Bazı şeyler ansızın gelir. Anlara sızıp gelir. Hiç ummadığın anına ışık olur, karanlığına yoldaş olur. Nefes olur. Fakat bazen yanlış anlarda gelir, sızar ve yanlış nefeslere karışır. Bakalım bizim hangi anımıza sızacak ve doğru nefes olabilecek mi?

 


Yaşayan bilir ki panik atak, anksiyete gibi ataklar kişiyi zaman kavramlarından soyutlar. En azından ben öyle düşünüyorum. Canım sıkılınca bir hastalık edinme huyum var. O gün birinin hastalığını gördüysem -bir haber kanalında ya da bir kitaptan bile olabiliyor bu- onu alır kendime katarım. O hastalığı araştırıp ya ben ileride bu hastalığa sahip olursam başıma neler gelir diye düşünmeden edemiyorum. Bunu belki çok boş vaktim olduğundan yaptığımı düşünenler oluyordur. Kimin ne düşündüğü pek de umurumda değil. Hiç ummadığım anda bilmediğim bir hastalıkla baş etmekten iyidir. İçim yavaş yavaş değişmeye, sanki her hücrem yeniden yaratılıyor ve yerlerinden oynuyor gibi hissetmeye başlıyorum. İster etraftaki bütün toz tanelerini saymaya çalışayım, istesem de zibilyon düşünce sarf edeyim, yine de geçmiyor. Kendimi buna inandırdığım için nasıl geçmiyor diye düşünmeyin. Bazılarına göre bu yaptığım bir delilik. Özellikle annem, her gün bu konuda yakarışlarıyla alakalı saatlerce konuşur fakat fayda etmez. Kendimi neyi, neden, nasıl yaptığımı açıklamayı bıraktım. Belki de ben anlatamıyorumdur. Belki de Orhan Veli’nin dediği “duyuyorum, anlatamıyorum” kısmını yaşıyorumdur. Ben de bu yüzden beklentilerimi sıfıra indirdim. Biraz merak ve inanmayışın verdiği kuşku ile bir eğitim buldum: Nefes kontrol eğitimi. Biraz daha derini irdeleyince aslında herkesin ihtiyacı varmış. Bütün organlar doğru nefes alıp verme ile sağlıklı vücuda sahip olur. Uykusuzluk çeken biri her gece yatmadan önce 21 kez doğru nefes alıp verirse sağlıklı bir uyku çeker. Konuyu daha da içselleştirip bu konunun eğitimini veren kamp buldum. Yaklaşık bir saat sonra başlayacak eğitimim tam bir hafta oradaki ekiple kampta kalarak geçecek. Mini bir bavula ne sığarsa mantığıyla her şeyimi tıkıştırıp yerleştirdikten sonra yola çıktım. Çok bir beklentim, hatta beklentim dahi olmadığı fakat meraktan gittiğim ve açıkçası macera maceradır düşüncesinde olduğum için keyfim gayet yerindeydi. Ne de olsa en kötü ne olur. Sonuçta ben de bugün bir panik atak hastayım. Eğer dedikleri gibi bir yerse beni de iyileştirmeleri lazımdı.



Eğitim alanı bir oteldeydi. Vardığımda da ekipteki kişileri kolayca seçip yanlarına gittim. -kolayca dedim çünkü pankartla nefes kontrolü kampı yazan yazıyı görmemek için çaba sarf etmek gerekirdi- Yaklaşık 15 kişi ve 4 eğitmenden oluşuyorduk. Lobide kısa sohbetten sonra herkes odalarına eşyalarını koyup asıl buluşma alanına indi. Rastgele denk gelen oda arkadaşım feci derecede hastalıkları olduğunu odaya girene kadar sıraladı. Tam bir hastalık hastası. Elbette ona gayet iyi olduğumu söylemedim. Ben de hemen panik atak olduğuma dair yalanlar savurmaya başladım, hatta kendimi öyle kaptırdım ki yeni tanışmış olmamıza rağmen kimin hastalığı daha kötü adlı bir konuşmanın içerisine düştük. Bir sonuca varamadık çünkü benim bir hastalığım yok. Belki de sık sık yalana başvurmam sayılabilir ama bunu elbette söyleyecek değilim. Odadan çıkmadan lavanta, biberiye ve gerisini hiç de merak etmediğim karışım yağları koklayıp şakaklarına sürdü ve nihayet odadan çıktık. Çıkarken yanıma küçük not defterimle kalemimi de aldım, burada geçenleri bir bir not almak tek düşüncemdi. -şimdiden söyleyeyim, hiçbir not alamadım-

