Bunun üzerine yazabilecek kadar hazır olmak için artık 17 yaşında gibi hissetmemem gerekiyordu sanırım.

Kendimi titreyen bacaklarıma rağmen aniden suya atar gibi, yara bandını çeker gibi büyüttüm 1 günde.

Yazabildiğin şeyi aşamazsın. Yazabildiğin şeyi çözemezsin. Ama yazabildiğin kadar büyürsün, inanıyorum ki.

Ömrümü ifade edebileceğim tek matematiksel format var olan en sözel beceriden geliyor, ironiktir.

Nereden baksan 45'im vardır ve bu ne fiziksel, ne zihinsel, ne ruhsal.

Yaşım sadece yazım kadar.


Üçüncü kız evladıydım ailemin.

Sıralı bir biçimde, 5'er yaş aralıklarla doğduk. Aile planlaması değil, ilahi plan gereği. Ben sürprizmişim, öyle demişti annem. Bana da sürpriz oldu. İçerisi pek rahattı oysa.

Annem, ilk konforum.

İlk sıcak yuvam, terk etmekten pek memnun kalmadığım.


Çıktığımda ilk duyduğum şey, benden önce annemin ağlaması.

Hep sıramı bekledim.


Erkek olmadığım için ağlamış.

Bunu her sorduğumda reddetmiştir, teyzem iyi hatırlar. Çok da güler anlatırken.


Sanıyorum ki bir mevsimlik işçi ve bir ev hanımının üçüncüyü bakacak güçleri olmadığını fark etmeleri zor olmadı. Aldırmaya karar vermişler.

Söylediğine göre, randevusundan bir gece önce ablalarımın öldüğünü ve kemiklerini ellerinde tuttuğunu görmüş rüyasında annem.

"Aldırırsam, diğer çocuklarımı da kaybederim" diye bir korku sarmış içini. Vazgeçmiş.


Hep biraz paranoyak ve hep evlatlarına fazla düşkündü. Vermek üzere olduğu karar için ona hiç içerlemedim doğrusu. Karardan dönmesinin sebebinin henüz bilinci bile oluşmamış bir et parçasını korumak değil, kanlı canlı gözünün içine bakan evlatlarını muhafaza edebilmek olmasının da üzüntüsünü taşımıyorum bir tık kırıcı görünse bile.


Düşe kalka yürüyen bu küçük kasaba evinde, ilk 5 yılı benim için oldukça keyifli geçen bir çocukluktu diyebilirim. Her şeyden bir oyun çıkarmayı başarırdım, kendi kendime yeteri kadar eğleniyordum. Oyuncağım yoksa asker yaptığım parmaklarım vardı, nereye istersem oraya uçarlardı. Motor becerileri en güzel oyuncağıdır insanın o yaşlarda. Okuma yazmayı bilmesem de resimli günlükler tutardım, bana yeteri kadar iyi ifade ediyorlardı bir şeyleri.


Babam, o hep bayıldığım ve bir o kadar da korktuğum öcüydü zaten. Gözünün içine direkt olarak bakamaz, etrafında parmak ucunda yürürdün. Ama uzaktan onu sevmek çok güzeldi. Güvenliydi.

Belli dinamikleri oturtmuştum 7 yaşına girmeden. İçtiyse neden sinirlenebileceğini, içemediyse neden sinirlenebileceğini ayrı ayrı hesap ederdim kapıyı hep ilk açan çocuk olarak. Kapı açıldığı anda gecenin kalanını öngörebilirdim. Nerede, neyle oyun oynanmayacağını, nasıl cümleler kurulmayacağını. Hangi noktada annemle konuşmamaları, tetiklenmemesi için dua etmeye başlamam gerektiğini. Tanrı güzel bir sırdaş ama güvenilmez bir kurtarıcıydı.


En büyüğümüzün yaşadığı çocuk yaştaki evlilik ilk kırılma noktamız oldu sanıyorum.

