“Pası akar zamanın, bilinmez bir geleceğe, bu sokak çocukluğumdan kalma ve eli elimde gezerdik, mis kokulu yemekleri pişerken mutfağında, ben yarına serpilirdim, pası akan zaman, bilinmez bir geleceğin başını öperdi...”


Yazmaya başlarken “En doğru paragrafla başlamalı”, demişti Nobel ödüllü bir yazar. Sirena, elindeki kâğıt kaleme baktı. Pencereden güneşin denize düşen ışığı gözlerini kamaştırdı. Yatak odasında oturduğu pencere kenarından denize bakarken gözüne, masada duran kitaplar ilişti. Bir Tolstoy hayranıydı ve Anna Karerina’yı üç yıl önce okumaya başladığında kitap öyle güzel bir paragrafla başlıyordu ki başa dönüp tekrar tekrar kaç kez okuduğunu hatırlamıyordu. Tolstoy, her mutlu ailenin mutluluklarının birbirine benzediğini ancak mutsuzluklarının kendine özgü olduğunu söylüyordu. Sirena, kendi ailesini düşündü. Doğumlar, partiler, yemekler, bayramlar, mezuniyetler; her aileninki gibi yaşanan mutluluklar birbirinin aynıydı, hüzünler ise hep kendine özgü. Belki de insanoğlu mutluluğu belli bir algı içinde kavrıyor, yaşıyor ancak hüznü içselleştirdikçe içselleştiriyor, dramatize ediyor ve mutsuzlaşıyordu. Kitabın sonlarına doğru bir bölüm vardı ki; trende kadının biri, Anna’nın gözlerinin içine bakıp: “Akıl, acılardan kurtulmak içindir”, demişti. Anna, bunu duyar duymaz yerinden fırlayıp kendini, gelen trenin altına atmıştı. Sirena, insanın benliğini saran çaresizliğin getirdiği çıkmazların acılarını, intihar ederek yok etmenin ne derece anlamlı olduğunu düşünmüş, yaşamla bağlarının henüz o kadar kopuk olmadığı kararını vermişti. Ancak ruhu çok yorgundu. Bazen o kadar bıkıyordu ki her şeyden, bunu kimseye söylemiyordu. Sürekli aklına gelen bir şey vardı çocukluktan hatırında kalan: “Tanrıya şükür, ölüm her an yaklaşıyor”, demişti kadının biri, “Yoksa bütün bu acılara nasıl katlanabilir insan?” Sirena, onu bekleyen acıları ve bu güne kadar biriktirdiklerini düşündü. Bu çok ürkütücüydü. Hayatın neler getireceğini bilmemek her ne kadar merak uyandırsa da hiçlik, yüreğini yakıyordu.


Büyükanne Angela, ılık bir ekim sabahı, bir sahil kasabasında, ailenin sekizinci çocuğu olarak doğmuştu. Üç katlı, nilüferlerle dolu havuzu, alttan yanan hamamları olan bir evde büyüdü. Fransız okullarında okudu, piyano ve ut dersleri aldı. Kasabanın sokaklarına babasının ve amcalarının isimleri verilmişti. Herkesin çok sevdiği bir ılıklığı vardı. Annesi şeker hastasıydı ve bu yüzden bir parmağı kesikti. Hizmetçilerle dolu bir evde, ay ışığında gece denize girerlerdi. Ailesi, ticareti oraya ilk getiren insanlardı. Yaptıkları bazı yardımların yasal olmadığı gerekçesiyle Angela’nın babası ve üç amcası idam cezasına çarptırılmış, daha sonra bu karar dört yıllık hapis cezasına dönüştürülmüştü. Bu olaydan sonra aile, mal varlığı açısından ciddi kayıplar yaşamış daha sonraki nesillere neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Angela’nın pamuk elleri, masumiyeti, içtenliği, uçsuz bucaksız fedakarlıkları, sevgi ve anlayış