Aslında tez konusu olabilecek akademik birkaç konuyu kara komedi tarzında işleyen bu film en temelde Amerika’da siyahilere uygulanan ırkçılığın kalıntılarına ve Amerika halkının ne kadar yüzeysel, basit bir sanat algısının olduğuna odaklanıyor. Beyaz Amerikalıların Afroamerikalıları görmek istedikleri bir şekil, onlara atadıkları bir statü var. Bir Afroamerikalı nasıl olmalı sorusunun beyaz Amerikalılar nezdinde hazır cevapları: bir kere kriminal olmalı, suça meyilli, ağzı bozuk, uyuşturucu müptelası birer asi olmalılar. Bunun dışında bir siyahi tanımı onlara pek makul gelmiyor.


Monk hem bir yazar hem de yazar eğitimi veren bir okulda eğitmendir. Tüketim kültürü ile yetişmiş öğrencilerine işin inceliklerini kavratmak çok zordur. Zaman zaman tahammül sınırları zorlanır ve eleştirinin ölçüsünü kaçırır. Bu yüzden de okuldan geçici olarak uzaklaştırılır ve ailesini ziyarete gider. Bu sırada bir fuarda yine siyahi bir kadın tarafından yazılmış çok basit bir romanın kültler arasına girdiğine şahit olur. Kendi edebi eserleri ise pek okunmamaktadır. Ailesinin yanında iken annesine bakan kız kardeşi ölür ve aile evinin sorumlulukları ile annesinin bakımı kendi üzerine kalır. Bütün bunlar olurken Monk’ın aklında sürekli o basit kitapların nasıl başarı kazandığı vardır. Monk bir akşam o basit kitaplardan birini yazmaya başlar. Kitap kısa sürede biter ve yayıncısına gönderir. Yayıncısı kitabın dâhiyane olduğunu, filmi çekilmek üzere yayın haklarının fahiş bir fiyata alınmak istendiğini söyler. Monk bir taraftan hayatının şokunu yaşarken diğer taraftan kendini yukarda belirttiğim kriminal siyahi tipolojisinde uydurmaya çalışırken bulur.

 

Üzerine derin düşünüldüğünde ilginç bir durum var. Irkçılık kafamıza asmak, kesmek, sürgüne göndermek şeklinde kodlanmış. Ama aslında bir insanı veya topluluğu sosyal hayattan izole etmek, statü atamak, belirli bir şekilde görmek de ırkçılığın farklı boyutları. Referans noktası Hitler Almanya’sında şahit olduğumuz kurşuna dizmek, toplama kamplarında soykırıma maruz bırakmak gibi uygulamalar olunca da görece daha soft olan bu durumlar kimseyi pek rahatsız etmiyor. Ama bunlar en temelde Amerika devletinin ikinci dünya savaşı sonrasında siyahilere uyguladığı öjeninin farklı tezahürleri. Film işte bu temel noktaya değiniyor. Başka yapımlarda da sık sık şahit olduğumuz beyaz Amerikalıların siyahilerden özür dilemelerinin kurumsallaşmış hallerini görüyoruz filmde. Bir kurul oluştururken mutlaka siyahilere kontenjan ayırma, siyahilerin suça eğilimlerini hoş görme, onları yüceltmek adına bilim ve sanatı feda etme… Film tam da bu son söylediğime odaklanıyor. Monk’ın ‘çöp’ diye nitelediği romanı edebi çevrelerce şaheser olarak görülüyor üzerine bir filmi yapılmak isteniyor. Monk bu durumu filmin bir noktasında ‘Siyahi travma pornosu’ diye niteliyor.


Filmin eleştirdiği diğer bir nokta tüketim kültürünün edebiyat dünyasında yarattığı deformasyon. Filmin ilerleyen bölümlerine Monk önemli bir ödül için jüri üyeliğine seçiliyor. İroni o ki en iddialı eser kendisinin yazdığı ve ‘çöp’ dediği ‘Fuck İt’ isimli kitap. Monk kitabı kötülemek adına her şeyi yapıyor, kendi jüri arkadaşları ile kitabı tartışıp onları bu yanlıştan döndürmeye çalışıyor ama nafile. Kısa sürede yarattığı ‘çöp’ bir anda edebiyat dünyasının gözdesi oluyor. Buradan hareketle insan dürtülerinin beğeni kriterlerinde ne kadar etkin olduğu vurgulanıyor. Filmin bir yerine Monk ‘Ne kadar aptal gibi davranırsam o kadar zengin oluyorum’ sözleriyle bu duruma isyan ediyor. Filmin sonunda ise Monk artık pes edip hem kitaptan kazandığı parasının tadını çıkarıyor hem de filme danışmanlık yapıyor. Burada ise tüketim kültürünün zaferini görüyoruz.


Film sadece ufak çaplı olaylar ve senaryo üzerine ilerliyor. En güçlü yanı bu orijinal senaryosu. Buraya bir Oscar gelirse şaşırmam.