Babamın ilk göz ağrısı, hiçbirimizin dolduramayacağı bir boşluk açmıştı içinde. İlk kez duvarlara vura vura ağladı babam, sonuncuydu da bu. Bir daha hiçbir duygu görmedim yüzünde.

Bir daha hiçbirimize sevgiyle baktığını hatırlamam yıllarca.


Biz, o göz bebeği olmayan her şeyin timsali ve "yetersiz"dik.

Biz, o göz bebeğinin olduğu her şeye dönüşebilecek potansiyel yeni boşluklardık.

Babamı yönetmeyi biliyordum, bunu değil.

Bununla daha önce hiç karşılaşmamıştım.


Birkaç sene bu şekilde geçti. Taşındık durduk kuşlar gibi. Geriden, hep biraz dışarıdan, hep biraz silik izledim her şeyi. Sürünün arkasından, yeteri kadar hızlı gitmeme izin vermeyen küçük kanatlarla. Bir şeyler olurdu ve ben sadece oradaydım. Rüyada olmak gibi.


Annem tüm bu sürede asla onun kadar iyi olamayan, asla onu ve çocuklarını yeteri kadar sevemeyen, bu yüzden ona ve herkese daima öfkeli olan bir adamı yönetebilmeyi öğrenmişti. Genelde meşguliyeti buydu. Bu süreçte babam ortancamızın annem kadar affedici ve orta yolcu olmadığını fark etti. Daha da öfkeli, daha da suçlayıcıydı.


Annem hala idare etmeyi bilirdi.

"Çekip çevirmek" tabiri bir insan olsaydı, bu annem olurdu. Hem paranın, hem de huzurun olmadığı bu mağaradan hallice evde bir şekilde daima ışık olurdu önümüze. Ona hayrandım.


Sonra kapıya gelen ilk haciz memurunun önünde gördüm ezildiğini.

Dağın yıkılırsa, sen de yıkılırsın sanırsın. İlk varsayım budur.

O gün, dizlerini döve döve, küfürler ede ede hıçkırarak ağladığı ve karşısında dakikalarca onu izlediğim o gün, öyle olmadığını fark ettim.

Tam tersiydi hatta.

Dağın yıkılmaya yüz tutmuşsa, daha boku dereye inmemiş üç günlük dalgakıran, tutmaya çalışırmışsın elinden.


Hala kanatlarım küçüktü ama. Dedemin verdiği harçlıkla eve alışveriş yaptığımda överdi beni insanlara annem. Markete gittiğimizde bir şey istemediğim için överdi. Kanatlarım uçmaya değil, yük olmamaya yetiyordu ancak.

Bunu da bir başarı saydım.


Düşünüyorum öyle arada, fark ediyorum aslında hiç hayal kurmadığımı. Sadece zengin olacağımı bilirdim, bunu isterdim. Başka hayalim olmadı.


"Şarkıcı olacağım" dediğimde, 9 yaşındayken, "Kostümlerine bile zor para yetiştiriyor onlar, karşılayamazsın" demişti annem.

Annem, vazgeçtiğim ilk hayalim.


Olsun, hala zengin olabilirdim.

Babam artık kızmazdı.

Ona istediği kadar para verebilir, bize uzak bir yerde çok güzel bir ev alabilirdim.

Hala zengin olabilirdim.


Artık annem de gülmüyordu, ablam da.

Ablam gülmediği için, annem daha da öfkeliydi.

Annem ve babam hep öfkeli olduğu için, ablam hepsinden öfkeliydi.

Yine izledim. Oldukça uzun bir süre.


Bir edebiyat ödevinde hayatımızı yazmıştı ablam, üçümüzün de ifade gücü annemden gelir.

Hocası ağlamış okurken.

Merak ettim, okudum hevesle.

Doğdukları andan itibaren ablalarımın annemle ve birbirleriyle kurdukları buruk, benzersiz ve devlet gibi bir bağdı bu ortancamızın gözünden.