dolu kalbi, onu, etrafındaki insanlardan çok daha farklı kılıyordu. Çok güzel yemekler pişirmeyi öğrenmişti. Tüm mahalle, bazen o yemeklerin kokusunu duyar, kocası Bay Valento pişen yemeklerden bir bir komşulara dağıtırdı. Angela’nın kurduğu ailesinde de tıpkı Tolstoy’un dediği gibi, mutluluklar diğer ailelerinki gibi aynı ama hüzünler kendine özgü olacaktı. Angela da annesi gibi otuzlu yaşlarında şeker hastası olmuştu. Bay Valento ile amca çocuklarıydılar. Daha doğdukları gün evlenecekleri belliydi. Ailenin mal varlığı bölünmesin diye eski bir gelenek olarak amca çocukları o zamanlar evlendiriliyordu. Adam çok yakışıklı ve çapkındı. Kasabının güzel kızlarının evlerine gittiğini, kızların babaları eve geri geldiğinde, iç bahçede temizlenmek üzere atılı duran halıların içine sarınarak bütün geceyi orada geçirmek zorunda kaldığını kendi ağzıyla torunu Sirena'ya anlatmıştı. Angela’yla evlenene kadar, kırmadığı ceviz kalmamıştı. Angela bunların hepsini biliyor, neler hissettiğini hiç anlatmıyor, dışarıya karşı bilmezden geliyordu. Bay Valento’nun annesi, Angela’yla evliliğine hep karşı çıkmış, hiç istememiş, evlendikten sonra da Angela’ya hayatı zehir etmek için elinden geleni yapmıştı. Bu öyle bir karşı çıkıştı ki, çocukken yan yana çekilmiş fotoğraflarını bile makasla kesiyor, onları yan yana görmeye dahi tahammülü olmadığını sessizce ilan ediyordu. Angela, başına gelecekleri bildiğinden onunla evlenmeyi hiç istememişti. Herkes Angela’ya: “Boş ver, sen evlen, zaten çok yaşlı, nasıl olsa birkaç seneye ölecek”, demişti. Kadın, bu evlilikten yirmi beş sene sonra öldü. Oğlu işten eve geldikten sonra konyağını koyar, ilk iş yatalak annesinin yanında bir süre zaman geçirirdi. Angela onu hiç sevmemesine rağmen, ölene kadar ona çok iyi bakmıştı. Bay Valento, çok iyi keman çalardı. Babası, küçük yaşlarda bir gün, kendi kendine sazlıklardan ve oradan buradan topladığı malzemelerle keman yaptığını görmüş, Ermeni bir ustadan ona keman dersleri aldırmıştı. Gençliğinde bir müzik kulübünde başkemancılık yapmış, savaştan sonra yerleştikleri bölgede orkestra kurmuş, çalışmalarına devam etmişti. Sirena, büyükannesi ve büyükbabasıyla büyümüştü. Telgraf ve telefon sistemleriyle ilgili bir devlet dairesinde müdür yardımcısıydı. Çok saygın bir insandı. En az dört dili çok iyi bilir, güzel kalemler satın alırdı. Savaştan sonra ihale komisyonu başkanlığına getirilmiş, sonra oradan emekli olmuştu. Yazıları çok güzeldi. Yazı yazarken bir inci avcısı gibi, sanki en derin sulardan toplanmış incileri yan yana dizer gibi yazardı yazılarını. Angela ise çok güzel dikiş dikerdi. Savaş yıllarında askerler için kıyafetler dikmiş, yemekler pişirmişti. Sirena, onun dikiş makinesinin sesini duyduğunda yanına koşar, gözleri, ipi iğneye geçirecek kadar iyi görmediğinden, ipleri iğneye kolayca geçiriverirdi. Büyükannesiyle arasında çok güzel bir ilişki vardı. Gizlice birbirlerini korurlar, biri üzecek olursa hemen tırnaklarını çıkarıp hırlamaya başlarlardı.


