Tekila, viski, votka ve rakı şişeleri tahta raflarda muntazaman dizili, sarı ışığın altında insana huzur veren bir güzellikle parıldıyordu. Bar taburesinden, bir çocuğun oyuncaklarını izlemesi gibi izliyordu manzarayı. Birasını ağır ama büyük yudumlarla içerken kahkahalar ve küfürlü konuşmalarla karışan, televizyondaki gitar solosu duyuluyordu. Dünya üzerinde onu rahatsız etmeyen tek gürültü bu barınkiydi. Burada kimse kimseye karışmaz, bir masa diğeriyle ilgilenmezdi. Herkesin kendi dünyasından yükselen sesleri diğerleriyle birbirlerine ilişmeden, çarpışmadan havaya karışıyor ve bu kaostan ilginç bir harmoni oluşuyordu. Üzerinde garip, huzursuz bir yorgunluk vardı. O an duyumsadığı şey melankoliyle özdeşleşecek bir his değildi; daha çok söyleyecek her şeyi erken söylemiş, yapılacak her şeyi yapmış, ödevini bitirmiş birinin yüksüzlüğü ve boşluğuydu. Terminatör filminde kötü robotu yok eden T-800’ün artık yapacak bir şeyi kalmadığı için kendisini yok etmesini çok üzücü ve ironik bulurdu bu yüzden.

Altı masadan ibaret küçük bir yerdi burası fakat bu sıkışıklığa her gece evrenler sığıyordu. Müşterileri hemen her gece aynıydı, birbirini tanıyan bir mahalleydi içerisi. Giriş kapısının hemen yanındaki ilk masada İsmet otururdu, tek başına. Rakı içer, yanında da sadece peynirle leblebi isterdi. Pek konuşmaz, nadir güler, geceyi masalara kulak kabartıp camdan dışarıyı izleyerek geçirirdi. İsmet’in arkasındaki avukatlar masasıydı, özel bir kutlamaları yoksa her gece bira içer, gülüşürlerdi. Televizyonun altındaki masada 68 kuşağından iki ihtiyar oturur, tarih, felsefe konuşurlardı. Mutsuz fakat umutlu görünürlerdi. Diğer masalarda, gedikliler dışında bara gelen gençler, bazen de birbirinden başka gözü bir şeyi görmeyen sevgililer olurdu. İçerisi eski fakat düzenli ve temizdi. Bakımsız olmaya değil, antika olmaya uygundu buranın eskilik tanımı. Ahşap masalar, ahşap kaplama duvarlar, siyah beyaz fotoğraflar insanda huzurlu bir geçmiş özlemi uyandırıyor, buruk bir dinginlik sağlıyordu.

Bar taburesinde ise sürekli, sadece o otururdu: Sarı paltolu adam. İçeridekilerin adını bildiğinden bile emin değildi. Üzerinden hiç çıkartmadığı sarı paltosu, babasından ona kalan tek şeydi. Kolları yağlı bir katmanla sertleşip sunta gibi dümdüz olmuş, koltuğunun altları defalarca yamanmış bu palto, onunla özdeşleşmişti. Omzuna dökülen uzun, yağlı saçlarıyla masalara sırtını döner, nadiren barmenle konuşur, çoğunlukla tüm gece şişeleri izler, sigara içer, düşünürdü. Sırtına kepekler, saçlar dökülmüş koyu sarı paltosuyla uzaktan zayıf, cansız, kambur bir karaltı olarak melankolik bir dekor gibi görünürdü bar taburesinde. Arkadaşı, ailesi olup olmadığını kimse bilmezdi zira burada kimse birbirine bir şey sormazdı fakat gene de laf arasında birinin eğer ki varsa karısı, çocuğu ya da annesi-babası, birlikte yaşadığı her kimse muhakkak mevzu bahis olurdu. Sarı paltolu adamla ilgili bu seçeneklerden hiçbiri cümle içinde geçmemişti şimdiye dek. Hakkında kimsenin bir şey bilmediği bu adam, tarlanın orta yerinde uzamış yalnız bir ağaç gibi tek başına kök salmıştı o bar taburesine. Buzlu viski ya da bira söyler, her gece bar kapanana dek taburesinde otururdu. O gece de her zamanki gibi barmenin kararmış sarı bezle tezgâhı silmesini ve gülümseyerek ‘kapatıyoruz’ demesini bekledi. Kendisinden başka kimse kalmamıştı. Zira masalarda ondan başka yalnız yaşayan olmadığından; herkes evde olacak sinir harbinin büyüklüğüne göre, birbirinden daha erken, daha geç kalkıp giderdi. Viskisini ödeyip ağır adımlarla çıktı. Hava serinlemişti, yakalarını kaldırdı. Uçuşan seyrek saçlarının ağzına, gözüne girmesini umursamadı. Eliyle siper edip sigara yaktı. Rüzgârdan sallanan tabelaya baktı: ‘Son Şans Bar.’ Yürüdü.

