Öncelikle hepinize iyi günler. Metne geçmeden önce kısa bir uyarı yazmak istedim. Okuyacağınız metinde birçok rahatsız edici düşünce, kelime ve cümleyle karşılaşabilirsiniz. Hikaye, yeraltı edebiyatı türünde yazılmıştır ve birkaç kısımdan oluşacaktır. İyi okumalar.
Andrew şapkasını çıkardı ve hazırda etrafında kimse yokken kendisiyle hesaplaşmak için yıllardır beklediği o anı yakaladığını, çocukluğundan beri diline dolanıp bir türlü yok olmayan o bulmacaları, süslü püslü düşünceleri ve büyümesine her türlü engel olan bilincini nasıl yenebileceğini bulduğunu, artık hiç kimseye hiçbir şeyde borçlu olmadığını ve yalnızca düşünce yoluyla varlığını sürdürebileceğini sandı. Düşünmeye şöyle başladı:
"Düşlerimi dünyaya bırakıyorum ve dönünce aramayacağım daha. Ölümlüyüm, kabayım, sarhoşum. Neyim ben? Ölümlüler çarpınca iblisin gövdesine, kendilerine dokunurlar dediklerine göre ve Tanrı’ya öyle bir ihanet ederler ki sonra, unutulur Tanrı’nın tüm ihanetleri. Burada olmak beni ben yapıyor ve bunu asla değiştiremem. Benliğim bir kez oluştu, şimdi kim kurtaracak beni? Kaç senesinde doğduğumu hatırlamıyorum, belki bu da yalandır. İsmim garip sesleniyor, ne anlama geldiğini bilmem. Tek bildiğim, şu an algılıyor ve devam ediyorum, ama nasıl? Nasıl ve niçin? Gökyüzünde bir yıldız olsam gerek duymazdım bunca gevezeliği. Ayyaşlığımı kabul edip kendimi izole edebilsem şu insan denen yaratıklardan, o zaman tüm bu oyunlara ihtiyacım olur muydu? Gün ağarıyor, unutulmak üzere kendimi yorgana gömüyorum. Gün kararıyor, mesaiye başlıyorum. Aciz bir lüzumsuzluk algısına batıyorum. Lüzumsuz olan ben miyim yoksa yaşadığım yaşam mı? Lüzumsuz olan ben miyim yoksa söylediklerime anlam katan bilincim mi? Hem ne anlatıyorum ki ben? Anlatmak ne demek? Zaman zaman şöyle bir şey yapmak geçiyor aklımdan: Bedenimin tüm parçalarını satıp ruhumla hiç kimsenin bilmediği o ülkeye gitmek. Bedenim bu kadar eder mi? Benliğimle bedenim arasına sıkışmış hiçliğin uğultusu mu bu göğüs kafesimi çatlatan? Ben, Andrew, keşke göze batmasam. Keşke pedofiliden iki kez hapis yiyen komşumu daha erken öldürme fırsatına sahip olabilsem. Keşke hapisten hiç çıkmama olanağım olsaydı. Buzdolabım altılı bira paketleriyle dolmak yerine, yanımda biri olsaydı, biralardan üçünü paylaşabileceğim biri.”