Angela ve Bay Valento, evlendikten hemen sonra ilk bebeklerini doğmadan kaybettiler. Bu olaydan sonra hiç çocuk sahibi olmamaları gerektiğini söylemişti doktorları. Ancak çocuk konusunda çok kararlıydılar. Anne olmak istiyordu. Büyük zorlukları aşarak dünyaya getirdiği gebeliğinden, Zio adını verdiği oğulları doğmuştu. Derken art arda iki kız bebek daha getirmişti dünyaya. Zio, küçükken çok yaramaz bir çocuktu. Ömrü boyunca hayatı tüm aileye dert oldu. Kız kardeşlerin yaşları birbirlerine daha yakın olduğundan ayrıca arkadaş gibiydiler. Savaş yıllarına kadar huzurlu, sevgi dolu, müzikle dokunmuş güzel bir hayatları oldu. Kız kardeşler ortaokuldayken savaş başlamış, yıllarca korku içinde yaşamışlardı. Zio, ailenin serseri ruhlu ve bir o kadar da en temiz kalpli insanıydı. İşi gücü dalga geçmek, küfürlü espriler yapmaktı; kızlar ve bisikletler en sevdiği şeylerdi. Arkadaşlarıyla kedileri canlı canlı kuma gömer, sadece kuyruklarını ve başlarını kumun dışında bırakırlardı. Bir gün kedilerin kuyruklarına boş teneke kutuları bağlamışlardı. Hayvanlar can havliyle koşarken, çıkan sesten daha çok ürküp daha hızlı koşmaya başlayınca, Zio ve arkadaşlarının kahkahalarından komşular rahatsız olmuş, kedileri bu dertten onlar kurtarmıştı. Bay Valento tüm beyefendiliğine ve görgüsüne rağmen, onu dize getirmek için bazen pantolonun kemerini çıkarır ve vuracakmış gibi yapardı. Bu son çareydi ancak Zio bildiğini okur, hayatını mahvetmek için elinden geleni yapardı. Angela, erkek çocuğu olduğundan mıdır bilinmez, Zio’ya içi titrerdi. Bilmediği tek şey, ondan sonra hiç kimse Zio için böyle titremeyecek, kadınlar heveslerini aldıktan sonra onu hep terk edeceklerdi. Zio gittiği okul ve aldığı eğitim sayesinde çok güzel İngilizce konuşurdu, bu durum hayat boyu onun için büyük bir şans olmuştu.


Üniversite ikinci sınıfta savaş başlamıştı. Yurt dışında okuyan birçok öğrenci okullarını terk etmiş, adaya savaşmak için geri dönmüşlerdi. Angela iki yıl boyunca: “Zio yerde yatıyor”, diyerek o da yerde yatıyor, yemek yemiyor ve ağlıyordu. Şeker değerleri iyi değildi. İnsülin kullanmak zorundaydı. O iğneyi Bay Valento’nun elinde her gördüğünde, kocasından nefret ediyordu. Zavallı adam, sanki kendi suçuymuş gibi elinde iğneyle evde dolanır, Angela’nın gönlünü hoş tutmaya çalışırdı. Zio savaştan sağ salim kurtulmuş ama ruhsal yönden çökmüştü. Üniversiteye geri dönmesine rağmen okula devam edememişti. O dönemde o bölgede savaşmış tüm gençlerin büyük bir çoğunluğu, gelecek yirmi yıl içinde yaprak dökümü gibi tek tek hastalanacaklar, kalp krizi, kanser gibi hastalıklarla yeni bir yaşam savaşına gireceklerdi. Zio, savaştan döndükten sonra âşık oldu. Bu tercihinden dolayı Angela onu reddetti. Oğlu için ne planladıysa hiçbir şey düşündüğü gibi gitmiyordu. Bu arada kızlar büyümüşler, büyük olan öğretmen olarak geri dönmüştü bile. Küçük kız kardeş, o dönemde abisiyle sürekli beraberdi. Zio’nun seçtiği kadınla tanıştığı gün, “Hiç sana göre değil”, demişti. Zio sinirlenmiş: “Senden ne farkı var?”, diyerek tepki göstermişti kız kardeşine. Küçük kız kardeşi, neler olacağını tahmin ettiği için, annesine bu olaydan hiç söz etmemişti. Zaten her şey kendiliğinden ortaya çıkmış, Angela oğluna küsmüştü. Yıllar öncesinden olanları hissetmiş olacak ki, bu kadını oğluna eş olarak kabul edememişti. Zio kimseyi dinlememiş, o kadınla evlenmiş ve iki çocuğu olmuştu. Dünyaca tanınmış bir şirkette çalışıyordu. Kadın, ikinci çocukları doğduktan sonra Zio’dan uzaklaşmaya başlamıştı. Zio bunu fark etmekte gecikmemiş, elinden geleni yapmaya çalışmış ve en sonunda, boşanma kararı almıştı. Hiçbir şeyi takmayan, hayatı sadece bir eğlence olarak gören Zio, sanki yürüyen bir cenazeydi. Savaş sonrası bile kimse onu böyle görmemişti. Sirena adı gibi emindi, Zio Dayı onu, ölene kadar çok sevmişti.


