Uyarı: Okuyacağınız metinde rahatsız edici öğeler bulunmaktadır.



Saat üç gibi barı kapatıp çıktım. İş yerimin olması beni garip bir tutsaklık bilincine itiyordu. Yine de arkadaşım bana işçi gibi değil de buranın sahibiymişim gibi davrandığı için kendimi diğer uğraşlara nazaran daha özgür hissediyordum. Mia’nın tuvalette kalıp kalmadığını kontrol etmemiştim. Yarın öğrenecektim. Aşırı dozdan ölmüş olması hiç iyi olmazdı. Ölmüş olması da iyi olmazdı sanırım. Malımı onunla paylaşmamın nedeni beni ele vermemiş olmasıydı, yoksa ona acıdığım falan yoktu. Kimseye acımam ben, ne haliniz varsa görün. Tam bunu düşündüğüm anda karşıma yerde yatan zenci bir çocuğun çıkması da ayrı bir ironi tabii. Aslında zenci çocuk karşıma çıkmamıştı: Ben onu bulmuştum. Zehirlenmeye ihtiyacım vardı. Mia gün boyunca bu dürtümü tetikleyip durmuştu. Aynasızlara denk gelmemek için ara sokağa sapmıştım. Zenci çocuk bana annemin cesedini hatırlattı. Sapiens tarihini başlatan ırkın bu şekilde kendinden geçip yerde yatması, uyuyacak bir yatak bulamaması utanç vericiydi. Beyazlar için utanç verici. Şüphesiz onu eve götürmeyecektim. Yanına oturdum, malzemeleri çıkardım. Geceyi onunla paylaşabilirdim. Dört duvarın arasında olmaya ihtiyacım yok. Dişili erilli orospuların yanında olmaktansa bu karanlık köşede kendimden geçerim. Belki yarın insanlar bizi görür de artık insanları siyah, beyaz olarak kategorize etmekten vazgeçerler. Fakat önce beni, on beş yaşlarında olan bu çocuğun öldürdüğünü düşünürler. Ben onu öldürsem nefsi müdafaa derler. Hepsinin tüm deliklerine sokayım zenci çocuk, kafana takma sen. Şırınga ve kaşığı çıkarıp malı zemine bıraktım. Şırınganın iğnesi kaybolmuştu. Şöyle bir zeminde el gezdirdim, küçük cam parçası elimi kesti. İğneyi bulduğum için bir an sevinmiştim oysa. Sonra, zenci çocuğun koluna saplı şırıngayı fark ettim. Çekip çıkardım. Pıhtılaşmış kan dışarı akmaya başladı. Cebimdeki zippo çakmağı ve kaşığı çıkarıp eroini doldurdum, biraz sıvı ekledim. Yaktım, erittim. Şırıngayı doldurdum. Damarımı bulmak için kemere ihtiyacım yoktu. Sapladım iğneyi. Şırıngayı boşalttım. Damarlarımda gezinmeye başlayan zehir ruhumu sakinleştiriyordu. Dünyam karanlıktı. Yanımdaki çocuğun da... Anne ve babalarımızdan, aşklarımızdan, dostlarımızdan hiçbir şey kalmamıştı geriye. Bir tek eroindi dostumuz. Bir tek o el tutuyordu bize. O da diğerleri gibi bağımlılık yapmıştı. Bu yüzden onun da sonu yakındı. Kafam ters dönmeye başladı. Göz bebeklerim beynime doğru çıktı. Sesler yabancılaştı, insanlığın sonu geldi. İnsanlık tek vücutta toplansa bunca bağımlı hiç var olmaz, her biri bu vücuda tek bir bıçak darbesi indirip rahatlardı. Başta kendim, sonra Mia ve yanımdaki şu çocuk olmakla beraber herkesten tiksiniyordum. Yıldızlar bana selam verirken tek düşünebildiğim buydu. Uyanıkken zihnimde istiflenmiş halde bulunan tüm düşünceler sıvının tüm vücuduma yayılması ile dağılıyor, beni kendilerinden koparıyorlardı. Artık onların kölesi olmaktan çıkıyordum. Düşünebildiğim tek şey hayatın kalbine sivri penisimi sokup onu gebertmekti. Onu çıplak ellerimle boğup son nefesinde nefes dermesine izin vererek bu işkenceyi uzatmak istiyordum. Böyle kolay olamazdı hayatın sonu! Ona tecavüz etmek, parmaklarını sökmek, dilini ısırarak koparmak ve ayak parmaklarının tırnaklarını dişlerimle sökmek istiyordum. Hayaletler görmeye başladım. Annemin hayaleti karşımda belirdi. Bana elini uzatırken babam arkadan yaklaşıp kafasını kesti. Saçlarından tutup kopardı kökünden. Kahkaha atmaya başladım. Kalkıp babama engel olmak istedim, güçsüzdüm. Annemin gövdesinden kan fışkırıyordu. Zenci çocuk ve ben kan içindeydik. Annemin pembe kanıyla kaplanmıştık. Babam uzaklaştı, sonra kayboldu. Siyah bir örtü çöktü gözlerime. Unutuyordum. Olup biten her şeyi unutuyordum. Yaşamak bana göre değildi, kendimden geçiyordum. Karanlık ve bilinçsizlik öyle güzeldi ki dünyanın en çıtır hatunu bile onun kadar zevk veremezdi bana. Çünkü onda ben bile yoktum, yalnızlık ve azap da yoktu. Hiçbir şey. Hiçbiri. Hiç. Bilinç geri dönünce bir aydınlık geliyordu tekrar. Nefret ettiğim şehrin nefret ettiğim sesleri, insanları, kedileri, köpekleri ve kendim. Hiçlikten çıkış bunlarla mümkündü: Nefret ettiğim yaşamın izlerini taşıyan canlı ve cansız şeylerle. Yine de asıl kurtuluş bu olamazdı. Ölüm de değildi. Korkuyor da olabilirdim ama asıl nedeni bu değildi ölümden tiksinmemin. Ölüm de yaşama dahildi, onun da yüzüne dışkılamak istiyordum. 

