Sadece iflah olmaz hayalperestler için...


Tam olarak ne zaman başladığıyla ilgili bir fikriniz yoktu. Derinlemesine düşünerek belirtileri çözümleyebilecek yaşta ve donanımda değildiniz henüz. Aslında ne zaman ve nasıl başladığının da pek bir önemi yoktu. Bu, sizin gerçeğinizdi. O kadar! Ne eksik ne de fazla.


Çocuktunuz. Diğer çocuklardan farkınız yok gibiydi ilk bakışta ama siz herkesten daha çok tat alıyordunuz çocukluktan. Onlar büyümek istiyordu, büyüklere özeniyordu ara sıra. Siz asla!


Diğerleri için muhteşem bir masal gibiydi çocukluk. Sizin içinse masal içinde masal. Diğerleri yaşları gereği çocuktu. Sizse adeta çocuk olmak için yaratılmıştınız. Öyle de kaldınız.


Oyun oynarken tüm kuralları yeniden yazmak isterdiniz, oysa tüm kurallar önceden belirlenmişti. Siz hepsini değiştirmeyi yeğlerdiniz. Sırf değiştiremediğiniz kurallar yüzünden her oyunda kaybederdiniz.


Bu takıntınız yüzünden “oyunbozan” bile dendi sizin için. Aklınıza yatmayan ne varsa hepsine yabancılaşıyordunuz. Uyum sağlamanız mümkün olmuyordu. Ortak paydalar bulmanız çok ama çok zordu. Aidiyet için çok fazla şeye gereksiniminiz vardı. Hani yüz dilek içinden doksan dokuzu kabul olsa o kabul olmayan teki yüzünden doksan dokuzunun bir anlamı yoktu sizin için. 


Hayal diğer çocukların oyuncağıydı. Sizinse havanız, suyunuz, ekmeğiniz... Oyuncağı kenara bırakabilirdi onlar, onsuz da devam edebilirlerdi ama siz bunu yapamazdınız. Yapmazdınız.


Bir şeyin gerçeğinden çok hayaline bağlanmanız şımarıklık, huysuzluk, uyumsuzluk, doyumsuzluk, memnuniyetsizlik olarak algılandı hep. Keşke…

Keşke o kadar basit olsaydı yanıtlar.


Sözü dolandırmaya gerek yok. Siz iflah olmaz bir hayalperesttiniz. Az kişide görülebilecek bir hayal kurma fanatizminin vücut bulmuş hâliydiniz. Sözcükteki “perest”in hakkını sonuna kadar veriyordunuz doğrusu. “Hayalci” sözcüğü yerine ille de bunu yeğliyordunuz. Hayalperest sadece sizin gibiler için bulunmuş bir sözcüktü. Diğerlerinin bu sözcüğü kullanması bir hak gaspıydı. 


Kullanıyorlardı oysa. Ne gam! Hakkını vermediler asla. Su katılmış, seyreltilmiş hâliyle kullandılar hep. Sizin için sadece basit birer zihin egzersizi olabilecek hayalleri kurmakla hayalperest olduklarını sandılar. Düpedüz akılcı, mantıklı, planlı, ciddi, ölçülü olup da çizgiyi bir kerecik geçivermeyi “delilik” sanmak gibi.  Düzenli, özenli, tedbirli, korunaklı, korumacı, korunmacı olup da bir iki kuralı birazcık esnetivermeyi “çılgınlık” sanmak gibi. Ezberci, taklitçi, özentici, izlemeci, gizlemeci olup da birazcık farklı bir eylem içinde olmayı “sıra dışılık” sanmak gibi.


Sözcükleri sulandırarak anlam yoğunluklarını azaltmak, sıkıştığında da seyreltik mecazlara sığınmak çok ucuz bir kandırma yöntemiydi. Taşıyamayacağın ağırlıktaki sözcüğün altına girmeyeceksin arkadaş!