Hava sek viski gibi sertti. Kış, bu gece birden gelivermişti sanki. Islak, boş kaldırımda etrafa bakınarak yürüdü. Bazı evlerden zayıf, titrek televizyon ışıkları geliyordu ama çoğunluk uyuyordu. O ise hiç uyuyamazdı. Gece boyu peş peşe yaktığı sigaralarla sabahın ilk ışıklarını karşılardı. Herkes ışıklarını kapayıp şehir huzurlu bir karanlığa gömüldüğünde o da onlarla beraber uyumak istiyordu. Bir sonraki gece uykusu gelmesi için her şeyi denemişti; daha fazla içmeyi, çok erken uyanmayı, hatta hiç uyumamayı… Uyuyamıyordu. Saplantılı düşüncelerden oluşan parmaklıkların ardındaki bir hapishane yaratmıştı kendine, zihninde. Oradan kaçmak mümkün değildi. Kaybettiği insanlar, artık zar zor hatırladığı sisli anılar, diğer seçeneği seçse her şeyin daha güzel olacağı ihtimali; tüm bunlar ona kaybolmuş hissettiriyordu. Hayatı bir ihmaller zinciriydi. Bunları düşünmemeye, oyalanıp vakit öldürmeye çalışsa da işe yaramıyordu. Düşüncelerinin dönüp dolaşıp geldiği yer bu pişmanlık hapishanesiydi. En çok da hayatını tamamiyle değiştireceğini düşündüğü, henüz yirmilerinin başındayken Finlandiya’ya yerleşme fırsatını kaçırması takıntılı beynindeki en büyük, iyileşmeyen yaraydı. O zamanlarda kafasını toparlayamamış, böylece bambaşka bir hayat ihtimalini sonsuza dek kaçırmıştı. Şimdi kendisini yakıştıramadığı bu köhne şehrin, kambur bir gölgesi olmuş; tüm olanı ve olmayanı kabullenmişti. Öylece devam edebilmek herkesin becerebildiği bir şey değildi, kabullenmek büyük bilgelik isterdi. Bireysel kurtuluşa inanmazdı sarı paltolu adam fakat yaşlandıkça anlamıştı ki, kaçırılmış hayat can yakıyordu.

Yolu aydınlatan zayıf sokak lambasından, az da olsa kararsız kar tanelerinin süzülmeye başladığını anladı. Kafasını kaldırıp baygın gözlerle ışıkta minik alkol şişeleri gibi parıldayan kar tanelerine baktı. Boynundan içeri dolan soğukla ürperip omuzlarını kaldırdı. Kar taneleri bir türlü yere düşmüyor, havada yalnız ve sarhoş sallanarak dans ediyorlardı sanki. Birden ürperdi, lambanın üzerinde kocaman gözlerini dikmiş ona bakan şeyi görünce; kartopu gibi bembeyaz bir baykuş, öylece sarı paltolu adama bakıyordu. Bu kadar güzel bir kuş burada ne arıyor, diye düşündü. Bulunduğu yere ait olmayan şeyler, ilk bakışta kendini belli eder ve hemen garipsenirdi. Geçen günlerde de komşusunun bahçesine giren bir domuz ortalığı talan etmiş, çöpleri dağıtmıştı. Yabanın tahribatındaki son aşamaya yaklaşılmıştı; evleri yıkılan, ekmekleri çalınan ormanın sahipleri,  gariban işçiler gibi nereye gideceğini şaşırıyordu.

Evinin karşısındaki trafonun yanında durdu. Hava biraz daha soğumuş, kar iyiden iyiye artmaya başlamıştı. Evini bağıran bir devin yüzüne benzetti. Kapı, devin leş gibi kokan karanlık ağzı; ışıksız pencereler de kör gözleriydi sanki. Bu karanlık, sessiz mağaradan ürperdi, girmek istemedi. Hep aynı yerde duran kanepeden, masadan, kendisini kapıyı açınca karşılayan siyah portmantodan tiksiniyordu. Soğuk caddede yürürken rastlaşıp geçiştiği zayıf sokak köpekleri, sokak lambasındaki baykuş, birkaç sarhoş serseri, pavyonlardan sigara içmeye çıkan ağır makyajlı orospular, hepsi hoş gelmişti adama bir anlığına. Onlarla rastlaşmaktan, geçişmekten memnun olmuştu. Beraber soludukları bu gece, birbirlerinden habersiz olsa da onları ahbap yapıyordu. Hiçbir yere dâhil olamadığı bu dünyada, onlarla beraber bir şeye dâhil ve aitti: Geceye. Girmedi evine. Ellerini cebine sokup hızlı hızlı evin tam aksi yönüne, karşı kaldırımdaki mavi ışığa, tekel bayiine doğru yürüdü.

