Hafızama mühürlüyorum anılarımı, bir kez daha, gün batımının ardından. Mühürlediğim anılarsa hep gün doğumundan. Belki yazdan, belki kıştan fakat hep gün doğumundan. Belki fırtınalı bir günden, belki kavurucu bir sıcaktan fakat hep gün doğumundan. Şehir adım adım karanlığa gömülürken temize çekilmeyi bekleyen hatalarım gün ışığına kavuşuyor. Şehrin karanlıkla örtülmesini bir fırsat biliyorum. Kendimi ufak bir sorguya çekiyorum karanlığa bürünen saatlerin ardından. Güneşle boyadığım anılarımla umut damarımı beslemeye çalışıyorum. Hatta maviye boyuyorum bazen, gökyüzü gibi, deniz gibi. Bazen de bulutların rengine… Karanlıkta beliren hatalarımla da korku damarımı besliyorum. Dinç kalmamı sağlıyor bu korku, güçlü hissetmemi, rehavete kapılmamamı... Varlık sebebimi, hayatın amacını hatırlamamı sağlıyor. Umudumun kuru bir avuntuya dönüşmesini istemiyorum. Ölçüleri kaçıracak, aşırıya kaçacak şekilde korkmak da… İşte, bu iki hayat damarımla tutunmaya çalışıyorum yaşama ve korkum da ümidim de aşırılıklarımın önüne geçiyor.


Aslında kendimi tekrarlıyorum bir bakıma fakat bu tekrar anlamsız, gayesiz ya da faydasız değil. Bir döngünün içindeyim fakat bu kısır bir döngü değil. Bu öyle bir döngü ki bir yanımda biraz daha ağır basan ümit yüklü bir kanat, diğer yanımda ise korkunun yer aldığı kanatla uçuyorum. Esasen kanatlarım ağırlaştıkça daha hızlı ilerliyorum, daha hafif hissediyorum. İçimde duyduğum ümit de korku da can oluyor damarlarıma. Yükselmekten korkmamam gerektiğine inanarak ilerliyorum çünkü vazifem bu. Her kanat çırpışta biraz daha ileri, daha da ötesi; biraz daha cesaret, biraz daha gayret… İçimden geçenler bu şekildeyken daha ağır ilerlediğim ya da yoluma biraz daha alçalarak devam ettiğim de oluyor tabii. En nihayetinde aciz bir bedene sahip olduğumu bilerek yol alıyorum ama buna rağmen yükselmem gerektiğini biliyorum. Peki, ne kadar yükselmem gerekiyor? Ne kadar yükselebildim? Aklımda bu sorularla yoluma devam ediyorum. Kanadım kırılsa bile umudumu yitirmemem gerektiğini biliyorum. İşte, bir yandan umudumu kaybetmemek üzere telkinler veriyorum kendime. Diğer yandansa korkumu yitirmemek üzere hatırlatmalar yapıyorum. Rüzgara karşı…


Yer yer dengelerde bir oynama hissediyorum. İrili ufaklı sarsıntılarla karşılaşıyorum. Galiba rüzgarın şiddetiyle biraz farklı bir tarafa savruluyorum. Hayır, hayır, gayet de yöneliyorum. Rüzgarın bir suçu yok ki! Yoksa ben o rüzgarı yararak ilerleyecek çaptaki fıtratıma uygun davranmıyor muyum? Bu soruyu şimdlik yanıtlamıyorum, yüzleşmek için şehrin karanlık saatlerini bekliyorum. İşte böyle, hem karanlığa hem aydınlığa doğru süzülüyorum. Hem ileriye hem geriye doğru bakıyorum. Ne kadar yol aldım, bulutların ardında beni neler bekliyor derken hafızama mühürlediğim anılar yetişiyor sanki imdadıma. Gündoğumu ile beliren aydınlık bir nevi ilaç oluyor yaralarıma. Korumam gereken bir denge var, onu da unutmamaya çalışıyorum tabii. Dengeler oynarsa telafi etmek biraz güç olabilir diye olabildiğince temkinli hareket ediyorum. Her ne kadar ümitle dolup taşsam da korkunun da yer alması gereken bir yürek taşıyorum. Bundan dolayı da bir rüzgarın beni savurma ihtimaline karşı dirençli olmam gerektiğini aklımdan çıkarmamaya çalışıyorum. Yönümü şaşırmamak için bu korkuyu da beslemem gerektiğini biliyorum. Görüyorum, ümit de güç veriyor bana, içimde taşıdığım korku da. Bir nevi hız kazanıyorum her ikisiyle de. Netice de tek kanatla uçulmuyor ve ben her kanat çırpışımda bu gerçeği hatırlamak istiyorum.