Bu yazı; otobüsle seyahat etmeyi seven, biraz da parası olmadığı için mecburen otobüsle seyahat edenlerin hoşuna gidebilecek bir yazı. Bu yüzden sevgili okur, eğer otobüs yolculuklarını sevmiyorsan seninle Anadolu'nun bitmeyen yollarına çıkmayalım hiç.


Bilmem hangi şehrin otogarındasın, oturmuşsun bir banka. Yanında küçük bir el çantası, gözün ikide bir kolundaki saatinde. Sahi nereye gidiyorsun? Niçin bu keşmekeşin içindesin? Keşmekeş diyorum çünkü önünden "Çay ister misin abi?" diye bağırıp bir seyyar satıcı geçiyor. Yanında, önünde, arkanda onlarca insan var; heyecanlı heyecanlı sohbet ediyorlar, herkes senin gibi yalnız olacak değil ya.


Evet, ne demiştik? Niçin bu keşmekeşin içindesin? Ben senin yerine cevap vereyim: Çünkü kendini herhangi bir yere ait hissetmiyorsun. Nereye gitsen sıkılıyorsun, dostum sen ne yapsan sıkılıyorsun. Sence de biraz fazla lüks değil mi senin için sıkılmak? Gelgelelim otobüs yolculuklarından hiç sıkılmıyorsun. O şehir senin, bu şehir benim geziyorsun. Doldurmuşsun çantanı kitapla, başka bir şey yapmıyorsun yol boyunca. Tamam kızma, arada bir müzik dinleyip yola bakıyorsun, bazen de düşünüyorsun.


Düşünmek, ne güzel şey değil mi? Şimdi adını bile hatırlamadığın arkadaşların geliyor aklına, o şehirde yediğin güzel bir yemek geliyor, başka bir şehirde paran olmadığı için uyuduğun bank geliyor aklına, babandan yediğin o ilk tokat geliyor, annenin elini kaldırıp bir türlü vurmadığı o tokat geliyor aklına. Hey, kalksana haydi! Bak, muavin bilmem hangi şehrin yolcusu kalmasın diyor.


Ön kapıdan otobüse biniyorsun, önünde onlarca boş koltuk; bu boş koltukların çoğuna binmişsin, arkadaki koltuklar hariç. Sahi neden arkadaki koltuklara binmiyorsun? Birkaç defa otobüs kazası haberlerine denk gelmiştin. Spikerler özellikle ön tarafta oturanların kazalarda öldüklerini söylüyorlardı. O günden sonra özellikle ön taraftan koltuk almaya başladın. Dostum sen yaşamı sevmiyorsun ki, sen istemiyorsun yaşamayı. Ama ölemiyorsun da. Havanın karardığı her vakit, uykulu gözlerle kıvrılan yolu izliyorsun büyük camdan. Karşıdan çok büyük kamyonlar geçiyor, acaba hangisi kafa kafaya çarpacak otobüse diyorsun. Veyahut otobüs hızla bir viraja girdiğinde acaba takla mı atacak diye heyecanlanıyorsun. Fakat nafile, baksana; demin bir kamyon hızla geçti yanınızdan, hızla girdiğiniz viraj da sonuç vermedi.

Evet, sen yaşamı sevmiyorsun ama yaşam seni seviyor. Sen onu istemiyorsun ama o seni öyle bir sarmış ki...


Şimdi moladasın; molaları seversin. Çünkü otura otura ayakların ağrımıştır. Herkes mola başlar başlamaz yemeğe ve lavaboya koşarken sen etrafta dolanıp geçen arabaları, yolcuları izlersin. Acaba onlar neden yola çıktılar diye düşünür, yüzlerine bakarak bir şeyler bulmaya çalışırsın.

Ha, bir de sigara içersin. Sigarayı çok seversin sen, zaten seni bitiren şeyleri sevdiğin için bu hâlde değil misin?


  

Tekrar yoldasın, yollar yamalı. Yollar hikâyelerle dolu. Hatırlıyor musun? Bir gün yanında oturduğun bir yolcuyla sohbet etmiştin. Başka bir şehire, kendisinin oğlu olduğunu bile hatırlamayan bir babanın yanına gidiyordu yolcu. Yaşlı babasına birisinin bakması gerekiyormuş. Ona, “Sizi oğlu olarak bilmiyor bile, onun yanında olmanızın ne faydası var?" demiştin. O da sana, "Ama ben onun babam olduğunu biliyorum!"* demişti. Bu cevap seni günlerce düşündürmüştü. 


Saatlerdir yoldasın, bilmem kaç mola, kaç şehir bıraktın arkanda! Varacaksın bir yerlere, belki varamayacaksın. Ama senin için önemli olan bu değil. Senin için önemli olan tanışacağın insanların yüzleri, onların buruk hikâyeleri. Ne kadar da seviyorsun yüzleri, ne zaman farklı bir yüz görsen karşında, dakikalarca inceliyorsun. Aklına bir söz geliyor bir yerden:

"Genellikle yüzlerdir fark etmeden geçtiğimiz."**


Bu söz yüzünden fark etmeye çalışıyorsun yüzleri, her birinde bir anlam arıyorsun. Peki, bir anlamı olmalı mı her yüzün? Senin yüzün anlamlı mı mesela? Herkesin suratına bakıp bir anlam yüklemeyi biliyorsun ama kendi suratına gelince ne kadar da yabancısın ona.


Süzülüp gidiyor yollarda otobüs, hangi şehire varılsa muavin ayakalanıp “Bilmem hangi şehrin yolcusu kalmasın!” diyor. Ama senin şehrin gelmiyor bir türlü. Nerede ineceksin sen? İneceğin yeri biliyor musun? Bak denizi olan bir şehir, burada inmelisin. Gidip bomboş gözlerle bakmalısın o denize. Ancak böyle huzuru bulabiliyorsun. Ama onun yanında da fazla kalmıyorsun. Demiştim ya sana, sen kendini bir yere ait hissetmiyorsun.



*Baba-oğul hikayesindeki diyaloglar İranlı yönetmen Asghar Farhadi'nin "Bir Ayrılık" filminden alıntıdır.

** Lewis Carroll