Bir gün Angela Sirena’nın annesinin raporlarını yazdığı masanın başında, kırmızı renkli telefonu kulağına koymuş ve bir süre sonra hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Sirena çocuk hâliyle hiçbir şey anlamamıştı olanlardan. Ona, dayısının karısından boşanma kararı aldığını anlatmışlardı. Boşanma neydi, onu bile bilmiyordu. Ona göre ayrılmak, bir tür taşınmaktı. O gün “ayrılık” kelimesinin kalbine soğukluk verdiğini hissetmiş, ölene kadar bu kelimeden hiç hoşlanmamıştı. Kuzenlerinin kalbini ikiye bölen, Angela’yı ağlatan bu kadından artık hiç hoşlanmıyordu. Zio, Sirena’yı çok severdi. Bebekken kucağına alır, dudaklarını anlına dayar, saatlerce kokusunu çekerdi. Onun için dayısı, belden aşağı fıkraları, küfürleriyle ailenin renkli simalarından biriydi. Angela’yı üzdüğünü biliyor, daha özenli olması gerektiğini düşünüyordu. Dayısının birçok konuda hatalı olduğundan emindi.


Zio, hayatı çıkmazlarla doldukça hata üstüne hata yapıyordu. Çok sigara içmesi, bunlardan bir tanesiydi. Nasıl bir bedel ödeyeceğini hiç düşünmeden Zio Dayı hep çok sigara içti. Angela, kaybettiği bebeğinden sonra doğurduğu bu yaramaz oğlanla hep mücadele etti ve her seferinde sonu hüsranla gelen hüzünlerini biriktirdi: “Kızlarım okuyacak, cepleri şakır şakır edecek” diyen Angela’nın, oğlunun hiç bir üniversite bitirmemesi içinde en büyük acıydı. Üstüne, bu boşanma süreci eklenmişti. Daha sonra, tanrıya şükürler olsun ki Angela’nın ömrü, olanları görmeye yetmedi; yaşarken bin kez daha ölecek, gördükleriyle yaşamaktan nefret edecekti. Sirena bunları düşündüğünde: “İyi ki,” diyordu, “Büyükannem, iyi ki bu olanları görmedi.


Angela, soğuk bir şubat sabahı kalbine yenik düşmüştü. Sirena’ya bu haberi nasıl vereceklerini bilmediklerinden, önce bu haber ondan gizlenmişti. Sonrasında her şeyi anlamış, giyinir giyinmez Angela’nın evinin yolunu tutmuştu. Eve yaklaştığında evin kapısının önünde bir ambulans ve evden beyaz bir çarşafla örtülü sedyeyi ambulansa taşınırken görmüştü. Donup kalmış, ne eve dönebilmiş ne de bekleyen ambulansa doğru adım atabilmişti. Annesi cenazeye gelmesini istememesine rağmen o yine de gitmişti. Hayatında yaşadığı ilk ve en büyük kayıptı bu gidiş. Babasıyla, büyükannesinin mezarını her gün ziyarete gitmiş, ona şarkılar söylemişti. Ölümü ilk kez tadıyordu. Hiçliğe giden yolun ilk kez kapısı aralanmıştı. Bay Valento karısını kaybettikten sonra iyice yalnızlaşmıştı. Sirena ve annesi ona sık sık uğrayıp hatırını sorarlar, ihtiyaçlarını öğrenip yemek götürürlerdi. Bay Valento uzun zaman sağlıklı bir şekilde yaşadı ancak artık eline kesinlikle keman almıyordu. Seksenli yaşlarına gelmişti. Angela’yla ilgili de pek konuştuğu söylenemezdi. Zio ziyaretine geldiğinde Bay Valento’yu tıpkı çocukluğundaki gibi sinirlendiriyor, adam istemsiz bir şekilde pantolonunun üzerinden kemerini çıkartıyor ve yine sallıyordu. Bir pazar akşamı, küçük kızıyla eve dönerken bir araba kazası geçirmişlerdi. Bu kazadan sonra Bay Valento tam kırk gün yoğun bakımda yattı. Ölmeden birkaç gün önce kâğıt kalem