Karnı irinli bir çıban gibi şişmişti. Göbek deliğinden kasıklarına uzanan çatlaklar, aldığı her nefeste yırtılırcasına esniyordu. Avuçlarından göğe yükselmeyen duaların ağırlığı omuzlarını düşürmüş, belini bükmüş, sırtını kamburlaştırmıştı. Anneliğin bedelini çocukluğuna veda ederek ödüyordu. Karnındaki bebek, içerisindeki çocuğu yiyerek büyüyordu. Sedefli aynadan yansıyan yabancının gözlerinde kendini ararken, kapının ardından midesini bulandıran bir ses yükseldi.


—Kız gelin!


Zelal telaşla yatağın üzerindeki kıyafetlerini giyerken kapı açıldı.


—Sağır mısın sen? Çağırıyorum, ne diye gelmiyorsun?


Kaynanasını karşısında görünce, elleriyle göğüslerini kapattı ve başını öne eğerek konuştu.


—Duymamışım anne, affet.

—Sus! Edepsiz! Gebe olmasan ben sana yapacağımı bilirdim… Giy şu üstünü başını da merdivenleri temizle. Çamur içinde kalmış.


Zelal daha cevap vermeden kaynanası odadan çıktı. Çünkü onun bir cevap hakkı yoktu. “Artık okula gitmeyeceksin.” dediler. “Başını kapatacaksın.” dediler. “Bu adamla evleneceksin.” dediler. Hepsini kabul etti. Çünkü ona başka hiçbir seçenek sunmadılar. O yüzden saçları üzerindeki gelinlik kadar ağarmış bir herif ışığını söndürürken “Dokunma!” diyemedi. Kazağını üzerine geçirdi, basma eteğini giydi ve tülbenti ile başını örttü. Odadan çıktı. Kaynanası karşı odada çarşafları kaldırmış, çekmeceleri yere dökmüş, kıyafet dolabını boşaltmış, telaşla bir şey arıyordu. Merak etti ancak sormaya cesaret edemedi. O sırada dış kapı çalmaya başladı. Kaynanası içeriden bağırdı.


—Bak şu kapıya!


Ağır adımlarla gitti ve kapıyı açtı. Görümcesi gelmişti. Zelal’in yüzüne tiksinerek baktı ve elindeki poşetleri yere bıraktı. Hiçbir şey demeden içeri girdi. Zelal görümcesinin ayakkabılarını portmantoya koydu. Poşetleri eline aldı ve mutfağa doğru ilerlemeye başladı. Attığı her adım sırtını kamçılıyordu. Kızının geldiğini anlayan kaynanası, Zelal ile yalnız kalmaktan kurtulduğu için mutlu bir şekilde kızını karşıladı.


—Hoş geldin canım kızım.

—Hoş buldum anne. Bu ortalığın hali ne? Ne arıyorsun?

—Küpemin teki kayıp. Yer yarıldı içine girdi sanki. Bulamıyorum.

—Nereye gidecek küpe anne? Bu el kızı almış olmasın?


Kaynanası ve görümcesi konuşmaya devam ediyordu ancak Zelal sessizliğe gömüldü. Şeriat kurallarının hakim olduğu bir çatının altında, masumiyetinin ispatını iki yalancı kadın şahidin karşısında yapabilmesi mümkün değildi. Ne yapacağını bilmediğinden, usulca dışarı çıktı. Merdivenlerden aşağı inerken ağlamaya başladı. Gözyaşları gideceği yolu biliyordu. Çünkü o kadar ağlamıştı ki, tuzlu su yanaklarını aşındırmıştı. Sırt ağrılarına dayanamayıp basamağa oturdu. Sanki utanç verici bir şey yapmış gibi elleriyle suratını kapattı. O sırada okuldan çıkan çocuklar sokaktan geçiyordu. İçlerinden biri Zelal’in yanına geldi.


—Abla iyi misin?


Zelal kafasını kaldırıp kendisine seslenen kızın suratına baktı. Avuç içiyle göz yaşlarını sildi ve burnunu çekti.


