Günaydın


Yüzüne vuran gün ışığı ve tahta barakanın aralarından sızan rüzgarın ince ayazıyla uyandı. Göz gözü görmezken kendini buraya atabildiği için çok şanslıydı. Gerçi bir yer bulamasaydı da soğuğun kemiklerine işlemesine izin vermezdi. Veremezdi. Yolculuğunu belki on kat daha zorlaştıran, bir vagon haline getirilmiş olsa da ağırlığıyla yüküne yük katan kutusuna ve kutunun üstünde unutulmuşcasına yatan, sökükleri her tarafında yaşanmışlık kaydı tutarmışcasına dağılmış çantasına uzandı. İçinden çok sevdiği bakır cezvesi ve ince çekilmiş kahve poşetini aldı. Birçok kahveyi denemiş, en nihayetinde en iyi kahvenin Türk kahvesi olduğuna karar vermişti. Bir de espresso. Kahvesini güzel demlenmesi amacıyla her daim soğuk suyla yapardı. Karlar altında bir bölge olan Ayaz Etekler’de, en azından şimdilik, eksikliğini çekmeyecekti. Barakanın toprak zeminini eşeleyip küçük bir çukur açtıktan sonra, çürümeye yüz tutmuş kuru duvarlardan birkaç parça tahta koparıp çukura bıraktı. Nasıl olsa terk edilmiş bir barakaydı ve kendinden başka hiç bir manyağın yolu buraya düşemez diye düşünüyordu. Çukurun etrafına eski öğretinin simgelerini işledi. Bir bakıma büyü olarak düşünülebilecek bir şeydi bu. Cadılık ve büyücülük gibi saçma dogmalardan değildi tabii ki. Mantıkla bağlanmış hiçbir şey bu deliliklerle bir tutulamazdı sonuçta. En azından Barkın böyle düşünüyordu. Ona göre bir bilimdi bu. Akan bir nehrin yönünü biraz saptırmak gibi, akışa yön vermekten ibaretti. Tek bir alfabesi ya da yöntemi yoktu. Akılla işlenmiş olması yeterliydi.

Çizdiği çemberin üstüne çakmağını çakıp tek bir kıvılcımla ateşe verdi tahtaları. Zaten kurumuş olan tahtalar ağaç cesedi olmaktan ötürü barındırdıkları tüm canlılığı kendilerini kavuracak olan ateşe dönüştürmüş, bu sırada da iyice kurumuşlardı. Bu dağa gelmesindeki asıl sebep de buydu. Bu dağda farklı bir şeyler vardı. Enerji akışının en kontrolsüz olduğu yer burasıydı. Cezveyi karla doldurup iyice sıkıştırdıktan sonra, duvarda açtığı delikten gideceği yola baktı. “Dünya…” Ağzından çıkan sözcükler sisli buharla havaya karışıp dondurucu soğuğu gözler önüne serse de, onun titremesi soğuktan değil, anımsadığı bir rüya parçasından ötürü gelmekteydi.


Karla Süslü Kanatlar ve Ayaz Etekler


Kahvesini alıp yeni penceresinden seyre daldı. Karmaşanın merkezi olsa da, aslında olduğu için, inanılmaz manzaralara ev sahibliği yapıyordu Altmir Dağı. Yani canına kastedilmediği sürece keyifli bir yer gibiydi. Dağın kendisine ulaşmak bir hayli zor olmuştu aslında. Ancak geldiği anda, gelmek zorunda olsa da, buna değdiğini anlamıştı. Sıcak patikaları aşıp daha yerden yükselmeye bile başlamamışken bir anda buz kesmişti etrafı. Gözle görülür bir geçiş vardı. Bir yanda yeşil ağaçlar, çiçekler ve böcekler; öteki yanda karla kaplı araziler. İlk şaşkınlığı üzerinden atıp bir süre yürüdükten sonra eline bir kelebek konmuştu. Büyüyle uğraşan biri için bile şaşırtıcı, daha önce görmediği bir şeydi. Kelebek tamamen kardan oluşuyor, kristal deseni bütün vücudunu süslüyordu. Konduktan biraz sonra erimiş ve toprağa dönmüştü. Üzülmüştü Barkın. Onların hayat döngüsü de böyleydi demek ki. O kelebek hiç sıcak bir canlı görmemişti, en azından onun kadar sıcağını. Barkın da soğuk bir canlıya rastlamamıştı, onun kadar soğuğuna. Birbirinden habersiz sıcakla soğuğun bu şiirsel buluşmasında, soğuk, sıcağına sarılıp son bulmuştu. Zihnine not düştü, ne kadar tatlı olsalar da kelebeklere dokunma. Eriyorlarsa yani.