vermelerini istemiş, kâğıda bir şeyler yazmaya çalışmış, harfleri yazmayı beceremediğinden önce kimse ne dediğini anlamamıştı. İnci gibi yazıları olan Bay Valento, bu duruma düşmüştü. Kalem titriyor ve eğri büğrü bir şeyler yazıyordu: “Götürün beni buradan” demeye çalıştığını küçük kızı anlamış ancak solunum cihazına bağlı olduğu için, onu oradan götürmenin imkansız olduğunu anlatmaya çalışmışlardı. Bir ocak sabahı Bay Valento, Sirena yokken gömüldü. Sirena, o çok sevdiği kumrularını artık tamamen kaybetmişti. Bay Valento, karısı Angela’nın yanına gömüldü. Sirena kimsesiz, yalnız ve sevgisiz hissediyordu. Onu çok seven, kollayan herkes gitmişti bu dünyadan. Anlamakta güçlük çektiği, nereye gittikleriydi.    


Bir gün aniden Zio’nun sesi kısıldı. Annesi Sirena’yı ziyarete gittiğinde bu haber gelmişti. Her zamanki gibi yine kız kardeşleri bunun için endişelenmiş, hemen bir doktora gitmesini söylemişlerdi. Zio, yılların verdiği isteksizlik, yıkılmışlık ve umutsuzlukla ne doktora gitmişti ne de umursamıştı bu ses kısıklığı meselesini. Uzun zamandır işsizdi. Oturduğu bir koltuk vardı, bir de yanında sigara söndürdüğü küllük. Bir gün onu zorla doktora götürdüklerinde, gırtlak bölgesine biyopsi yapılması gerektiğini söylemişti doktorlar. Sancılı bir bekleme sürecinin sonunda Zio’nun kanser olduğu ortaya çıktı. Onu ameliyata aldılar. Sirena’nın annesi ameliyata abisini görmeye gitmiş, son kez sesini duyan o olmuştu. Zio’nun kimse bir daha sesini duyamadı. Geçmişten kalan bir telesekreterde sesi duruyordu. Sirena dayısının sesini özlediğinde açar, onu dinlerdi. Her dinlediğinde içinde adlandıramadığı bir şey kabarır, gözyaşlarına boğulurdu. Zio’nun boğazına bir delik açtılar. Artık hiç konuşamayacaktı. Ömrünün kalan son on yılında, yıllardır yaşadığı o umarsız, bol kahkahalı hayatın tam tersine, büyük bir sessizliğe ve hüzne gömülmüştü. Hiç konuşmuyor, konuşsa da sesi duyulmuyordu. Adamın sesiyle birlikte ruhu da gitmişti sanki. Boş boş yere bakarken yakalıyordu Sirena onu. Bir gün: “Zio Dayı, neden hiç konuşmuyorsun? Ben seni anlayabilirim, konuşsana benimle”, diye ısrar etmişti. Adam, tedavilerden dolayı kalınlaşmış ve kıpkırmızı olmuş boynunu kıpırdatamadan, başını kaşlarını yukarı doğru kaldırmış ve bu teklifi reddettiğini belli etmişti. Sonra Sirena’nın kolunu tutmuş, dudaklarından hafifçe çıkan seslerden anlaşıldığı kadarıyla “Geçenlerde gürültülü bir yerdeydik, eski bir arkadaşımı gördüm. Bana nasıl olduğumu falan sormaya başladı, biraz konuştuk. Bir süre sonra ne söylersem anlamadan başını salladığını fark ettim. Bende bunun üzerine bir deney yapmaya karar verdim ve ona küfürlerin en ağırını ettim. Baktım ki yine başını sallayıp bana:‘ Tabi tabi,’ gibi bir şeyler diyor, anladım ki ben boşuna konuşuyorum, anladın mı Sirena? Eski konuştuklarıma sayın, artık bir şey de konuşmak istemiyorum zaten.” diye anlattıktan sonra, hüzünlü yalnızlığına geri dönmüş ve boş boş yere bakmaya devam etmişti. Gereksiz bir kibarlık, hatta budalalık yüzünden adamcağızı iyice küstürmüştü bu olay.