 

Buluşma alanına varınca eğitmenler kısaca kendilerini tanıttılar. Adı Mücahit olan 41 yaşındaki -yüzü benden genç görünüyor desem yalan olmayacak, korkutucu şekilde sürekli gülümseyen eğitmenden sonra, adının Canan olduğunu öğrendiğimiz, 12 senedir bu alanda eğitim alan, ciddi bir hastalıktan bu şekilde kurtulduğunu iddia eden eğitmeni de tanıdık. Sonrasında sözü bir diğer yaşlı demekte mahzur görmediğim yaşını söylemese de yaklaşık 70 küsur olduğunu düşündüğüm Mehmet Bey de daha diğerlerinin aksine eğitimin bilimsel yanı yerine sûfî konulardan bahsederek kendini tanıttı. Bu biraz merak uyandırıcı oldu çünkü bu olayı tasavvuf ile kafamda bağdaştıramadım ama sorgulamıyorum çünkü önümde sorgulayacağım daha çok şeyler çıkacağını sezebiliyorum. Son eğitmen -kendisine eğitmen demek istemesem de çünkü 17 yaşında olması beni güldürdü- Burak kendini tanıttıktan sonra tekrar sözü Mücahit Hoca aldı:

 

­­—Sevgili yoldaşlarımız, öncelikle buraya kadar gelip bu eğitime gönül verdiğiniz için sizi samimi düşüncelerimle kutluyorum. Eminim kafalarınızda birçok merak ve soru işareti oluşmuştur. Lakin hiç endişeniz olmasın, bu bir haftalık süreci tamamladıktan sonra gayet aydınlanmış ne doğru nefes alıp vermeyi çözerek arınmış olacağınızın sözünü veriyorum.

 

Nefes alıp verme bizi nasıl bir nirvanaya çıkaracak diye sorma isteğim gelmiş olsa da kendimi bastırdım ilk günden kınanan gözlerle bakılıp gitmemek için.

 

İlk gününün biraz sıkıcı olmakla beraber teknik bilgileri beni yordu ve cezbedici bir yanı henüz yoktu. Herkes geniş bir salonun içerisinde ikişerli sandalyelerine oturdu. Eğitmenler sağ ve sol boşluklarımızda aynı sınav sırasında gezinen ve gereksiz heyecan yaratan öğretmen edasıyla dolanıp nefes alıp vermenin bilimsel cart curt bilgilerinden bahsettiler. Konu ilgimi çekmediği için etrafı gözlemeye başladım. Hemen yanımda oturan oda arkadaşım -ismini söylemiş miydim kendisinin, adı Melike olur- heyecanla eğitmenleri süzüyor, bir yandan ayağını hızlı hızlı sallıyordu. Yüzüne müthiş derecede büyük gelen kare gözlükleri, sıska bedenini sarmalayan uzun bordo hırkası ve boynunda eminim birçok gereksiz işe yarayan doğal taş zımbırtılarını takmıştı. Kafamı olumsuz bir edayla sallayıp diğer üyelere baktım ama onlardan da hemen hemen aynı hareketleri sezince izlemeyi de bıraktım. Sonunda çok lazım bilimsel açıklamalar bitince Mücahit Hoca; dudak büzme ve balon şişirme gibi hareketlerden sonra kare nefes egzersizi denilen 4 saniye nefes al, tut ve ver gibi iki hareketten sonra bugünlük eğitimi bitirdi ve odalarımıza dağıldık.  

 

