Uzun süredir bekliyorum. Neyi beklediğimi bilmiyorum ama bekliyorum. Bir vazgeçiş hikayesi bırakacağım ardımda belli ki ama bunun neyden olduğunu kestiremiyorum. İhtimaller arasına ruhum ekleniyor bazı zamanlar. Hayır diyorum, insan ruhundan vazgeçebilir mi? Derin bir iç çekiyorum. Günlerim, saatlerin ardı ardına ilerlemesiyle geçiyor. Bazen saatler iyi ki var diyorum. Zaman akıp giderken ben tam burada, kendi içimde bir şeylerin oturmasını bekliyorum. Konfor alanını terk etmekle ilgili tavsiyeler veren postcast’ler dinleyip öz-şefkat meditasyonları yapıyorum. Ada çayı yakıyorum, içime sinmiyor, bir tane de tütsü ekliyorum. Kötü enerjilerden ve toksik ilişkilerden koşarak kaçıyor ve günlük rutinim olan cilt bakımımı asla ihmal etmiyorum. İndirime giren ürünleri takip ediyor, internet üzerinden yaptığım alışverişte birisinin elimden son ürünü çekerek kavga çıkardığını hissediyorum. Günün kahvesini paylaşıyor, gelen samimiyetsiz cevapları beğeniyorum. Sonra tüm bunların dışında başka bir sıkıntı olduğunu fark ediyorum. Ne kadar şifalanırsam şifalanayım geçmeyecek sancılarımı hatırlıyorum. Omuzlarımdaki ağrı, bana yaptığım yogaların işe yaramadığını söylüyor. Kafamın içi, bu çağa ayak uydurmanın faydalarından bahsederken yine aynı şekilde bunun bazı ruhlar için imkansız olduğunu anlatıyor. Aldığım kıyafetler asla mutlu olmadığım dışarısını hatırlatıyor bana ve yine sanki bir tek ben yaşlanacakmışım korkusuyla aldığım kremlerle göz göze geliyoruz. Bu defa silkeleniyorum. Tekme tokat sövüyorum yaşadığımız çağa. Hayır diyorum, tüm bunların ötesinde bir şey var. Kendime dönüyorum. İhmal ettiğim kitaplarımı okuyorum nefes nefese. Resimlerime, kalemlerime sarılıyorum. Çok eskiden okul yolunda dinlediğim, dünyanın benim için döneceğine dair yeminler eden şarkıları dinliyorum. Yazıyorum, eşe dosta söylenmez bu devirde böyle kallavi sözler, kağıda döküyorum onları. Yok oluyorum bir süreliğine. Uzun bir aradan sonra insanlar yokluyor beni, böyle olmaz, dışarıda bir hayat var diyorum, kalkıp gidiyorum bir bir yanlarına. Onların samimiyetsiz neşesini inceliyorum. Trend olan mekanları masaya yatırıyor, evlilik ve toplum ahlakına (!) uygun hayatları olumluyor, her defasında başarısız sonuçlanan yatırım planlarından ve parayı kazanmanın binbir kolay yolundan bahsedişlerini dinliyorum. Ben de ayak uyduruyorum. Bu elbise üstüme oturmuyor, biliyorum. Eve geliyorum, aynadan kaçarak yaşıyorum bir süre. Yarışın sonu olmadığını  biliyorum ama bunu onlara anlatmamın mümkün olmadığını da biliyorum. Acı bir kabulleniş yerleşiyor içime. Ait olamamanın verdiği rahatsızlık ve ötekilik sancısı bu diyorum. Adını koyuyorum artık bu döngünün, en azından buna seviniyorum. Bencilce ve evrene hiçbir faydası olmayan muhabbetlerini bölüp terk ediyorum bazı masaları. Bir zamanlar elime tutuşturulan 13. İstanbul Bienalinin broşürünü anımsıyorum. Konfor alanımda hiç de konfor sağlamayan hırçınlığımla otururken kendime bu soruyu soruyorum:

Anne ben barbar mıyım?