Ben doğmadan hemen önce bitmişti hikaye, yarım.

Bu cümleyi daha sonraları farklı formlarda yeniden yaşayacaktım. Yeniden, yeniden.

Yeniden.


Annem bizi ilk kez iş yerindeki insanlarla tanıştırdı bir gün.

Büyüğümüzü gösterdi, ay parçası gibidir elinden de her iş gelir dedi.

Ortancamızı gösterdi, dillere destandı ortancamızın güzelliği. Tek bir kelimeye gerek yoktu. İnsanlar baktığı anda anlaşılırdı hayranlıkları kaşlarının hayretle kalkmasından.

Beni gösterdi.

Sessizlik her seferinde farklıdır. Sessizliğin bir tonu vardır. O gün gözlemledim.

"Ergenlikten sonra güzelleşir bizimkiler" dedi, mahcup bir sesle.


Annem, ilk aynam.



Sıra diğer ablamındı. Annemle konuşmadık uzun süre, uydusu gibi etrafında durdum sadece.

Okuldan her geldiğinde ablamı dinlerdi. Zaten ben anlatsam dahi ablam araya girdiği anda benim hikayem biterdi. Bu yüzden eve hep koşarak gelirdim, benden önce eve varmasın diye.

Bir kez olsun, bir hikayemin sonu gelsin diye.

En büyüğümüzü önüne koyulan, beni sırtına yüklenen bir taş gibi gören ablamın hikayelerinde yerim olmadığı gibi, onun olduğu evde hikayelerimin de bir yeri yoktu.


Okuldan bir şey istedikleri zaman para harcaması gerekmesin diye ona söylemeyerek annemi sevmeyi öğrendim.

Babamla kavga edeceklerine, okulda hocalarımla kavga etmeyi tercih ederdim.

Hem gurursuz, hem müdanasızdım.

"Parasını siz verin o zaman." derdim inatla, gözümü gözünden ayırmadan hiçbirinin.

Babamdan korunmak, annemi korumak için, tekrar ve tekrar uzaktan sevebilmeyi öğrendim. Her şeyi, herkesi.

Uzunca bir süre işe yaradı.


Böylece hayatınız boyunca hakkınız olan şeyi dahi talep etmekten utanırsınız.

Annem, erken biten ilk hikayem.


Sıramı bekledim.

Hep sıramı bekledim.


Lisedeydim.

Odamdan uzun yıllar çıkmadım. Babamla karşılaşmamak için kafes gibi hapsettim kendimi odama. Kapı kilitli olmadığında rahat hissetmezdim. Cam kapalı olmadığında, kaldırımda sürekli sağıma soluma bakmadığımda, odama birileri girebilecek olduğunda, güvende değildim.


Hiçbir zaman güvende değildim.


Ablalarımın ikisi de yoktu artık ve benim hikayemin rahatça yankılanabileceği bu boşlukta kulağımı ne kadar tırmaladığını fark ettim.

Anlatabilecek güzel hiçbir şeyim kalmamıştı. Birbirlerini öldürmesinler diye araya girecek bir ben vardım artık.

Kim bilir ne kadar nefret etmişti benden ablam bu bir başınalık yüzünden.

Nasıl bir yüktüm ve nasıl da bir boka yaramadan öylece ağlardım kapı eşiğinden izleyip, 9-10 yaşlarındayken.

Nasıl da bir boka yaramazdım.

Nasıl.


Ama aralarda, zaman durmuş ve bana onunla yeni bir anı yaratabilme şansı verilmiş gibi küçücük anlarda yakalardım annemi yalnızken. Ardı ardına espriler yapardım, çok gülerdi. Onu güldürebileceğim hiçbir fırsatı kaçırmadım. Zaman sonsuza kadar donuk kalmayacaktı.

Kapı çalana kadar mutluyduk.

Babam gelene kadar huzurluyduk.

Babam gelene kadar oradaydım.