Siz yüklendiği sözcüklerin altında kalma korkusu bilmeyenlerdendiniz. Siz ıslah olmaz bir hayalperesttiniz. Bodoslama daldığı yoldan asla dönmeyendiniz. 


En sıradan olay ya da nesne bile sizin bin bir sihirli dokunuşunuz olmadan girmezdi zihninizden içeri. Her şey…

Her şey tekdüze ve sınırlı gerçekliğinden sıyrılır, basit varoluşundan arındırılır, sıradan görünüşünden koparılırdı. Gözlerinizin değdiği hiçbir şey aslına uygun olarak aktarılmazdı içeri. En basit şey bile binbir renge batar çıkar, durmaksızın çalışan hayal makinesine girer, bin bir değişimden, dönüşümden sonra zihninizdeki yerine layıkıyla kurulurdu. O artık sizin malınızdı. Eşi benzeri yoktu, bulunamazdı. Hiçbir şeyin gerçeği hayalinden daha güzel olamazdı.


Gençlik çağına eriştiğinizde uyumsuzluklarınız boy atmış, ezberlerden duyduğunuz rahatsızlık epey kilo almıştı. Elden ele geçirilen gelenek ve öğretiler nedeniyle adeta bir bayrak yarışını andıran şu toplumsal yaşamla karşılaşmanız tam anlamıyla bir faciaydı. Bunca şey bu kadar uzun zamandır nasıl sürdürülebiliyor ve sonrakilere eksiksizce nasıl aktarılabiliyordu? Ve niye?


Tam da bu yüzden tekdüze işleyen şeylerden büyük rahatsızlık duyardınız. Her gün tekrarlanan şeylerin tersini yapmak gelirdi içinizden. Güne erken başlamak yerine akşam başlamak gibi. Okul kıyafetlerini bir varile doldurup yakmak gibi. Sessiz olunması gereken bir ortamda aniden avazınız çıktığı kadar bağırmak mesela. Alışkanlık hâline gelmiş edimlerin tam orta yerinde konuyla hiç ilgisi olmayan acayip bir hareket yapmak. Kendinizi ne kadar kassanız da zaman zaman ağzınızdan bir şeyler kaçmadı da değil hani. Sizi gidi sizi!


Kalıp sözlerle de aranız hiç iyi olmadı tabii ki. “Günaydın, afiyet olsun, darısı başınıza…” gibi belirli durum ve olaylar karşısında söylenen yığınla hazır sözü kullanmak çok zor gelirdi size. Sırf ayıp olmasın diye söylerdiniz. Bazen de unuturdunuz söylemeyi. Bu yüzden en temel görgü kurallarını bilmediğinizi düşünenler oldu hep. Hatta sizi soğuk ve kibirli bulanlar da.


Oysa siz hazır kalıp sözleri kullanmak yerine herkes kendi özgün cümlesini kursun isterdiniz. Sözcük oyunları, söz sanatları ve mizah. O an aklınıza gelen en garip ve gülünç benzetmeyi patlatıvermek. Sonra da hep birlikte gülmek. Çocuklar gibi.


İnsanlığın en büyük kaybı çocukluğudur. Bir an önce büyüyüp yetişkin bireylere dönüşmek isteyen yaşıtlarınızla aranızda çok büyük bir uçurum vardı bu yüzden. 


Büyüyüp de ağır sorumluklar ve yükümlülükler altında bunalınca “İnsan, içindeki çocuğu hep yaşatmalı.” gibisinden kişisel gelişim soslu züğürt tesellilerine kucak açanların hâline gülerdiniz için için. Oysa onlar çocukluk denen o büyülü imparatorluktan geriye kırık dökük, tozlu birkaç miras parçası taşırlardı içlerinde. Çocukluk adına ellerinde başka da hiçbir şey yoktu. Tepeden tırnağa yoksulluk! Oysa siz o imparatorluğun tahtına, tacına, uçsuz bucaksız topraklarına ve tüm hazinesine sahiptiniz. Onların içinde -sözüm ona- hâlâ bir çocuk yaşardı. Sizin içinizse ışıl ışıl, görkemli bir çocuk parkıydı. Onlar sıkıldıklarında içlerindeki eğreti bir çocuk heykeline saygı duruşunda bulunurlardı. Sizin içinizdeyse capcanlı, kocaman bir çocuk vardı. Onlar hayal meyal anımsardı. Sizse dolu dolu yaşardınız.