Andrew, anlaşılmaktan kaçınırdı, bu yüzden gözlerini görmemek için hiçbir zaman aynaya bakmadı. Son kez bir kadın girmişti hayatına, en hassas aynalarını o zaman kırdı ve parçaları yapıştırmak için bir daha asla uğraşmadı. Yine de mutluydu bundan, söylediğine göre hiçbir pişmanlığı yoktu geçmişten. Kime söylediğini biz de bilmiyoruz ama rivayete göre Andrew bir zamanlar mutluydu. Bahçede yaptıkları kahvaltıyı hatırlıyor, şu anki durumla kıyaslıyordu. Değişen bir şey yoktu, yine de “güzeldi” diye düşünmekten alıkoyamıyordu kendini. Yine de kadının onunla hiç olmadığı gerçeği kendini ortaya çıkarmayı başardı. Barıştı. Eskiden olduğu gibi şimdi de yapacak bir şey yoktu. Giden gitmişti, kim ve nasıl olduğu önemsizdi. İhanetler önemsizdir. En kötü acıyı yaşamak gerekir ve ağlamak çıldırasıya. Tek bir sorun vardı: Andrew ağladığı tek bir anı bile hatırlamıyordu. Gündüzle geceyi bağlayan ve hiçbiri olmayan o saniyede, mikro saniyede yaşamayı seviyordu. Hiçbir şey olmamak en büyük arzusuydu fakat sanılanın aksine bu, ulaşılabilecek en zor şeydi. Ulaşamamıştı: Bir kimliği vardı. Yaşamı boyunca bir şeyler yapmış, hiçbir şey yapmamış olma şansını kaybetmişti. Ne büyük bir acıydı bu onun için... Acıyı yaşamış, acıdan kurtulmak için ölümü beklemeye terk edilmişti. Kim yapmıştı bunu, belli değildi. Belirsizlik, tam da buydu onu çıldırtan. Her şeyin başladığı nokta diyebiliriz buna. Yaşamını bir anlatıcının sesinden duymaya başladığı ilk an oydu. Ve bu hikâye her gün aynı yerden başlayıp aynı yerde sonlanıyordu. Üstelik, ne zaman sonlanacağı belirsizdi. O zaman, başlangıç ve sonun belli olduğu bir şey yapmak gerekliydi. Bunu yıllar önce düşünmüş ve yazar olmaya karar vermişti. Ya da şöyle demeli: Yazma arzusuna yenik düşmüştü. Bu şekilde, istediği her şeyi kontrol edebilecekti. Yazacak pek değerli anıları yoktu ama yazılarıyla kendi varlığını unutturabilirdi. Yazılarından dışa yansıyan şeyin kendisi olmasından korkmuştu, bu yüzden ilgisiz yazılar yazmaya başladı. Öyle karmaşık cümleler kuruyordu ki bazen kendisi bile ne demek istediğini anlamıyordu. Pek para yoktu bu işte, olacağı da garanti değildi fakat söylediğimiz gibi bu sadece bir istençti. Çıtır hatunları yatağa çekip onlarla düzüşmek istenci değil, boşalmak istenci ama sperm boşalması değil, kelime boşalması. Andrew bir süre sonra ünlü bir yazar olmasına karşın hiç öyle davranmıyordu. Ne dergilerde yazılarının yayınlanmasına müsaade ediyor, ne televizyona çıkıyor ne de röportaj veriyordu. Böylece ününü gitgide kaybederek arzuladığı o basamağa ulaşmıştı: Herkesçe okunmak ama hiç kimse tarafından tanınmamak. Gerçek bir yazar başka ne isteyebilirdi ki? Şöhret konusunda kendine pek güvenmiyordu. Şöyle ki, göz önünde bulunmak onun için ıstıraptı. Yine de bundan tam olarak sıyrılamıyordu. Onun gerçek kimliğini kimse pek bilmese de ismini pekâlâ herkes biliyordu. “Şu hapse girip çıkan dallama” olarak tanınıyordu. Nedense bu deyim hoşuna gidiyordu, televizyondan daha iyiydi ne de olsa. Öldürdüğü şu adama gelirsek “iyi yapmış” deyip geçmekle yetinebiliriz sanırım. Bunu söylemekle kendimizi tehlikeye atmış olsak da kafasını çalıştıranlar ne demek istediğimizi anlayacaklardır. Bazı insanlar bırakın ölmeyi, hiç var olmamayı hak ediyorlar. Sırf bu yüzdendir, insanlar onu katil değil de dünyayı azılı bir caniden kurtaran bir kahraman olarak görüyorlardı. Bu da Andrew için sorundu tabii. Şöyle ki, göze batmama çabası bununla birlikte daha da anlamsızlaşıyor, “dallama” olarak anılsa da bunun iltifat olduğunu biliyordu. Kamunun onu gizliden gizliye sevdiğini biliyordu, bu yüzden kendinden nefret ediyordu. Bunu bir karşılık bekleyerek yapmamıştı; bıçağı almış ve bok kokan o asıl dallamanın gırtlağına sokmuştu. O an o kadar rahatlamıştı ki bir an bıçağı çekip kendine bile saplamayı düşünmüştü, tıpkı bir zaman babasının ona bıçak çekip sonra utancından kendine sapladığı gibi. O anla ilgili hatırladığı tek şey gözyaşı, alkolün keskin kokusu ve kanın yerde yarattığı göletti. Babasının ölümünü hep kendi suçu olarak kabul etti ki annesi de bir keresinde bunu söylemişti.