—İyiyim.

—Yardım edebileceğim bir şey var mı abla?


Zelal gülümsedi ve kızı baştan aşağı süzdü.


—Kaç yaşındasın sen?


Kız şaşkın bir şekilde cevap verdi.


—16 yaşındayım.

—Ben çok büyük mü duruyorum?

—Kaç yaşındasın ki?

—Bebek doğuracak yaşta değilim.


Kız ne diyeceğini bilemeyerek Zelal’in yaşlı gözlerine baktı. Zelal, kızın üzerindeki okul üniformasının içerisinde kendisini hayal etti. Ne güzel dururdu üzerinde beyaz gömlek, kırmızı kareli etek ve lacivert ceket. Ne çok yakışırdı kıvırcık saçlarına kırmızı tokalar. Zelal’in saç diplerinde hissettiği acıyla rengarenk hayallerinin üzerine katran döküldü. Görümcesi Zelal’i çekiştirmeye başlamıştı.


—Hırsız! Nereye sakladın annemin küpesini! Söyle!


Cümleler Zelal’in dilinde hıçkırıklara karışırken kaynanası da cama çıkmış bağırıyordu.


—Komşular, komşular! Mahallemizde hırsız var! Malınıza sahip çıkın! Aldık nankörü, besledik. Geldi küpemi çaldı!


Dedikodu malzemesi bulan komşular, balkonlarda ve pencerelerde peydahlanmıştı. Onlar ağızlarından salyalar akıtırken, görümcesi Zelal’i çekiştirerek yukarı çıkarıyordu.


—Aç gözlü hırsız! Biz olmasak babanın evinde açlıktan ölecektin! Biz seni aldığımızda ağzın kokuyordu! Utanmadın mı bize bunu yaparken! Abim gelsin göreceksin sen!


Görümcesi Zelal’i eve soktu. Kaynanası Zelal’i saçından tuttu ve suratına bir tokat çarptı. Tükürerek bağırmaya başladı.


—Akşam kocana anlatacağım yaptıklarını. Göreceksin sen! Vereceksin o küpeyi!


Görümcesi, annesinin elinden tuttu.


—Anne bırak.

—Hayır, çıkaracak o küpeyi!

—Akşam abim geldiğinde çıkarır. Yoksa bu elimizde kalacak. Olan yeğenime olacak. Sen mutfağa git, sakinleş. Ben odayı toparlarım. Bu şimdi başka şeyleri de çalmasın.


Kaynanası söylenmeye devam ederek mutfağa girdi. Görümcesi de annesinin dağıttıklarını toplamaya başladı. Zelal kapının önünde, iki büklüm sessizce ağladı. Bir süre sonra görümcesi bağırdı.


—Anne!


Kaynanası mutfaktan çıktı.


—Ne oldu?

—Bak, küpeni buldum. Döşeğin arasına düşmüş.

—Hadi ya! Nasıl göremedim ben onu…

—Kızın da günahını aldık.

—Olsun. Aklından geçtiyse bile başına neler geleceğini gördü. Bırak şurayı sonra toparlarız. Mutfağa gel de bana yardım et. Şu yemeği yetiştirelim. Beceriksiz gelinimizin bir halt yaptığı yok.


İkisi de hiçbir şey olmamış gibi mutfağa girdiler. Yaptıkları için pişmanlık çekmediler. Bir özür bile dilemediler. Zelal avuçlarıyla dünyayı itermişçesine doğruldu. Dış kapı açıktı. Komşular meraklı gözlerle onu seyrediyordu. Hiç kimse yardım etmemişti. Zelal karnına baktı. İçerisinde biriken pisliği rahminden akıtmalıydı. Çünkü bebeğinin gözlerine her baktığında, yeniden tecavüze uğrayacaktı. Gözlerini kapattı ve boşluğa doğru bir adım attı. 16 basamaktan aşağı yuvarlandı. Kemikleri parçalandı ancak çıban patlamadı. Annem o gün beni düşürmeyi başaramadı.