Bu karşılaşmadan sonra bir süre kendi kendine saçmalayarak yürümeye devam etti. Boş edebiyat yapmaya devam edip yürürken başka bir canlıya rastlamadı. Böyle yürümeye devam ederken ani bir fırtınaya yakalanmış, yarı sürüklenerek can havliyle kendini bu barakaya atıvermişti. Şimdi ise kahvesini içip kardan sütunları izliyordu.

Penceresine bir kelebek konuverince gülümsedi. “İyice dindi heralde”. Kahvesini bitirdi, cezvesini ve bardağını karla temizleyip çantasına tıkıştırdı. Çantasını sırtlayıp, yükünü de aldıktan sonra çıktı barakadan. Önünde uzun bir yol ve kardan sanat eserleri vardı. Sütunların birinde gezen küçük bir hayvan çarptı gözüne. Dikkatli bakınca mavi çizgileri olan beyaz bir sincaba benziyordu. Çok güzeldi! Neşelendi ve yükünü çekiştirerek patikada ilerlemeye başladı. Güzel bir yolculuk olacak gibiydi. “Çok tatlı değiller mi?”


Bir Hikayenin Sonu, Bir Diğerinin Başlangıcı


İçini kemiren yalnızlık ve umutsuzluk hissini unutmuştu. Daha yolun başları onu bu kadar etkiliyorsa, devamı nasıldı acaba? Ani neşesi karnının gurultusuyla kesildi. Hayat, bütün acımasızlığıyla, bir peri masalında olmadığını fısıldadı ona. Bu soğuk topraklarda pek bir şey yetişiyor olamazdı. Eğer bütün hayvanlar da, ki bu tatlı yaratıkları avlamayı göze alabilirse, pişmek yerine erimeye meyilli gibi duruyorlardı. Kafasını iki yana salladı. Moralini bozmak için daha çok erkendi. Bu garip yerde yetişen garip meyveler olabilirdi! Zehirli değillerse tabi. Biraz erzağı vardı sonuçta. Bir şekilde hallederdi. Çantasından çıkardığı kuru bisküviyi kemirip yoluna devam etti. Soğuk, karlı yolları eşeleyip olabildiğince yaşam belirtisi varmış gibi gözüken yolu tercih etmeye çalıştı. Bir yandan da gördüğü ve düşündüğü şeyleri küçük notlar halinde kaydediyordu. Bu sayede hiç bir şeyi unutmayacak, vakti olduğunca uzun uzun yazacaktı. O sırada önünden geçen kristal çalıyı mesela. Sanki western filmlerinden kopmuş bir şakaymış gibi yuvarlanarak geçti önünden. Tebessüm edip yoluna devam etti. Bir yol arkadaşı olsa iyi olurdu aslında. Belki kardan kediler ortaya çıkıp eşlik ederdi ona? Peki onları sevmeye kalksa, parçalanıverirler miydi? Kardan bir kediyi sevene kadar köpeklere dokunmamaya karar verdi. Mutlu bir köpek sevgisinin kurbanı olursa eğer, orta yerinden yarılır, mahvolurdu. “Üzgünüm kedicik”. En azından bütün hayvanlar böyleyse kendini korumak çok da zor olmazdı. Köpekten ziyade kurtlarla karşılaşması çok daha olası bir durumdu nihayetinde. Titredi. Bu sefer soğuk vurmuştu içine. Vücut sıcaklığını korumak için ilk fırsatta daha iyi önlemler alacaktı. İleride bir orman ve ormandan ayrı yalnız bir silüet gördü. Oturup biraz nefeslenebilirdi belki. Karda yürümek, arkasına dönüp çektiği yüke baktı, özellikle onunla bir hayli yorucuydu. Yolun devamının daha az karlı ve mümkünse ılık olmasını umdu. Brokoliye varıncaya dek yürümeye devam etti.