“Sen sorunlu, lanetli ve düzelmez bir çocuksun, seni doğurduğum için utanç içindeyim.”
Annesinin yanıldığını hiçbir zaman düşünmedi. Haklıydı. Daha çocukken karamsar senaryolar kurar ve bunlara bayılırdı. Geleceğini hep kötü düşünür, bundan tatlı bir zevk duyardı. Büyüdü, hepsi oldu. Garip bir çocuktu Andrew, çocuk olduğu söylenilebilirse tabii. Hayali her gün değişiyor, her gün başka bir kıza aşık oluyordu. Evden çaldığı makasla kızların saçlarını kesiyor, aynı makasla arkadaşlarını korkutuyordu. Sevgisini onları ürküterek gösteriyor, onların da hoşuna gittiğini düşünüyordu. Koruyucu tipti. Başka mahallenin çocuklarıyla kavga çıkınca yüzü gözü moraran ilk o olurdu. Kendini lider bellemiş, bunun vazifesi olduğunu kendine inandırmıştı. Artık öyle bir seviyeye gelmişti ki dayak yemeden duramıyor, uyuşturucu macerasına aslında böyle başlıyordu. Aynı alışkanlıklarla büyüdü; zengin akrabalarının parasını çalıp fahişelere harcadı, ona aşık olan kızları becerdi, aralarından birkaçına aşık oldu, sonra onları da becerdi ve aşık olmadığını, aslında annesinden intikam almak istediği için böyle yaptığını anladı. Annesini, kadınların tanrıçası gibi görmüş ve tüm kadınların böyle olduğunu düşünmüştü. Bu yüzden aşık olunca gözünün önüne hep annesi gelmiş ve onu bu duygudan soğutmuştu. On yaşına basınca sık sık mezarlıklara uğramaya başladı. Bu bamya tarlalarında kendi kötü tarafının geçiciliğini fark ettiği için şehrin tüm tarlalarını gezmişti. Her eve döndüğünde azarlanıyor, odasına geçince yine bozuk çalmaya başlıyordu. Evde kalmak için hiçbir neden bulamıyordu. Burası cehennemdi onun için, oysa dışarıda daha estetik cehennemler vardı. Onu gerçekten yakabilecek cehennemler. Babasının ölümünden sonra uslu bir çocuk olmaya karar vermişti, fakat tahmin edebileceğiniz gibi başaramadı. Mrs. Hall uyuşturucuya başladıktan sonra, Andrew tam anlamıyla evde yalnız kalmış, kendine yetmeyi öğrenmişti. Bu sırada, annesine de yetişmesi gerekiyordu. Günün birinde, yine Mrs. Hall kafayı bulup eve geç saatte gelmişken, Andrew’e şöyle demişti: “Sana kaç kere söyleyeceğim eve geç gelme diye.”Evet, kafası o dereceydi. Andrew dayanamamış ve kahkahayı patlatmıştı.
“Ölsem haberin olmaz, geç kalmam mı kıçına batıyor?” Tabii bu sırada Mrs. Hall çoktan uyumuştu bile. Andrew evden çıkmış ve sabaha kadar geri dönmemişti. Döndüğünde, aslında annesinin gece uyumadığını, aşırı dozdan öldüğünü polis ve ambulans araçlarını binanın önünde görünce anlamıştı. Ağlamadı. Babası öldüğünde de ağlamamıştı. Gökyüzüne baktı ve “Yine mi ben?” dedi, başka hiçbir şey söylemedi.