“Bana bir ufak votka, üç tane de kutu bira,” dedi. Satıcı cevap vermeden söyleneni yaptı. Siparişleri gazete kâğıdına sarıp siyah poşete koydu.

“Haydi iyi geceler, kolay gelsin,” diye kapıya yöneldi sarı paltolu adam.

“İyi seneler,” dedi satıcı gülümseyerek. Dişsiz ağzıyla yaşlı bir kaplumbağaya benzemişti gülünce.

“Nasıl,” dedi sarı paltolu adam. “Anlayamadım.”

“Yeni yıla giriyoruz ya abi birkaç saat sonra,” dedi. Hala gülüyordu. “İyi seneler şimdiden. Başka ihtiyacın varsa al, kapatacağım.”

Seyrek sakallarını kaşıyıp boş boş bakındı sarı paltolu adam. Yılbaşını nasıl unutmuştu? Karşısındakinin, bu avelliği fark etmesini istemedi. Ağzının içinde ‘iyi seneleer’ deyip çıktı. Bulunduğu yeri, tarihi, her şeyi yadırgamıştı o an. Özel günleri önemsemeyen biri de olsa, bu unutkanlık moralini bozmuş, dünyaya daha da yabancı hissettirmişti. Sanki bambaşka bir gezegenden buraya bırakılmıştı. En azından evine güzel içkiler alıp, biraz temizlik yapıp birkaç arkadaşını çağıramaz mıydı? Aptallığına hüzünlü bir sırıtış eklendi; arkadaşı yoktu, tanıdığı bir takımı insanlar vardı. Telaşlı bir kederle doldu kaburgaları. Sigara yaktı. Karton arabasını çeken gece gibi bir çingene karanlığı yırtıp çıkıverdi karşısına. Çöpün önünde durup hızlı hızlı karıştırdı. İşine yarayanları arabasına koydu. Sarı paltolu adam birden:

“Kardeş bu gece planın var mı,” diye sordu çingeneye. Bu soru düşünmeden, kontrolsüz bir öksürük gibi fırlamıştı ağzından. Çingene ürkek, anlamsız gözlerle adamı süzdü. Yağlı cildi ay ışığında parlıyordu. Sakızını tükürdü.

“Ne planı abi, anlamadım,” dedi çöpü karıştırmaya ara verip.

“Bak şurası benim evim,” dedi sarı paltolu adam. Çingene, garip adamın parmağıyla işaret ettiği yöne baktı boş boş. “Gir bahçede beni bekle, diğer arkadaşları da toplayayım ben. Yılbaşını kutlayalım hep beraber.”

“Yok benim gitmem lazım,” diye kestirip attı Çingene.

“Gitme işte ya, alkol falan da var evde. Otururuz.” Çingene biraz duraksadı. Baştan aşağı süzdü sarı paltolu adamı. Teklifi garipsemişti besbelli.

“Yiyecek bir şeyler de var mı?”

“Ayarlarız,” dedi sarı paltolu adam. Umutla gözleri parladı.

“Kaç yılına giriyoruz abi?”

“Yav topladığın kartonların üstüne de mi bakmıyorsun hiç? Süt, yumurta kartonlarında tarih yazıyordur,” dedi sarı paltolu adam.

“Onların hepsinin tarihi geçik abi,” dedi Çingene. Uzun sayılacak bir süre birbirlerine baktılar.

“Hadi git bahçeye canım kardeşim, bekle beni. Olur mu?” diye tekrarladı sarı paltolu adam. Çingene ‘olur’ manasında başını salladı. Arabasını güçlükle çekerek gösterilen yöne ilerledi.

Paket taşlarla dizili karanlık kaldırımın, pembe ışıklarla aydınlanan kısmına dek koştu sarı paltolu adam. Pavyonun önünde nefes nefese yakaladı genç kadını. Makyajını silmiş, çıplaklığını nispeten örtmüş, sıradan insan kıyafetlerini giymişti. Mesaisinin bittiği anlaşılıyordu. Kadın, yaşından çok daha ihtiyar bakan gözlerini adama dikti.