Brokoli?

Oturup yerleştikten sonra kıkırdadı. Genelde brokoli “ağaca benzer” bir sebzeydi. Gövdesiyle birlikte tamamı yeşil olan bu ağaç ise devasa bir brokoliye benziyordu. Oturduğu yerde rahat etmeye çalışıp ağaca yaslanırken sürekli gıdıklanıyormuş gibi hissediyordu. Sinir bozucu bir hal almıştı bu durum. Dönüp eline ba-

“Aaa! Karınca!”

Ayağa fırlayıp şiddetle silkeledi üstünü. Sinir bozucu iğrenç böcekleri takip etti gözleriyle. Sanki eksikliği varmış gibi kar tanelerini toplayıp ağacın içine götürüyorlardı. Zemin yuva yapmaya pek müsait olmadığından olsa gerek, ağacı ev belleyip her yerini delmişlerdi. Karıncaları severdi sevmesine de, uzakta oldukları zaman severdi. Bu küçük şerefsizler fırsatını bulsa bir insanı bile kemirip parça parça götürürlerdi. Hayal etmesi tuhaf bi düşünce. Koca brokoliyi karıncalarıyla yalnız bırakıp çok da uzakta olmayan ormanda dinlenmeye karar verdi. Hem yiyecek bir şeyler de bulabilirdi belki. Brokolinin gövdesine dostça vurup, karıncalara da düşmanca bir bakış attıktan sonra kara yapraklarıyla korkunç bir enerji yayan ağaçların oluşturduğu koruya doğru yol aldı. Ormanda kamp kurup biraz da dinlenecekti. Isınmak için ateş yakması biraz tehlikeli görünse de, normal bir ateş olmadığı sürece önemi yoktu. Koruda bir süre ilerleyip bir ağacın dibine bıraktı eşyalarını. Karşısındaki bir diğer ağacı gözüne kestirip etrafına çizdiği çemberle ateşin yayılmayacağından emin olduktan sonra, gövdesine simgelerden bir mühür işleyip ateşe verdi ağacı. Eşyalarının yanına yaslanıp uykuya daldı sonrasında.


Mavi bir Ağaç


Uyandığında ateş çoktan sönmüştü. Hatta sanki yandığını unutmuş, hiçbir şey olmamış gibi dikiliyordu yerinde. İçini kaplayan garip bir his yüzünden pek de umursamadı bunu. Gitmesi gerekiyormuş gibi bir his. İki adımda çıktı “orman"dan. Daha büyük görünmüştü aslında gözüne. Dönüp de arkasına baktığında ağaçların yerinde yeller esiyordu. Önünde, biraz ilerisinde parlayan bir şey dikkatini çekti. Süzülüyormuş gibi hissetti kendini yürürken. Etrafını birden ortaya çıkan kelebekler ve sincaplar sardı. Hep birlikte yürüdüler ağaca doğru. Gözleri ışığın ardında mavi ağacı seçmeye başladığında bütün hayvanlar eriyiverdi. Eridikleri yer kararmış, kartlaşıp kurumuştu. Daha öncesinde böyle olmamıştı… Mavi ağaca dokunduğunda gözleri kamaştı. Bir anlığına, sanki dünya gözlerinin önündeydi. Ellerini uzattı, kavramak istedi onu. Bir ışık huzmesiyle dağıldı görüntü. Hüzünlendi. Çekebilseydi eğer, bütün yeşilini çekerdi içine. Ama kayboluvermişti artık. Bütün gücünü kaybetti dizleri, yığıldı olduğu yere. Sanki emmişti ağaç bütün enerjisini. Hiçbir şey hissetmedi sonrasında. Çıtırtı sesleri duyuyordu. Kara alevler sarıyordu çevresini. Ağaç alevlerin arasında kaybolurken uzakta tanıdık bir silüet gördü Barkın. Sonrasında silüet yabancı hissettirdi ona, tanımıyordu onu. Gürültülü bir ses kara cehennemi ikiye yardı. Bağırıyordu. Ona mı sesleniyordu acaba?

İrkilerek uyandı.



Kara Orman’ın Ayısı


—Heey!

—Ha?!

—Kalk çabuk!