Sabaha karşı altı buçuk gibi gözlerimi açtım. Zenci çocuk gitmişti. Ceplerimi kontrol ettim, paralar da gitmişti. Kızmadım çünkü ben olsam ben de aynısını yapardım. Benden aldığı parayla iki günlük mal alabilirdi. Küçük bir çocuğun ölümü benim paralarımdan olabilirdi. Şırıngayı da almıştı çocuk fakat kimliğimi ve diğer şeyleri bırakmıştı. Delikanlı çocuk... Gurur duydum onunla. Yine de bu parayla mal almasını değil de bir çift ayakkabı almasını isterdim. Kendi bileceği iş. Tam uyanmış değildim. Köşeye geçip bir az kustum. NYPD araçlarına yakalanmamak için karanlık sokaklardan gitmek daha elverişliydi. 

Eve vardım. Ebeveynlerimin geberdiği bu lanetli ev, insan eti ile beslenen cinlerle doluydu. Cinleri selamlayıp kanepeye gömüldüm. Henüz kendime gelmiş değildim. Uzandım. Kafam çatlayacak ve içinden tüm Tanrı ve iblisler dışarı fışkıracakmış gibi hissediyordum. Tanrı’nın iğrenç yüzünü düşledim: Sırıtıyordu. Birden babam geldi aklıma. Ona doğru evrim yaşadığımın farkındaydım. Bir saatliğine Tanrı’ya inanabilirdim sanırım. Dua edecektim çünkü. Kanepeden kalkıp diz çökme ya da ellerimi önümde birleştirme eyleminde bulunmayacaktım. Duymak isterse böyle de duyabilirdi beni. 

“Biliyorum, Tanrı’m.” dedim, “Bu sadece bir oyun fakat bir saatliğine ayak uydur bana ve ol! Artık hiçbir değer kalmadı oyun bahçende. Uğruna kendimi feda edebileceğim bir şey yok. Yıllanmış bir et parçasıyım yalnız, ölmek bile çözüm değil. Kalbimde ve beynimde kimliğini bilmediğim bir ölü yatıyor. Hayır, bir değil, bir ordu! Bu yüzden yalvarırım sana, adi herif, bu cehennemden kurtar beni. Kurtarmazsın değil mi? Peki, yanmaya ve yakmaya devam ederim. Ama merak etme Tanrı’m, bir gün hepimiz senin bu iğrenç dünyandan kurtulacağız!”

