Başlık bağdaşım kurduğum mu, yoksa bağdaştığım mı, orasını bilemiyorum. Muvaffak olamadım ya da oldurulamadım. Hayat, ilk nefes ile başlıyor ise yaşam ilk düşünme ile başlıyor. Özgürce yaşamanın birileri tarafından bize verileceğini düşünmek kolaya kaçmak olur ve kurulan bu düşünce yanılsamalar ile bezenir ve bizi yanılgıya götürür. Neden hak etmediğimiz şeyleri elde etmeye buncasına uğraşır dururuz da elde edeceğimiz şeyleri hak etmek için hiçbir uğraşı içinde olmayız? Yanılmak aslında çok da kötü bir şey değildir ama başlangıçta… Yanılmalı ama sıyrılmalı o yanılsamadan. Yanılma ile yüzleşmeli ve onu terk etmeli. Doğduğu toprakları terk edebilme; önceleri bir zorunluluk yahut zorluk iken günümüzde hayati amaç, hayal belki de ihtimal, hatta ve hatta umulan haline gelmişse burada bir şeyler ters gidiyor demektir. Önce kendini tanımalı insan; hayatı, hayatını, yaşamı, yaşamını. Sonra toprağı tanımalı. Yurdu, vatanı, vatanını… Etmesin vatanımızdan bizi dünyada cüda. Düşünmeli...


Düşünmek ille de düşlemekten mi doğmalı ya da öyle mi? İnsan kimi zaman, hatta belki de çoğu zaman düştükten sonra başlamaz mı düşünmeye? O zaman düşmekten mi gelir düşünmek? Düşelim ama kalkalım, düşeni de kaldıralım. Düşen de biziz kaldıran da biziz kalkan da. Aklı başına gelmek diye bir deyim vardır. Akıl olmayan değil demek ki gelmeyen başa. Ama hani akıl yaştaki değil de baştaki idi? Bizim başımız mı yok, yoksa aklımız mı? Bizim bu aklı ne yapıp edip düşmeden önce ya da bir tekme üstüne yemeden başa getirmemiz gerek. Düşmeden düşlemeyi, ölmeden önce ölmeyi, konuşmadan önce dinlemeyi öğrenmek için daha neyi bekler dururuz?


Hayat, yaşanırken değil yaşandıktan sonra birilerince -şanslı ise o birilerinden biri kendi olabilir- anlamlı yahut anlamsız olarak değerlendirilebilir. Hep anlamlı olması istenir ama çok az bir ihtimalle anlamlı olması için ciddice istikrarlı bir çaba gösterilir. O yüzden bizden öncekilerin yaşadıkları; biyografiler, otobiyografiler, peygamber hayatları, dini ve ideolojik önderlerin hayat hikayeleri bize çok cazip gelir. Hayret ederiz, dikkat ederiz, merak ederiz, ederiz de ederiz... Çünkü bilgi hayret ile başlar.


Karnımızı doyurma çabası olduğu gibi biraz da aklımızı, fikrimizi, zihnimizi ve ruhumuzu tok tutmak için de çaba harcanabilse... Hayat hikayesi bize yaşanılabilir olanı, belki de yaşanılamayacak olanı söyler. Tecrübe, hayatın gıdasıdır ve büyüdükçe yaşam haline gelir. Bu merakımızın konusu olan her şey tecrübeye dahildir. Bugünden düne bakarak ahkam kesiyoruz ama ya yarın için, yarın için ne yapıyoruz?


Hayatımızın büyük bir bölümü inkar ile geçer. Biliriz, gayrını inkar ederiz. Bilmeyiz, aslını inkar ederiz. Biz sanırız ki bilginin yokluğunda biline yok sayılır, aslında bilinenin yokluğunda bilgi yok sayılandır. Bilinmeden bilinemeyeceği gibi bildirilmeden bilinemez. Karışıklık yazanda değil şimdiye değin kendini dahi bilmeye çalışmayanda.


Mahallesindeki mezarlığın önünden geçen adam kapının açık olduğunu görünce içeriye girer. Uzaktan tuhaf bir çadır görür mezarlığın ilerisinde, önünde bir adam oturuyordur. Görünce adamı kendinden geçer ve bayılır, belki de gözü açılır da gerçekten görmeye başlar. Ya sen? Görüyor musun, yoksa amak-ı hayalde misin?