“Mehtap hemen bizim eve git beni bekle, büyük bir yılbaşı partisi veriyorum arkadaşlarla,” dedi.

“Senin arkadaşın mı var Palto,” dedi kadın. Bunu küçümsemek için değil, saf bir merakla sormuştu ama sarı palto gene de bozuldu. “Partiye bıkmışım ben, bırak Allah aşkına evime gider yatarım.”

“Yahu bu gece yılbaşı be, evde her zaman yatarsın,” dedi. “Yalnız olunur mu Mehtap, bu gece bari olmayalım.” Bunları söylerken kollarından tutup sarstı kadını sarı paltolu adam. Mehtap silkelenip, omuzlarını tutan kaba ellerden kurtuldu.

“Ulan bu batakhane her gece parti salak,” deyip pavyonun kapısını açtı. “Baksana.” Birkaç erkek kahkahası, ter kokusu sızdı dışarıya.

“Kapat şu kapıyı sevmiyorum böyle yeri,” dedi sarı paltolu adam. “Ya bu öyle parti değil ki Mehtap,” dedi. “Aile gibi.” Bunu duyunca düşündü kadın. Yolun karanlığına daldı. Üzgün görünüyordu. Sigara yaktılar.

“Aile gibi?”

“Apaile.”

“Eh tamam madem,” dedi kadın. Sarı paltolu adam Mehtap’ın çiçek bozuğu yanağını sevip tekrar koşmaya başladı.

Cami duvarının köşesine kusan Karanfil’in yanında durdu. İçinde bir yere yetişemeyecek olmanın o rahatsız edici kaygısı vardı. Bir sınava, randevuya, trene yetişemeyecek olmanın o rahatsız edici hissi. Karanfil o kadar sarhoştu ki, yanında kimin durduğuna bakamadı bile. Kaba bir öğürmeyle gecenin sessizliğini bozdu.

“Karanfil bize gel hadi, yılbaşı kutlayacağız arkadaşlarla bu gece.”

“Sen kimsin be kâmil,” deyip koluyla çenesinden akan kusmuğu sildi.

“Aynı mahallede oturuyoruz senle ben Karanfil, bazı geceler selamlaşıyoruz bu kaldırımda.”

“Siktir git be.”

“Herkes geliyor, sıcacık bir ortam olacak, biz bize. Gidip sızacaksın bir yerde tek başına. Gel biraz insan içine karış bari bu gece. Tek başımıza bu yalnız kar taneleri gibi savrulmayalım, hep beraber bir bütünde anlam kazanalım Karanfil; kardan adam olalım, çığ olalım!” deyip soluklandı. Karanfil, boş boş bakıyord. Sarhoştan beklediği tepki bu değildi.

“Alkol var,” dedi sarı paltolu adam.

“Senin ev ne taraftaydı palto kardeş?”

Karanfil’e tarif etti evi. Sarhoş ayaklar birbirine dolanmamaya uğraşarak yürüdü karanlığa.

 

Taksi bekleyen transı, rockçılığın ölmediğinin kanıtı gibi dolaşan pembe saçlı iki punkı da bir şekilde ikna etti. Hepsi bir çeşit rüşvetle geliyordu ama gene de bu zoraki bir aradalıktan şikayetçi değildi paltolu. Fakat içindeki o geç kalma hissi geçecek yerde daha da büyümüştü. Hiçbirinin onu bahçede beklemediğini ya da kendi evini bulamayacağını sandı. Bir iki sokak köpeği, mahallenin şişman kedisini de telaş içinde eve yolladı. En son komşusunun bahçesine giren domuzu da aldı. Evde ona da yer vardı. Beyaz baykuşu aradıysa da bulamadı.  Koştu, koştu… Kar tipiye çevirmişti.  Öyle sık yağıyordu ki, etrafını göremiyordu artık. Sanki bilmediği bir yerin hiç görmediği bir sokağındaydı. Yolunu kaybettiğini sandı. Yüzüne çarpan kar tanelerini, ciğerlerine dolan soğuk isli havayı önemsemeden koştu. Bir an önce eve ulaşmak istiyordu ama tekrar yalnız ve kaybolmuş olduğunu fark etti. Evini bulamadı sarı paltolu adam. İçindeki heyecan artık tarifsiz bir endişeye dönüşmüştü. Tanıdık hiçbir şey göremiyor, kar yağışından gözlerini bile açamıyordu. Sanki uzay boşluğunda yağıyordu üzerine kar. “Yetişmem lazım,” diye mırıldandı. “Yılbaşına yetişmeliyim, beni bekliyorlar…” Uzakta bir yerlerde havai fişek sesleri duyuldu. “Kaçırdım,” dedi. “Neredeyim ben?” Terlemişti. Omzunu tutan el, adamı karanlığın içinden çekip alıverdi.