Elinde ağırca bir balta taşıyan kıllı bir adam, tutmuş baltasının kafasını, ucuyla dürtüyordu onu. Kirli sakallarıyla bürünmüş yüzü tehditkar gösteriyordu onu, uzun saçlarıysa güvenilir. Göz çevresi garip bir şekilde siyahtı. Sürme çekmiş gibi duruyordu adeta. Ama sürme olmadığına emindi.

—Manyak mısın? Kalksana!

—Tamam tamam kalktım! Kimsin sen? Derdin ne?

—Dibinde ağaç yanıyor, sense iki seksen yatıyorsun dingil!

—Biliyorum! Ben yaktım onu!

—Öyle mi dalyarak! Ne çeşit bi gerizekalısın peki sen?

Sözcükler daha o tartamadan ağzından çıkıvermişti. Tabi böyle derdi. Sık ağaçların bulunduğu bir yerde bırak küçük bir ateşi, koca bir ağaç yakılır mıydı! Uyku sersemliği ve şokun etkisiyle söylemişti ne söylediyse. Adam da iyice sinirlenmiş, kendisini gebertmek için küçük bir bahane arıyormuş gibi bakıyordu. 

—Yanlış anladın birader, dur anlatayım.

Adam biraz olsun sakinleşip kollarını kavuşturdu. Şüpheli gözlerle izliyordu onu. Çantasından bir kalem çıkarıp yere küçük bir daire çizdi, simgelerle işledi çemberi. Sonrasında yanan ağacla arasına simgelerle bezeli bir çizgi çekti. Bir anda, yeni çemberde yanacak hiçbir şey olmasa da küçük bir ateş ortaya çıktı. Adam, sanki çok normal bir yerde yaşıyor da, hayrete düştü.

—Ateşin yayılmayacağından emin olabilirsin. Peki, kahve sever misin?


Kara Orman’ın Korucusu


İsminin “Mustafa” olduğunu öğrendiği adamla ateşin etrafında oturup sohbet etmeye başlamışlardı. Mustafa’ya kısaca büyü kullanarak ateşin etrafa yaydığı enerjiyi kısıtladığını bu yüzden yangına sebep olamayacağını anlattı. Büyü konusu Mustafa’yı heyecanlandırmıştı. Hemen altın bir heykelinin yapılıp yapılamayacağını sordu yeni tanıştığı Barkın’a. Maalesef ki bu imkansızdı. En azından yüklü miktarda altın ve kara büyü kullanmadan. Mustafa hayal kırıklığına uğradı.

—Peki napıyorsun evinden bu kadar uzakta, tek başına?

İç çekti

—Arkamdakini, dağın tepesine taşıyorum.

—Ne var içinde?

—Bunu söyleyemem. Görsen de anlayamazsın zaten.

—Neden taşıyorsun?

—Çok… Önemli çünkü. Bak bunu anlatabileceğimi sanmıyorum. Bir şekilde oraya ulaşmam lazım işte.

—Lavgar adamsın. Çok yaşamazsın böyle.

—?

—Yaktığın kocaman ağacı görmüyor musun? Işığa benden bile tehlikeli, yok yok o kadar değil de yine de tehlikeli hayvanlar üşüşebilirdi. Ve yetmezmiş gibi dibinde uyuyorsun!

—Evet… Hepsi kardan değil mi bunların? Ateşe gelmezler demiştim.

—Ha! Hayır tabi ki, kurtlarla karşılaşsaydın görürdün karı!

Kurtlar gerçekten varlarmış yani… Karnı guruldadı.

Mustafa çantasını aralayıp içinden çıkardığı şeyi Barkın’a fırlattı.

—Tut!

Mavi bir elmaydı bu! Çok güzel görünüyordu. Bir ısırık aldı. Yediği en güzel meyveydi bu! Ekşi aromasının ağzına yayılışı… Mustafa da insan gibi yeseydi eğer elmasını, daha bile güzel olabilirdi. Haşırt huşurt. Elmayla ilişkiye giriyordu sanki. Yine de rahatsızlığını belli etmedi.

—Nasıl?

—...

Ağzındaki lokmayı yutup cevap verdi:

—Yediğim en lezzetli elma! Belli ki sen de çok seviyorsun…

—Tabii.