Bunun dışında ise annem benim ona dair her şeyi bildiğim, bana dair hiçbir şey bilmeyen bir insan haline geldi.

Hem annem, hem babam için oldukça konforluydu koyduğum ve koruduğum bu mesafe.

Hikaye öylece havada asılıydı. Bir yarısı üzgün, bir yarısı asla bitmeyecek.


Lisede katıldığım hikaye yarışmasında demişti ki hocam, "Yazı dilin kazanandan daha kuvvetliydi ama... Kasvetliydi, sonu da yoktu. Nereye bağlandığını anlayamadım."


Çünkü bağlamadım.

Çünkü sonları bilmem.

Bir durum hikayesiyim.

Annemi güldürebildiğim anlar önemli olan.

Babamın geldiği gece sonu değil.

Zamanı durdurabilirken sonunu neden göreyim ki bir şeyin?

Bir süper gücüm var, neden devam edeyim ki sonsuzluğa sahipken?


Ben tertemizdim. Ben diğerleri gibi değildim. Ben koşulsuz severdim. Ben istemez, verirdim. Ben zekiydim. Ben güçlüydüm. Ben parlaktım. Ben hocalarımın bir tanesiydim.

Ben, kurtarıcıydım.

Ben, asla talep etmediğim tüm bu sıfatların biricik sahibiydim.

Tanımadıkları bir çocuğa karakter yaratmak keyifli olsa gerek, aksini asla söylemeyeceğini bilerek. Sims oynamak gibi belki.

Otonomi sahibi de zaten. Doyurur, uyutur, işetir kendi kendini.

Babam taştan hallice duruşumu severdi. Yeri geldiğinde çıldırmamı, karşısına dikilmemi, hep o istediği erkek çocuğu gibi.

Annem bu duruşu besler, pekiştirirdi.



Aynı fikirde oldukları tek şey bendim, geriye dönüp şöyle bir bakınca.

Bu güzeldi. Küçük, sözü asla edilmeyen bu anlaşmayı fikir belirterek bozmadım hiç.

Daha önce hiç okumadığım bir oyun için gözümü kör eden ışıkta sahneye itilmiş gibi hissettim, en doğru ifade bu sanırım.

Hızlı okur, hızlı öğrenirdim nasılsa.


İlk aşkım için ağladığımda "Bir daha bir erkek için gözünden yaş gelirse sütüm helal değil" dedi annem, çabucak kaptım.

Biraz overkill tabii, erkeklerle olan ilişkim bir daha düzelmedi.


İlk işime girdiğimde "Yükseleceksin, benim kızımsın çünkü" dedi annem. Ya başka ne olacaktı?

Onun kızları ağlamazdı. Onun kızları kaybetmezdi. Onun kızları muhteşemdi, öyle kalacaktı. Onun kızları kırılmazdı, eğilmezdi.


Seçilmediğim, övülmediğim, bambaşka görülmediğim her yerde kendime nefretle doldum.

Yetersizdim.

Kendimi uyuşturdum.


İlk kez sevgiye, saygıya değmediğimi düşündüğüm için ağladığımda "Zeki olduğun için uzunca bir süre yalnız kalacak, sevilmeyecek ve anlaşılmayacaksın. Alış. Tek dostun, tek sırdaşın benim." demişti.


Annemi dinledim. Anneme anlattım. 20'lerimdeyken annemle tanıştım, ablalarımın artık ona ihtiyacı kalmadığında.

Benim ihtiyacım var mıydı?

Hayır.

Ama muhtaçtım. Kapanması gereken 20 yıllık bir açık vardı. Bunu halletmem gerekti.

9 yaşındaki kendimi mutlu edebilmek için 20 yıl gecikmiş bir bağı kurmaya çabaladım.


Ablalarım isterdi, alırdı. Ablalarım her zaman isterdi. Ablalarım her zaman deliydi, agresifti. Öngörülemezdi. Ablalarım hatalar yapabilirdi. Ablalarım "idare edilmeliydi".