Birden bir çığlık duydum dışarıdan. Çekmecenin gözünü açıp bıçağımı aldım. Tüm eşyalar iki kat çoğalmıştı. Benden başka her şeyden iki taneydi, bense bir bile olamıyordum. Yarım varlığımla kapıya doğru yöneldim. Ses boğuklaştı: Sanki birilerinin boğazına ısrarla yemek istemediği bir yiyecek tıkıyorlardı. Havadan günün hangi saatinin olduğunu tahmin etmek gitgide zorlaşıyordu. Sahi, sabahın körü müydü gerçekten? Unutmuştum. Adımladım yine de. Verandaya çıktım. Komşu ev taş çatlasın yirmi metre ötedeydi. Bu ev hem de sesin kaynağıydı. İyi insandı komşum. Victor Johnson. Yıllar önce ailesini kaybetmiş, kendini bu şaşaalı zindana kapatmıştı. Yirmi metre aralıkta iki aynı kaderi paylaşan şeytan ve melek. Küçük bir aralıkta yaşayan iki ezeli ve ebedi düşman: İyilik ve kötülük. Çevrede benden daha üstün bir iblis olmadığı gibi, onun merhametine ulaşabilecek bir Tanrı da bulunmuyordu. Yine de bunlarım masal olduğunu biliyordum ben. İşte tekrar kanıtlandı! İyi ve kötü insan diye bir şey yok. Koca yürekli, melek kanatlı ve nur yüzlü Victor amcanın küçük bir oğlan çocuğuna tecavüz etmeye çalıştığı dünyada bu iki kavram ne kadar sağlam olabilir? Hızlandım. O iğrenç görüntünün daha fazla sürmemesi için hızlandım. Bıçağı açtım. Son bir tane daha. Son bir pislik daha temizlensin! Arkadan yaklaştım. Adımlarımın çıkardığı sesi duyup dönecekti ki süratli bir şekilde avucumun içini alnına yasladım ve geri çektim. Bıçak darbesi bir saniye bile sürmedi. Hassas damarlar ardı sıra fıskiye gibi kanlar püskürüyordu. Yere yatırdım. Elimin kana bulanmaması için boğazını kestikten sonra sırtından tutmuştum. Bir de üstümü başımı temizlemekle uğraşamazdım. Bir saniyeliğine neden elimin titremediğini düşündüm. Ayrıca Victor sapığını uzun zamandır tanıyordum. Düşünmeyi bıraktım. Artık düşünme sınırım bir saniyeden öteye geçmeyecekti. Katildim ve ağlamanın hiçbir önemi yoktu. Ben de kabullenmiştim kendimi. Kabullenmiştim kendim dahil herkesi bir göz dönmesinde öldürebileceğimi. Bir hatıra canlandı zihnimde. Çocukken intihar etmeyi istemiş, fakat ailemin cenaze masraflarını karşılayamayacağını bildiğim için vazgeçmiştim. Düşünceli bir çocuktum. Bu yüzden Tanrı Baba beni anlamış olmalı ki masraflar içinde boğulmasınlar diye onları benden önce yanına aldı.

Aklımdan geçen gereksiz hatıraları bir kenara bırakıp üstü başı yerde yatan pisliğin kanına bulanmış olan çocuğa yaklaştım. Deminki zenci çocuktu yerde kırmızıya boyanmış titrek vücudun sahibi. Şaşırmadım. Fakat beni neden takip etmiş olabileceğini de bilmiyordum. Belki daha fazla para koparmak, belki kopardığı paraları geri iade etmek için, bilmiyordum. Pantolonunu çekip ağırlaşmış bedenini kollarımın arasına aldım. Cesetle biraz sonra ilgilenecektim. Kucağımda hareketsiz duran vücudun da cesetten bir farkı yoktu. Bir ara kuşkulanıp nabzını yokladım: Atıyordu. İnsan öldürdükten hemen sonra hastaneye gidilmezdi, bu yüzden kendim ilgilenecektim çocukla. Cesetten önce onunla ilgilenmek riskliydi tabii. O an derli toplu düşünebilecek durumda olmadığım için komşunun bahçesinde yatan cesedi umursamamıştım. Daha doğrusu, nasıl olduysa unutmuştum onu. 

