen baban kavga eder" demişti, sürfileyi öğretirken ustası. O da, 'Bizimkilerin makası, ne zamandır açık duruyor acaba?' diye geçirmişti küçücük aklından. Makinenin yanında duran katlanmış mendile takılıyor gözleri. Üzerindeki lekeler, kırmızıdan kahverengine kadar benek benek. Her birinin sızısı parmak uçlarının hafızasında sanki. "Demek ki insan eline iğne batıramayacak kadar ustalaşamıyor" demişti boyuna bosuna bakmadan. "Hiç mi derdi yoktur sanırsın terzinin ya da hiç mi sevdiğini geçirmez aklından?" diye, kırık bir sesle sitem etmişti ustası. "Yeter ki diktiğine bulaştırmayasın kanını, hele de çeyizse..."

Ütüye geçtiğinde kapının çıngıraklı namesi Tahir Bey'in dünyasını doldurdu. Arkasına dönünce, kendisindeki gibi yemyeşil gözlerle karşılaştı. "Çırak arıyormuşsunuz" dedi küçük çocuk. Adamın gözleri kendinden şüphe edercesine ilan aradı camlarda. Ama hayır henüz asmamıştı ilanı. Hatta kaç gündür niyetlenmişti de komşu esnafa söylemeyi unutmuştu. Sabah Halide Hanım'a söylemişti de, konu komşuya ağzından mı kaçırmıştı kadın. Çocuk adamın yüzündeki dalgalanmadan sıkılmış olacak ki "çırak arıyormuşsunuz" diye tekrar etti, bir serçe kadar asabi.

Tahir Bey'in önce yere düşen bakışları onayladı çırağı, sonra hafifçe süpürgeyi işaret eden gür kaşları. Kaptı süpürgeyi serçecik. Önce dükkanın önünü temizledi ardından çayı demledi. Toz kalkmasın diye süpürmedi içeriyi, minicik elleriyle topladı dört bir yana dağılmış ebemkuşağı kumaş kesiklerini. Aralarda bulduğu iğneleri de tek tek getirip mıknatısın gövdesine sabitledi. Nadide Hanım'ın döpiyesi biraz daha bekleyecek. Belli ki çırak çıraklıkta tecrübeliydi ama bilmiyordu ki ustası ustalıkta acemi... Çocuğu seyretmekten iş yapamamıştı Tahir Bey. Neden sonra kendine gelip, çiçekli perdeyle örtülü raftan bir ince belli aldı kendine, serçeye de bir süvari. Finger de gelince sehpaya, sallanmaya başladı serçenin yere zor değen potinleri.

Bundan sonrası paris puanlar, ciğer deldiler, sarhoş bacakları, nakış makasları, dikiş yüksükleri...

Çırağın adımlarını her geçen gün büyüttü zaman, Tahir Bey'inkileri küçülttü de küçülttü. Tıraş sabunundan arta kalan çehresi, Halide Hanım'ın aynaya iliştirilmiş sureti ile karşılaştı bir gün. Her sabah tekrar tekrar anlattığı dükkandan ve çıraktan hiç bahsetmedi bu sabah. Kahvaltı edip döküldü sokaklara, yıllar yılı gidip geldiği yollara.

Tanıdık kimseye rastlamadı Tahir Bey yol boyu, hiç de yadırgamadı. Ezbere bildiği tabelaları ilk defa okudu bir bir: Bizim Kasap, Huzur Pansiyon, Altın Makas Terzihanesi, Parizyen Kuaför... Tam da buraya kadar yetmişti aslında nefesi, ayakları parka gitmek için direnmeseydi. Banka oturup serçeleri beslemeye başladı Tahir Bey. Kuşlardan biri gelip cesurca dizine kondu. Bir ışık yaktı sanki kuş yaşlı adamın zihninde. Ustasını hatırlattı ona, işe başladığı ilk günü:

Kapının önüne geldiğimde dışarıdaki soğukla, içerideki sobanın sıcağı elbirliğiyle dükkanı billur bir odaya çevirmişti. Çıngıraklı kapıyı açıp içeri girdiğimde, terzi arkası dönük ütünün başındaydı. Gözlerini kısarak bana dönünce "çırak arıyormuşsunuz" dedim. Adam galiba dediğimi anlamadı, neyse ki dizlerimdeki titremeyi de...

Bütün camlarda gözlerini gezdirdi terzi. Birkaç kez indi kalktı gür kaşları. Dayanamayıp yeniden kurdum aynı cümleyi: "Çırak arıyormuşsunuz."        

Gözleriyle onayladı beni, sonra başıyla süpürgeyi işaret etti. Hemen kaptım süpürgeyi. Önce dükkanın dışını temizledim. Çok üşümüştü ellerim, ama beni mızmız bellemesin diye hemen şikayet etmedim. Bir koşu sobanın üzerinde kaynayan çayı demledim. Kaldırımdan biraz toz kalkınca içeriye sürmedim süpürgeyi. Kumaş pırtılarının hepsini ellerimde topladım. Aralarında bulduğum iğneleri de tek tek getirip mıknatısa bıraktım. Ne de güzel kaptı iğnelerin hepsini... Mıknatısa her uzanışımda ne yapıyorum diye baktı gözlüklerinin üzerinden ustam. Koyu pembe bir ceket ütülüyordu, ben etrafta koştururken. Arada bir "bunun bugün yetişmesi lazım" diyordu kendi kendine.

Temizlik bitince, raftan iki bardak aldı ustam. Biri küçük saplı, biri ince belli. Çayları doldurdu, bir de çıkardı ceketinin cebinden fingeri. Ne ellerimin soğuğu kaldı ne de dizlerimin titremesi.