Zio Dayı, on seneye yakın her gün yavaş yavaş daha kötüye giderek içine düşmüş olduğu kara delikten sonsuzluğa doğru yuvarlanıyordu. Angela’nın ölmüş gözlerinden akan yaşlar ise toprağı ıslatıyordu. Büyükannesi bunları görmediği için Sirena çok seviniyordu. Dayısının on yıl içinde geldiği son duruma, her güne şahit olmuştu. İçini garip bir his kaplıyor, içten içe bu adamın artık hemen ölmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu, hayat değildi. Onu nefes almaya çalışırken gördükçe kendi yüreği sıkışıyor, daha derin nefes alıp, aldığı tüm nefesi Zio’ya vermek istiyordu. Dayısıyla yaşadığı bir ilkti bu. Her şeyi paylaşmayı akıl edebilirdi de aldığı nefesi biriyle paylaşmayı daha önce hiç düşünmemişti. Haziran gelmişti. Sirena’nın morali çok bozuktu. İşler yolunda değildi. Zio, bir deri bir kemik kalmış, yatakta oksijen tüpüne bağlanmış, ölümü bekliyordu. Ölmeden bir gece önce Sirena, onun yanına gidip oturdu. Kocaman ellerini avuçlarının içine aldı, büyükbabası Bay Valento’nun kırk yıllık radyosu Zio Dayı’nın başında duruyor, cızırtılı bir şeyler çalıyordu. Sirena, büyükbabasının bu radyonun yanında kaç kere alışveriş listesi hazırladığını, büyükannesiyle tartıştığını, kahve ve sigara içtiğini anımsadı; derken eğilip dayısının elini tutup, ince uzun parmaklarını okşadı. Zio’nun elleri, aynı Bay Valento’nun ellerine benziyordu. Sirena’ya, Angela ve Bay Valento’nun hatıralarını canlı tutması için bir sebepti ancak Zio, yavaş yavaş ölüme hazırlanıyordu. Eliyle Sirena’nın o yumuşacık dokunuşlarının bile ona acı verdiğini, elini çekerek belli etti. Yalnız kalmak ve yalnız ölmek istiyordu: “Ellerin, büyükbabamın ellerine çok benziyor”, diye mırıldandı. Sirena, Angela ve Bay Valento’dan kalan bir gerçeğin daha, yakın bir zamanda ellerinden kayıp gideceğini biliyordu. 


Zio’nun her yeri ağrıyordu. Sirena ellerini ellerinin arasına aldığında, hafifçe elini itmeye çalışmasından anlıyordu bunu. Ertesi gün, Sirena kendi evinde yatakları toplarken telefon çaldı. Annesi: “Dayını kaybettik, bu gün sabaha karşı öldü”, dedi. Bir sessizlikten sonra, Sirena telefonu kapatıp kendini yatağa attı. Gözleri beyaz tavana bakıyor ve dayısının nefessiz kaldığı anlarının bittiğine içten içe çok sevindiğine utanıyordu. Gerçek buydu. Acıların sona erdiği bir haziran sabahıydı bu ve Sirena, Zio’nun ölümünden tam altı ay sonra, ilk gözyaşını akıtabilecekti. Zio Dayı’nın kanserli bedeni, Angela ve Bay Valento’nun yanına gömüldü. Küçüklüğünde ona hikâyeler anlatan Angela’nın ablası da birkaç mezar ötedeydi. “En çok hüzün biriktirmişim”, diye düşündü sapsarı yazın sonunda, evin balkonundan denize bakarken. Gerçeklere dönerek denizin onu çağırdığını hissetti. Teni, denizin kokusunu almıştı artık. Denize doğru yürüdü, mavisi öyle cömertti ki yine. Uzun uzun, ayak bileklerindeki suyun sesi eşliğinde, Angela’nın büyük ablasının evinin önüne kadar geldi. Denizin kokusu, sesi ve tuzu eşliğinde, çocukluğunda bu uzun boylu, zarif kadının anlattığı hikâyeleri düşündü. Savaştan sonra kilit vurulmuş kapısına baktı. Pencereleri ve kapıları hiç boyanmamış, kapısındaki zincirli kilit, sanki Sirena’nın gidip geçmişte vurulan tüm kilitleri kıracağı günü bekliyordu. Angela’nın doğduğu, büyüdüğü bu sahil kasabasını çok seviyordu. Büyükannesi ve büyükbabasının birlikte büyüdüğü, nişanlandığı, evlendiği bu sahil kasabasının eski ara sokaklarına baktı denizden. Bay Valento’yu kemanıyla Ermeni hocasına giderken; Angela’yı nilüfer çiçekleriyle dolu bir havuzun başında ut çalarken gördü. Gülümsedi, “Yazın bu sokaklarda Zio Dayı nasıl koşuyordu acaba?” diye düşündü.