 

Kafasını tezgâhtan kaldırıp dikildi sarı paltolu adam. Önce önündeki yarım biraya baktı sonra da kendisini uyandıran barmene. Arkasını döndü. Her zamanki, tanıdık gürültüye baktı. İçip birbirlerine bir şeyler anlatıyorlar, üzgün şarkılar mırıldanıyorlardı. Tahta masalarda, tavandan sarkan renkli süslerle uyumsuz görünen bu adamlara görünce, aptal gibi gülümsedi.

“Abi uyudun, yaşlanmışsın sen,” dedi barmen.

“İçim geçmiş,” dedi, televizyon karşısında uyuyakalmış bir baba mahcubiyetiyle. “Birkaç gündür hiç uyuyamamıştım,” diye ekleyip birayı dikti. “Burada kıçımın yanı kalorifere de değince içim geçivermiş,” dedi. Birden bire kendi kendine telaşlanıp, “yeni yıla girdik mi?” diye sordu.

“Var daha, ondan uyandırdım abi,” dedi barmen, “uyuyarak girme diye.” Sarı paltolu adamın önündeki boş Arjantin bardağı alıp doldurmaya koyuldu. Birdenbire tekrar karanlık bir rüyaya dalarcasına, barın ışıkları sönüverdi. Barla beraber tüm sokağın da. Elektrik kesintisini, bıkkın bir homurtu ve birkaç küfürle karşıladı içeridekiler. Bembeyaz karlar gecenin koyu lacivert ışıltısıyla beraber içeri yansıdı. Barmen alt dolaptan çıkarttığı mumları yakıp masalara, içki raflarına koydu. Mumların titrek ışıkları içeriye hoş bir loşluk sağladı. Gölgeli yüzler şimdi belli belirsiz seçiliyordu. Dışarıdaki buz mavisi pırıltılar, içerideki alkol şişeleri, mum ışığı ve ahşap duvarlarla; eski çağlarda Antarktika taraflarında bir gemi kamarasında olduğunu farz etti sarı paltolu adam. Gülümseyerek bakındı. Küçük bir çocuk gibi bu hayalden ve burada bulunmaktan mutlu oldu. İri iri yağan karlar, rüzgârla cama çarpıp pervazlarda birikmeye başlamıştı. Kuyruğunu titreten tombul bir kedi kapıya sürtünüp bıyıklarını titreterek miyavladı. Hemen içeri aldılar. Bir süre masaların ayaklarına sürtündükten sonra kaloriferin üzerine yayılıp mırlamaya başladı; içerideki tüm karamsarlığı büyülü bir şekilde dağıtıvermişti. Kediye bakıp gülüştüler, sanki bir anlığına tüm insani dertlerini unutmuş gibiydiler.

“O zaman herkese benden bira!” diye bağırdı sarı paltolu adam. Coşkuyla ellerini kaldırıp, kucaklar gibi bara gülümsedi. Masaların çoğu boş da olsa, hala içerideki şanslı dört, beş kişinin sevinçle yüzleri kırıştı. Bayramdan bayrama görüşen akrabalar gibi ürkekçe güldüler birbirlerine. Barmen televizyonun kapanmasını fırsat bilip giysi dolabından gitarı çıkarınca, kararsız bir alkış ve “ooo,” sesleri yükseldi. Bardakları fıçı birayla doldurup, yanına kendi ikramı karışık çerezleri dağıtmaya koyuldu.

Bir süre daha içerinin zayıf ışığıyla dalgalanan siluetlere baktı sarı paltolu adam. Bu seyrek kalabalığın hayatta sahip olduğu tek şey olduğunu sanarak gülümsedi. Rüzgârın koyu uğultusu eşliğinde, karlar küçük sinekler gibi cama vuruyordu. Dolunay, belki de içerisini mumlar olmadan bile aydınlatacak büyüklükteydi o gece. Bu buz mavisi gecede, Antarktika’da bir yerlerde, eski, ahşap, rotasını kaybetmiş bir kamaradaydı sarı paltolu adam. Tayfadan hafif gitar sesi eşliğinde mırıldanmalar yükselirken, yüzünü tekrar mum aleviyle parıldayan şişelerden yana döndü. Bir muhabbet kuşunun o neşeli yalnızlığıyla, birasını yudumladı.