Siz aradınız. Yaşamınızı arayışa adadınız. Aynılıklar arasından sıyrılıp farklı bir yaşamın izini sürdünüz. Slogan bulacak olsaydınız “Başka bir yol mümkün” derdiniz kuşkusuz. Kültürel kodlamalardan, gen aktarımı gibi kuşaktan kuşağa iletilen ezberlerden, tekrarlardan, kurallardan ve zorunluluklardan arındırılmış, tamamen bireysel bir seçim… 


Aradınız hep. Sizin gibileri de.


Düzen dedikleri yapı öylesine katıydı ki farklı bir yol açmaya çalışmak düzenin sadık üyelerince çok yadırganır, anlamsız ve gereksiz bulunurdu. Eleştirilerin, küçümsemelerin, ayıplamaların, azarlamaların sonu gelmezdi. Yüzyıllar süren denemelerle oluşup katılaşan kalıplardan başka bir şeyi istemek, başkalarının sana uygun gördüğü yol haritasını takip etmek yerine kendi haritanı çıkartmayı düşlemek “çocukça hayaller kurmak” kalıp sözüyle karşılanırdı. Evet, sizinle ilgili tek doğru tespitleri buydu. Sonsuz bir çocukluk yaşayanlar çocukça hayaller kurarlar. Hayallerinin çevresine çit çekenlerin çok ötesinde.


Siz aradınız. “İmkansız, boş hayal, çocukça…” denilen ne çok şeyin peşinden koştunuz. Bulamayınca umudunuz kırılmadı hiç. Tam tersine daha da hırslandınız. Bu uğurda ne kadar da çok koştunuz, ne çok düştünüz. Her seferinde aynı coşkulu arzuyla kalktınız yerden. Yılmadınız. Bırakmadınız. Uslanmadınız. Uslanmaz bir çocuktunuz. Vazgeçmeyişin vücut bulmuş hâliydiniz. Çocuklar isteklerini erteleyemezdi. Bu yüzden asla durmadınız. Bazen kaybedeceğinizi bile bile -sırf denemiş olmak için- ne yollara saptınız. Çünkü siz, sizden öncekilerin deneyimlerini ezberleyip kullanmak yerine bambaşka şeyleri denemek istediniz.


Siz aradınız. Bu yüce arayış uğruna bazen birilerini kaybettiniz, birileri de sizi…


Şövalye onuruna sahiptiniz. Düzeni koruyan savaşçıların meydan okumalarına hemen karşılık verirdiniz. Kazanma olasılığınızın az olduğu anlarda bile mücadeleden asla kaçmazdınız. Siz kabullenip de boyun eğeceklerden değil, kılıcı elinde öleceklerdendiniz. Anlı şanlı bir hayalperesttiniz.


Tam da bu yüzden Don Kişot’u çok sevdiniz; Sanço’nun onca uyarısına karşın burnunun dikine gidip yel değirmenine saldırmasını, denemeden asla ikna olmayışını, uçsuz bucaksız hayalperestliğini, sıradan şeylerde bile büyülü güzellikler görebilmesini, gerçekleri hayallerin koyu kıvamında eritip bambaşka şeylere dönüştürmesini...