Çocuğu kanepeye yatırdım. İlaç dolabını açıp kendine gelmesini sağlayacak birkaç tane hap aldım. Kıyafetlerini çıkarıp makineye attım. Yüzündeki kanı temizledim. Tecavüze uğramış olmanın hissettirdiği lekeyi de silmek isterdim, heyhat, buna muktedir değildim. Kıyafetlerini kurumaları için ipe sererken çocuğun içeride mırıldandığını duydum. Kendine gelmişti. Yaşadıklarının bir rüya olduğuna inanması için elimden gelen her şeyi yapardım fakat yaşadığı şeyin ağırlığını kavrayabilecek yaşta ve yetkinlikte olduğunu biliyordum. Bu yüzden girişeceğim anlamsız her çaba havada bir mikrop gibi görünmez ve hafif kalacaktı. Yapacağım tek şey kendini konuşmaya hazır hissedinceye dek beklemek olacaktı. Sandalye çekip oturdum. Bardan aldığım viskiyi açıp kafama diktim. Mia’nın sevgilisini anımsadım. Şişede elimi gezdirirken cam parçalarının kafamda dağılıp etime geçişini düşledim.  

“Bana da versene.” dedi çocuk kısık sesle yerinden kalkmaya yeltenerek. Şişeyi masaya bırakıp:

“Dur, dur, kalkma.” dedim, “İyi misin?”

Çocuğun yüzünden yaşadığı olayı soğukkanlılıkla karşıladığı anlaşılıyordu. Daha önceden böyle şeyler yaşamış olabileceğini düşündüm.  

“Uzatsana lan şu boku!” diye bağırdı. Haklıydı, ona annesi gibi davranmamın hiçbir anlamı yoktu. Uzattım. Dikti kafasına, iki yudum sonra geri boşalttı. 

“Böyle ucuz şeyler içme, kanser olursun.” dedi şişeyi masaya bırakıp. Ne söylemem gerektiğini kestiremiyordum önümdeki çocukluğuma. 

“Evin güzelmiş.” dedi suskunluğumu görüp. “Bizim gibiler için düşten öte bir şey olamaz böyle dört duvarlar arasındaki lüks yaşamlar.”

“Burada ne işin var?”

Artık ciddi olmanın zamanı gelmişti, çünkü ne kadar tecavüze uğramış olsa da, asıl maksadının ne olduğunu bilemezdim. Bu arada o baygınken cesedi bodrum kata indirmiş ve izleri de temizlemiştim. 

“Öylesine geçiyordum...”

“Hadi lan oradan! Gerçeği söyle ki sana yardım edebileyim.” Ayağa kalkıp vitrindeki minyatürleri incelemeye koyuldu. 

“Bana yardım edemezsin. Senden yardım isteyen olmadı! Melekleri sevmem ben.”

Ergenliğe yeni girmiş bir oğlan çocuğu için böyle süslü laflar etmek doğaldı, anlıyordum, bu yüzden onu dışarı postalamayacaktım. 

“Adamı nereye gömdün?” dedi aniden. Direkt konuşmayı seviyordu anlaşılan. 

“Henüz gömmedim. Bodrumda öylece yatıyor.”

“Yardım edebilirim...”

“Gerek yok. Kendine gel ve uza, seni ilgilendiren bir durum yok.”

Nedendir bilmem, çocuğun benden daha tehlikeli biri olduğunu düşünmeye başlamıştım. Başına gelen olayı öyle bir soğukkanlılıkla karşılıyor, yaptığı teklifi öyle kolayca dile getiriyordu ki, şaşırmamak elde değildi. 

“Gidecek yerim yok.”

“Kurtarıcın ben değilim, çocuk. Toparlan ve ayrıl buradan!”

“Ne diye kurtardın beni o zaman?”

“Seni öldürmüyordu ki. Öyle olsaydı umurumda olmazdı.”

Yapar mıydım bilmiyorum ama, belki de gerçekten umurumda olmazdı. İyi birisi olmadığım kesindi ama bunu iyilik adına da yaptığım söylenemezdi. 

“Peki, biraz soluklanıp gideceğim.”

Nereye gidecekti? Sabahın kpründe hangi köşeye sokacaktı kafasını? Belki onu sadece kapı dışarı edersem tüm sorular kesilecekti, ama şu anda, o ezilmiş vücudu tam karşımdayken umursamaz davranamıyordum. Merhamet duygumun bir anda böyle ortaya çıkıvermesi midemi bulandırdı. Birkaç saatliğine katlanabilirdim yine de. Mevzu bahis bir insan hayatı değildi benim için, çocuğun ne için burada olduğunu öğrenmek istiyordum. 

“Neden buradasın, gerçeği söyle” dedim iki bardak alıp viski doldurarak. 

“Seni soymak için. Gerçi bunu anlamışsındır zaten. Duymak istediğin şeyin ne olduğunu bilmiyorum ama gerçek bu: Seni soyup kendime daha çok mal alacaktım”.