Ben "onları bilirdim". Ben "akil olandım".

İhtiyaç duymadıklarında bile aldıkları, ihtiyaç duyduğumda bile isteyemediğim için, annem beni gördü.


Annem beni çok sevdi.

Annem beni her gün arardı. Bir gün aramazsam, neden onu unuttuğumu sorardı. Ablalarım telefonu istediği zaman, ben her zaman açardım.

Annem beni çok sevdi.

Ablalarımın aksine, erkekler için kurban etmez, savurmazdım kendimi.

Olmak istediği, olmamı istediği kişiydim.

Annem beni çok sevdi.


Gittiğim her yerde istemeyerek, ne gerekirse onu vererek var oldum. Övgüler topladım. Sevildim.

Annem beni övdü.

Annem beni çok sevdi.


Benim hata yapma lüksüm yoktu.

Yapmazdım.

Yaparsam, sessiz sedasız örter ve bedelini tek başıma öderdim.

Annem için beni sevmek, bedelsizdi.


Ve annem, kimsenin asla sevemeyeceği kadar güzel severdi beni.

Annem, babam yerine de severdi beni.

Annem, ablalarım yerine de korurdu beni.


Aldığım her borcu geri ödedim. Annemin "karşılıksız" sevgisini vadesi geldiğinde ödedim.

Ne kadar ödersem, o kadar iyiydim.

Ablalarımın ödemediği yer ay daha fazla öderdim "sevgiyi". Böylece annem "sevgisiz" kalmazdı.

Ablalarım beni her kovduğunda sessiz sedasız, borç harç başka bir ev bulurdum. Başka bir apart.

Başka bir yuva.

Böyle de bir kaplumbağa.

Kimsenin sevemeyeceği kadar güzel sevdim onu.

Babam yerine de sevdim onu.

Ablalarım yerine de korudum onu.

Yeri geldiğinde kendimden korudum onu.


Dekonttaki miktar arttıkça bana ettiği dualar da artardı.

"Hepiniz evladımsınız ama en değerlim, en başkam o'dur" derdi benim için açıkça. Ablalarımın bana olan ve sebebini anlayamadığım öfkesi de artardı.

Bu düşmanlığı sırtlamayı öğrendim hiçbir zaman açık açık yüzleşmeden hiçbirimiz.


Annem için yaşadım.

Yaşayamadığımı fark ettiğim son noktada, yalvarmama rağmen o düğümün üstünde tepindi ortancamız, biricik kardeşim.

Yüzleşmedik yine.

Ben kaçmayı seçtim.

Üzgün değildim, öfkeli değildim.

Çok sessiz ve çok huzurluydu gidişim.

Yarı yoldan döndüm.

Hastaneden çıkıp eve geldiğimiz sabah, kan oturmuş gözlerim ve karaciğerim neredeyse iflas ettiği için lekelerle dolmuş, rengi atmış cildime baktım.


Anneme az kalsın neler yapıyordum.

"Mutlu musun herkes beni suçladığı için?" dedi ablam.

Ablama az kalsın neler yapıyordum.

Babam kriz anında tek başına ayrı bir krizdi, söylenmezdi ona böyle şeyler. Aman, belki yaptıklarının sonuçlarıyla yüzleşirdi, Allah korusun.

Babama az kalsın neler yapıyordum.


Kendime...

Ne yapıyordum ki kendime?

Alt tarafı kurtarıyordum az kalsın.


Hata yaptığım ilk anla karşı karşıya kalan annemi bir daha hiç öyle görmedim. Yenilgiydi bu.


"Ben başaramadım mı anne olmayı?" dedi.

Her bir düşüşüm, onun mağlubiyeti, hatta kıyametiydi.

"Asla." dedim. "Bir daha öyle düşünme sakın."

Böylece, düşmeyi bırakmadım. Ama hala diz üstü bir şey giysem yara izlerimden utanırım.