Kara saçlarındaki beyaz ışıltılar, başının en yukarısına toplanmıştı: “Burayı dünyadaki her yerden daha çok seviyorum. Denizi, havası, kokusu, kumu, Angela, Bay Valento ve Zio’nun bu sokaklarda attığı adımların sesleri çekiyor beni buraya.” Sirena, Angela’nın toprağı ıslatan gözyaşlarını ve onun bilmediği birikmiş acılarını, Bay Valento’nun hayal kırıklıklarını, Zio Dayı’nın kanserli bedenini, tüm bunlardan sonra annesinin ve teyzesinin içinde biriken acıları, boşvermişlikleri, hüzünleri ve yorgunlukları tek tek aklından geçirdi. “Hayat, aslında koca bir hiç”, dedi. “Akıl, acılardan kurtulmak içindir”, demişti kadının biri. Anna, kırmızı çantasını sımsıkı tutarak ayağa kalkıp kendini, hızla gelen trenin altına atmıştı. Sonra, o kadın geldi aklına. Adını hatırlamıyordu, Angela’nın öğleden sonraları ara sıra kahve içmek için gittiği bir kadındı bu; “Tanrıya şükür, ölüm her an yaklaşıyor,” demişti, “yoksa bütün bu acılara nasıl katlanabilir insan?” Bunu söyleyen o kadını düşündü. Neler yaşamış olabilirdi ki ölümün her an yaklaşmasından bu kadar memnundu? Hiçlik, yine içini ürpertmişti. Tolstoy’un dediği gibi; her ailenin mutlulukları aynı, hüzünleri kendine özgüydü. Angelo, Zio’ya olanları görseydi, bin kez daha ölecek ve doğurmak için yaptığı tüm fedakarlıkları, eziyeti sorgulamayacak mıydı? Yaşamın neler getireceğini bilmemek, bir dakika sonraya bir umut bağlamak, insanın doğasında olan bir şeydi ancak yaşarken çok şey görmek bir süre sonra o kadının dediklerini düşündürüyordu. Sonsuza kadar yaşayıp dünyanın tüm acılarına şahit olmak korkunç bir duyguydu. O zaman doğmak bir umutsa, ölmek de acılardan bıkmış biri için bir umut değil miydi? Yaşadığı sürece bu hiçe inat, verilen savaşın anlamını arıyordu Sirena. 


Angela, Bay Valento ve Zio Dayı’yı çok seviyor ve çok özlüyordu. Sirena, son nefesine kadar kendi yaşamını, onların yaşamlarıyla birleştirerek anlamlandırmaya, unutturmamaya ve çocukluğunda Angela’nın ablasının anlattığı hikâyeleri, ayak bileklerindeki denizin kokusunu, sesini ve tuzunu duyduğu sürece yazmaya devam edecekti. Angela’nın, Zio’ya duyduğu sevgi ve ölmüş gözlerinden akan yaşlar, boşuna değildi. Tüm bunlar bir öyküye konu olmak için yaşanmış olamazdı. Eğer böyleyse, hayat gerçekten çok acımasızdı.