yazın bittiği ve baharın bir türlü başlamadığı yerde,

o ağır kahverengi çalılarda bekliyorum bir şeylerin olmasını.

yol görünüyordu ve belirdiği yerde yitip gidiyordu.


kaybolmak öğretildi bana ,

gezginliğin yabancısı değilim.

şimdi bu derin sessizliğin kucağında nasıl da anlıyorum her şeyi.

hatta babam da bana durağı olmayan uçsuz öyküler anlatırdı,

sesi deniz kenarına benzerdi, maviydi.

bir ses ne kadar mavi olabilirse o kadar maviydi.

sonra bir anda kesildi.

biri aldı götürdü , nereye bıraktı? - babamın sesi nasıldı-

saçlarımı okşamayı da ihmal etmezdi, hep hikayenin sonuna denk getirirdi.


elleri nasırlı bir masal kahramanına benzerdi.

büyümek için heyecanlanırdım o anlattıkça,

dönebilecekleri yerler inşa etmek isterdim anlattığı öykülerin insanlarına.

sevinen bir şeye dönüşüverirdim.


bir ilk yetişkinliği avucumda eğip büküyorum şimdi,

sesini bulduğum yerde yönümü de bulur muyum?

doğmasaydım, doğmasaydım, doğmasaydım.

ömrüm tam da bana aitliğinden yüce bir şey olmalıydı sözde-

şimdi düştüğüm yerde kendi başımda bekliyorum.


geceyi avuçlarıma sığdırmaya çalışırken ne düşünüyordum ben?

bundan yıllar önce, nasıl güçlü ve küçücüktüm

uzak dağların varılacak en doğru yol olduğuna inanırken-


sımsıcak değil miydi daha dün ellerim, avuçlarım.

o saçımın ucuna bıraktığın arkası yarın kitapların kenarında-dünyanın bir yerine barış'ı ben getirmişim gibi göğsümü gururla doldururdum.

o ılık ses-

anlatmasaydın.