Melike, odanın pencere altı duvar kenarını ısrarla reddederek diğer tarafta yatmak istedi. Yalan hastalığımı öne atıp istemediğimi söylesem de -ki istememem için bir sebep yoktu ama bu konuyu açtığı için devam ettirmek istedim. Oysaki direkt gidip yatsaydı ses etmezdim- yine de yüzündeki kırgınlığı ve endişeyi görünce uzatmadım ve pencerenin altındaki yatağa yerleştim. Yemek yedikten sonra gözlerime ağırlık çökmesiyle hemen uykuya daldım. Gün boyu yaptığımız nefes alıp vermek vücudumu yormuş olsa gerekti ki tahminen gece yarısı oda adeta zifiri karanlıkken gelen bir vurma gibi ardı ardına kesilmeyen seslere gözümü zor açtım. Sanki duvara ağır bir cisimle tak tak vuruluyormuş gibi işittim. Güç bela odanın ışığını yakınca keşke yakmasaydım ve uyumaya devam etseydim, hatta anlık buraya neden geldim gibi düşünceler salisesinde kafamın içinden bir filmin fragmanı gibi geçti. Karşımda oda arkadaşımın pijamalarıyla, ayakları çıplak, saçları yüzünü kapatan biçimde kafasını ardı arkası kesilmeden duvara toslayıp durur vaziyette gördüm. Ne yapacağıma dair en ufak bir bilgim yoktu. Bir iki ismini seslendim ama hiç dönüp bana bakmadı. En son çare olarak hafifçe omzuna dokununca bir anda durdu. Duran o muydu kalbim miydi ayırt edemedim. Odada şimdi sadece benim nefes alıp verme ve kalp sesim birbirine karıştı.


—Melike hadi yatağına yatıralım seni, olur mu?


Ses yok.


Tepki yok.


Öksürüp cümlemi tekrar ettim.


Nihayet yüzünü bana döndü ve gözleri kapalıydı. Ayakta mı uyudu o? Ya da… İşte şimdi her şey yerli yerine oturmuştu. Elimden gelen çoğu hastalığı araştırıp taklit etmiş olsam da bu hiç aklıma gelmemişti: Uyurgezerlik. Melike birçok hastalığından bahsettiyse de bunu dememişti. Ya da bir yerden sonra dinlemeyi kestiğim için kaçırmış da olabilirim. Nihayet kolundan tutup destek oldum ve yatağına yerleştirdim. Doğrudan kendimi yatağıma attım ama gözüme uyku girmedi. Her yatakta dönüp ses çıkarttığında gözlerimi açıp baktım. Her an tekrarlanır endişesi ile bir yerden sonra kesik kesik uyumayı başardım.

 

O günün sabahı konuyu açacak halim bile yoktu ve kahvaltıları edip salona indik. İkinci ve üçüncü günlerde nefes meditasyonları devam etti yanı sıra gözlerini kapatın ve bilinçaltınıza inelim adlı bir 40 dakikalık eğitim daha oldu fakat ne hatırlıyorsan diye soracak olursanız hiçbir şey demek zorundayım çünkü hiçbir şey hatırlamıyorum. Sanırım bunları yaparken uyuyakaldım ya da gerçekten beynimi sıfırladılar henüz bir fikrim yok. Tekrar odaya gelince yorgunluktan uyuya kaldım ve eğitim sırasında not alamadığım için odada uyandıktan sonra da almaktan vazgeçtim. Sanırım gerçekten bilinçaltımı ele geçirdiklerine inanıp bu konuyu kapatıyorum.

 

Dördüncü gün çok yoğun bir şekilde Mehmet Hoca’nın bize tanrı- insan ve tasavvuf üzerine bilgilerini aktarmasıyla geçti. Başta nerden çıktı bu konu diye düşünsem de konunun konuları açtığını en son kendimizi Nietzsche’nin “Ben bu kulaklara göre ağız değilim.” sözünü tartışırken bulduğumuz da Mehmet Hoca’yı irdelemeyi bıraktım. Kamptan adı Eylül olan, oldukça sevecen ve konuştukça ses tonu incelen kızın konu ilgisini o kadar çekti ki konuşma bittikten sonra en son Mehmet Hoca’yı lobide sıkıştırıp kendi düşüncelerini anlatırken yakaladım. Onlar kendi aralarında bu konuyu devam ettirirken kahvelerimizi alıp otelin lobisinde oturuyorduk. Burada bazıları fazla sessiz -ben gibi- bazıları fazla hareketli -Eylül gibileri- bazıları sınıf ortamındaymışız gibi davranıyorlardı. En çok ben dinliyeyim en iyi notu ben alayayım gibi gibi düşünceler içerisinde olduklarına eminim. Gereksiz konuşmalara girmeyi sevmeyen birisiyim. Fakat istesem yani keyfim yerinde olursa hiç susmadan saatlerce konuşur yine ve yine olmayan bir hastalığımı anlatabilme özelliğim vardır. Fakat burada gerçekten o kadar hasta vardı ki birisi ile denk gelip hayır o hastalık öyle değil der korkusuyla sessiz kalmayı tercih ediyordum.