Hata yapma lüksüm yoktu, ablalarımın olsun diye.

"Bir şey" olmama lüksüm yoktu, ablalarım ne isterse onu olsun diye.

Gitme lüksüm yoktu, annem ihaneti kaldıramaz diye.

Tek başına kalamaz diye.


Çok güzeldim.

Çok hatasız.

Hasarsız.

Güldürürdüm.

Çok da gülerdim.

Okulu bırakır çalışırdım.

Okutmaya parası olmadığını itiraf etmek zorunda kalmasın, gücüne gitmesin diye bir tanemin.

Göğsümden ikiye yarılırdım, kansız.

Boynumdan çıt çıkmadan asılırdım.

Daha da çok gülmek için kendi ellerimle ağzımı ikiye yırtardım.

Diyaframım patlardı.

Poz verirdim annemle.

Annem, ilk kahkaham.

Parça parça dökülürdüm.

Saplanır kalırdım.

Toplardım.

Toparlanırdım.

Annem, ilk kesiğim.

Nefesim kesilir, gözümden yaş gelirdi gülerken.

Zayıflardım. Tekrar kilo alırdım.

"Cidden bak anne, çok dikkat ediyorum yediklerime hala"ydım.

"Hallederiz, burada"ydım.

Akildim.

Kurtarıcıydım.

Hatasız ve hasarsız.

Hasarsız.

Hasarsız.

Hasarsız.

Hasarsız.


Anne ve babasının biriciği.

Küçük evladı evin.

Annesiz ve babasız.

İki büyük yoldaşı ile, tek çocuk.

Tapılan, dertsiz.

İhtiyaçsız.

İhtiyaç duyulmayan.

Son derece gerekli.

Ne var ki bunda?



"Neden moralin bozuk?" dedi annem.

"Bilmem," dedim.

"Üç gündür çıkamadım yataktan ağlamaktan."

Yaşadığımdan çok daha hafifti anlatırken. Bu tonu özellikle geliştirmişim, evham yapmasın diye. Ölümü bile ancak duvara çarptığım bir sinek kadar büyük gösterebilirdim.

"Nasıl yani? Neden? Neyin var? Hiçbir şey olmaz benim kızıma. Ablanla da konuştuk geçen depresyondaymışsın, yok öyle şey dedim hepinizden sağlamdır o. Ayakları hepinizden sağlam basar yere."

Depresyon artık kulağa çok aciz geliyordu.

Depresyonda da değildim zaten.

Sustum.

"Buradayım annecim," dedi.

Buradaydı anneciğim.

Sigarayı küllüğün kenarında hafifçe çevirerek, sivrilterek külünü dikkatle aldım.

Annem gibi. Gözümü ayırmadan.

"Ne kadar uzakta da olsam hep yanındayım, seni çok seviyorum biliyorsun değil mi?"

Sesinde aynı endişe vardı. Aynı korku. Giderim diye nasıl ürküyor ve nasıl da inanmak istemiyor hala bunu isteyebileceğime, çocuk gibi titrek.

"Biliyorum anne" dedim.

"Ben de seni çok seviyorum. Sorun yok, reglim gecikti diye herhalde."

"Ondandır tabii annem!" dedi hevesle, aradığı bir cevabı bulmuş gibi zaferle doluydu tavrı.

"İyisin tabii! Yemeğin var, sigaran var, başında çatın var, işin var. Ben varım. Niye üzgün olacaksın?"


"Evet." dedim, dalgındım.

"Reglim gecikti."


Reglim gecikti anne.

Geciktim.

Birine, bir şeye?

Her şeye?

Geride kaldım.

Kanatlarım hala küçük ama bedenim değil.

Yine kilo aldım.

Özür dilerim.

Özür dilerim.

Özür dilerim.

Özür dilerim.


Yetişemedim.

Varamadım.

Olamadım.

Özür dilerim anne.

Özür dilerim.

Özür dilerim.

Özür dilerim.

Özür dilerim.