Onun kadar dürüst olsam yeterdi bana. Yeterdi tüm hayatımı düzene sokup, tüm hücrelerimi onarmak için. Ama ben yalan ve ölümden ibarettim. Pedofili bir sapkını öldürmek beni iyi biri yapmaz. Ki böylelerini gebertmek tüm insanlığın görevidir. Ben görevlerimin farkındaydım ama nasıl biri olduğuma başka birisinin karar vermesine asla müsaade etmezdim. Belki yarın çok iyi bir insanı bile gebertebilirdim. Ben buydum, değişemezdim! Benim de gebertilmem gerekirdi ama ben komşum kadar sapmış değildim. Sapkınlığımın bir raddesi vardı ve onu geçmekten iğreneceğim için geçmiyordum, bu kadar. Hatta onu gömmeden önce kesik gırtlağına işeyecek, öyle gömecektim. Belki çocuk da yapardı: Teklif edecektim. Belki onu görmeye dayanamazdı. Belki benden onun için de işememi isteyebilirdi, zevkle kabul ederdim.  

NYPD’nin araç sirenleri duyuldu. Panikledim. Nereye kaçacağımı bilemedim. Sabahın köründe bu durumu nasıl fark etmiş olabilirlerdi? Kalkıp derhal bodrumu kilitledim. Yanlış yapmıştım çünkü bunu yapmasaydım arkamda duran memur bodrumda bir şeyler sakladığımdan belki de şüphelenmeyecekti. 


On beş yıllık hapis maceramın ardından dışarıdaydım. Ünlü bir yazardım fakat kimse beni gerçekten tanımıyordu. Bana sunulmuş hiçbir teklife, hiçbir davete olumlu yanıt vermiyordum. Kırklarıma yaklaşmışken en huzurlu hayatın benimkisi olduğuna karar vermiştim. Ne eş ne çocuk ne aile... Bir tek fahişeler ve yalnızlığım dolanıyordu artık etrafımda. Hiçbir duyguyu hatırlamıyordum. Öfke, nefret, aşk, merhamet, hiçbiri yoktu. Yaptığım en ince iyilikten en büyük pisliğe kadar hiçbir şey için pişman değildim. Yeni doğan bebeklerin bu bok çukuruyla tanışmamaları için erken ölmelerini diliyordum. Doğum sancısı, bebeklerin gelecek hayatlarında yaşayacakları acıların erken intikamıydı benim için. Doğsalar ne olacaktı? Ölmek için güçleniyoruz. Ölmek için gelişiyoruz. Doğsalar ne olacaktı söylesenize? Doğ, büyü, insanlar tanı, aşık ol, evlen, çocuk yap, büyüt, aşık olmasına engel ol, evlendir, öl, gömül. Ne duygusu, ne aşkı? Kokladığım tüm saçlar, tattığım tüm dudaklar, okşadığım tüm deriler aynıydı. Hayatım boyunca sanki aynı kişiyle onlarca farklı bedende karşılaşmıştım. Öpüşürken gözlerimi kapatacak kadar heyecan ve duygu kalmamıştı içimde. Bu yüzden hep karşımdaki kişinin hazzına ayak uyduruyor, yalnızca karşımdaki mutlu olsun diye çabalıyordum. Çocuk yaparak evladıma bunları yaşatamazdım. Ben Tanrı’nın sistem hatasıyım: İnsanlar gibi yaşayan bir virüs. 

Şu an yirmi yaşlarında olması gereken zenci çocuğun ben içeri girdikten birkaç sene sonra aşırı dozdan tekneyi alabora ettiğini duymuştum. Üzülmemiştim, ama onun yerine beni buraya tıkan hakimin ölmesini isterdim. Eğer ben komşumu öldürmeseydim onu da salacaklardı. Duyduğum onlarca salınma haberinden sonra bundan emin olmuştum. İyi ki adaleti sağlamışım. Hapiste babama benzeyen bir adam vardı. Yedinci senemde o da öldü. “Ben kötü bir bireyim: Nedenini bilmeden…” demiştim ona bir gün. “İyi biri olmaya çalışmasaydın kötü birine dönüşmezdin.” demişti bana. O günden sonra ona da siktiri çekmiştim. Beni iyi insan olduğuma inandırmalarına, bunun için yüce devletin hapis yoluyla beni ıslah etmesine katlanamıyordum. Zaman kaybıydı bu! Zaman kaybı...



Son.