Gözüm hemen karşımda oturan sanırım otuz yaş civarlarında olan adama takıldı. Bu ilk dört güne kadar fark etmemiştim sanırım ama oldukça sıska hatta boyuna oranla bir deri bir kemik durduğuna eminim. Seslenip biraz sohbet ettim. Burada insanlarla sohbet etmek oldukça kolaydı. “Hey senin neyin var?” demek yeterli oluyordu hemen arkasından anlatmaya meraklılardı. Adı Evren olan ve tahminim üzerine otuz dört yaşında olduğunu ve de bu zayıflığının sebebinin mide ülseri olduğunu öğrendim. Bağırsakların çalışımlarını düzeltmek için buranın faydalı olacağına inanmış. Yazık. Kendisini bozmadım eminim işe yarar gibi telkinlerde bulundum. Bu süreç iyi geçiyor olsa da ciddi bir rahatsızlığa nasıl iyi gelebilir hâlâ anlamış değilim. Ya herkes delirdi ya da ben… Neyse ki cevabı bildiğimden sormuyorum bile.

 

Benim yine uykudan kapanan sevgili gözlerim zar zor odamı bulup yatağa attı kendini. Yine o uyuyuşla sabah Melike’nin yoğun tütsü kokularına uyandım ve evet, demeyi unuttum, her gece ve sabah erkenden tütsülerini yakıp öğrendiğimiz meditasyonları uyguluyor. Rahatsız olsam da bundan keyif aldığı için ses etmedim. Uyurgezerlik konusunu açtığımda son derece mahcup oldu ve bu yüzden pencere kenarında yatmak istemediğini, olası bir halde ya aşağı atlarsam endişesi olduğunu söyledi. Ben de ona kafasını duvara sürte sürte az daha oteli delip geçeceğini, neyse ki uyanıp durumu fark ettiğimi ve bir dönemlerde bende de olan uyurgezerliğimden bahsettim. Hatta öyle kaptırdım ki bir gün gece yarısı oturduğumuz evin binasının tepesine çıkıp az daha öleceğimi ama şükür ki son dakikada abimin gelip beni kurtardığını söyledim ve kız ağzı açık, şoklar içerisinde beni dinledi.

Oysaki benim abim bile yoktu.

 

Beşinci gün ve altıncı günü kısaca ele alırsam yine Eylül’ün sıkılmadan sorduğu sorular, yaşı 17 olup eğitmen olduğuna inanamadığım ama beni bilgisiyle dumura uğratan Burak’ın çakra eğitimleri, Mücahit Hoca’nın sağ-sol beyin dengeleme çalışmaları ile geçti. Eğitimler ikişer saat aralar ile olduğu için araları otelde yemek yiyip kahve içerek geçirdim. Melike ve Eylül ise birbirini zerre dinlemediklerini düşündüğüm yine de uzaktan bakılınca derin sohbette gibi görünerek saatlerini geçirdiler. Hep beraber yine lobide toplandık. Tek başıma sakince oturmayı istesem de grupça yapılan müthiş etkinliğimiz onları çok mutlu ettiği için geri kalamadım. Eylül’ün astımı olduğunu öğrendim. Kız o kadar hızlı ve konudan konuya atlıyor ki anlattıkları arasında bunu yakalayabildim. Bir de sanırsam küçüklüğünden beri derece yapan bir koşucuyken bir an fenalaşması üzerine hastaneye gidip sporu bırakmak zorunda kaldığını anladım. Duyunca insanı üzen bir konu olsa da Eylül bunu o kadar neşeli bir ses tonu ile anlatıyor ki sanki birazdan komik bir şey söyleyecek ve hepimiz gülecekmişiz gibi hissettirdiği için havada ağır bir hüzün yoktu. Aksine herkes bende de şu var demeye başladılar ve yapmadığım, hatta o da mı varmış deyip aklımda tuttuğum hastalıklar öğrendim. Burasının açık ara bana kattığı en iyi şey bu oldu. Hemen eve dönüp kendime bir program oluşturmam lazımdı.

 

Ve işte bir haftanın sonunda o beklenen gün geldi. Garip şekilde sıkıldığımı düşünsem de son günde olmanın saçma bir hüznü ve günün merakı bütün vücudumu esiri altına almıştı. Sabah yine erken saatlerde odaya dolan tütsü kokuları ile uyanınca bu sefer rahatsız olmak yerine beni dinginleştirdiğini fark ettim fakat bunu Melike’ye deme gibi bir düşüncem katiyen yoktu çünkü buradan ayrılınca hayatımı etkisi altına alıp her gün bana tütsü koklatır endişesi bana yeter de artardı. Eşyalarımızı sonunda toparlayıp son kez buluşma salonuna indik. Adlarını kafamda tutmaya çalışmadığım diğer 14 katılımcı ve 4 eğitmenimizde tam kadro buradaydık. Sözü Canan Hoca aldı:

 

—Bugüne kadar yaptığımız nefes kontrolleri, bilinçaltı çalışmaları, çakra ve aktivasyonları, sevgili hocalarımın çalışmaları sonucunda ektiğimiz ve bugün burada biçeceğimiz son eğitime gelmiş bulunmaktayız. Şimdi sizlerden ricam ayağa kalkmanız ve sabit durarak gözlerinizi kapatmanızdır.

 

İçimdeki son görev bilinci ile denileni yapıp hazır halde merakla beklemeye başladım. Yanımda bir diğer gözünü kapatan kişinin Melike olduğunu dememe gerek yok sanıyorum. Tekrar Canan Hoca'nın sesini işittik, bize karşımızda herhangi renkte bir kapı olduğunu ve hayal ederek içeri girmemizi istediğini söyledi. Gözüm kapalı canlanan ilk kapı tahtadan, kulpu detay işlemeleri olan bir kapı belirdi. Tekrar Canan hocanın sesi ile kolu tutup çevirdim ve içeri girerken Canan Hoca, oranın bir mahkeme salonu olduğunu ve herkesin mahkemesiyle yüzleşmesi gerektiğini söyleyince apansız bir heyecan ve kalp çarpıntısı bedenimi esir aldı. Mahkemem kiminle olabilir diye hızlıca tarttım. Belki hastalıkları taklit ettiğim için annem en sonunda dayanamayıp beni şikâyet etti. Bu son derece mantıklı geldi sonuç olarak her gün bunu yapma potansiyeli vardı. Yine de içimde şüpheler vardı, kafam karışıktı. Belki Melike ile uğraşıp durduğum için o karşıma çıkardı. Ya da eğitmenlerin hepsi burayı alaya aldığım için ağır bir cezaya çarpıtılmamı istemiş olabilirlerdi. Belki de bu göz kapatma olayı bile sırf benim içindi. En sonunda düşüncelerimden sıyrılıp odayı iyice süzmeye başladım. Ayaklarımın üzerinde zor sabit dururken ellerime kadar bir sarsılma ve titreme hafif bir esinti eşliğinde kalp sesimin yükseldiğini hissettim. Artık ne hocaların sesini ne de nerede olduğumun farkındaydım. Doğru nefes alıp verme tekniklerini sakince denemeye başladım ve bu beni biraz olsun rahatladıktan sonra gözüm kapalı olsa da sanki o an yeniden kapatıp açmışçasına mahkeme salonuna odaklandım. O esnada sağ elime değen bir el ve hemen arkasından gelen soğuk bir obje hissini aldım. Objeyi iki elime alıp ne olduğunu algılamaya çalışırken çabalarımın sonucunda şaşkınlığım ve arkasından gelen farkındalığım ile gözlerimi açtım. Odada bulunan herkes teker teker gözlerini açtılar. Yüzlerde boncuk boncuk terlerle karışık saf rahatlamış gülümsemeleri gördüm. Yaşadığım eşsiz deneyimden sonra orayı terk ettim ve evin yolunu tutuğumda gözlerim hiçte yorgunluktan kapanmadı. Tam aksine çok dinçtim ve bir tütsü yakıp odamda huzurla oturdum. Melike’yi, Eylül’ü, Evren’i ve diğer katılımcılarla beraber kendimi düşündüm. Bu maceramdan sonra bir kere bile hastalıkları taklit etmeye yeltenmeyişim annemi ve babamı hayrete düşürse de kimse hiçbir şey söylemedi. Herkes sanki her şeyi anladı.

 

Elime tutuşturulan obje bir aynaydı. Ve herkesin mahkemesi kendisiyleydi. Ansızın gelen bir ayna, anıma sızdı ve beni benle yüzleştirdi.