Kitap farklı bir amaç için yazılmış olsa da sizin hayal ettiğinizden çok farklı bitse de siz asıl bu Don Kişot’u sevdiniz. Gerisi, diğer insanlar içindi. Nasihate ihtiyacı olanlar için. Çünkü hep aykırı, ayrıksı olanaydı ilginiz. Ağustos böceği ile karıncanın öyküsünde ilkine özenmiştiniz. Yıllar sonra öğrendiniz ki kış için hazırlık yapmasına gerek yoktu Ağustos böceğinin. Kısaydı ömrü, kışı göremezdi çünkü. Çalıp söyleyip eğlenmesi, yan gelip yatması boşuna değildi. Ha, bir tilki de bir kargayı kandırıyordu başka bir anlatıda. Yine yıllar sonra öğrendiniz ki karga, zeki hayvanlar sıralamasında tilkinin üstündeydi. 


Öykülere merak saldınız bu arada, kitaplara daldınız. Arayışınızda yeni bir sayfa açıldı. Sizin gibilerin öykülerini yazanlar olmalıydı. Yazanlar da sizin gibi olmalıydı. Çokça okudunuz, iz sürdünüz sayfalarda. Bazen eliniz boş çıktınız satırların dünyasından, bazen dopdolu. Bulduklarınızın altını kalın kalın çizdiniz. 


Tabii ki yetinmediniz. Filmlerde, tiyatrolarda, müziklerde, resimlerde de sürdürdünüz arayışınızı. Sanat, ayrıksıların icadıydı size göre. Farklı duyuş, görüş ve düşünüşlerin yansımasıydı. Farklı yollar arayanların, yeni yollar açanların uğraşıydı. Tüm yapıtlara herkesinkinden başka gözlerle baktınız hep. Ayrıntılara odaklandınız. Topladıklarınızı zihninizdeki hazine sandığınızda sakladınız.


Siz bunlarla meşgulken diğerleri çoktan kurmuştu düzenlerini. Aramak yerine hazır olanı seçmişlerdi, denemek yerine denenmiş olanı. Karınca gibi çalışıyor, üretiyorlardı. Makine gibi işliyordu her şey. Geleneğin devredileceği yeni kuşakların eğitimi sürüyordu hızla. Kalıplara dökülüyordu körpecik kişilikleri. Ezber sürdürülüyordu. Ezber bozanlara, sürüden ayrılanlara ise hazır kalıp nasihatler sıralanıyordu. 


Sizinse aklınızı kurcalayan çelişkiler bir bir sıralanıyordu:

Birlikten kuvvet doğar. (Peki, her koyunun kendi bacağından asılmasını kim, nasıl açıklar?)

Ayağını yorganına göre uzat. (Öyleyse borç kamçısı yiyen yiğit kimdir?)

Azıcık aşım, kaygısız başım. Cana geleceğine mala gelsin. (Atın ölümü arpadan olacaksa mal da canın yongasıyken fazla mal göz çıkarmaz.)

Damlaya damlaya göl olur. (Taşıma suyla değirmen dönmez, diyordunuz hani!)

Dost, kara günde belli olur. (Düşenin dostu olmaz da neyi olur?)

Gün doğmadan neler doğar. (Perşembenin gelişi çarşambadan belli değil miydi?)

Zararın neresinden dönülse kârdır. (Öyleyse battı balık niye yan gider?)

Bir elin nesi var, iki elin sesi var. (Nerede çokluk, orada yokluk.)

Sona kalan dona kalır. (Son gülen iyi güler. Ha ha!)

Erken kalkan yol alır. (Acele işe şeytan karışır.)


Siz dikiş tutmayandınız. Size kumaş biçilemezdi hiçbir zaman. Siz yolda olandınız; yerleşik olmayan, olamayan. Konargöçerdiniz. Hiçbir yere kök salamazdınız, yersiz yurtsuzdunuz, sürgündünüz. Toplumsal bilinçaltının emirlerini uygulayamazdınız, uyumsuzdunuz. Gözünüz karaydı, tüm ömrünüzü bir arayışa adayacak kadar. Bulmak küçük bir olasılıkken bu uğurda tüm azığınızı tüketecek kadar. 


Siz yapboz tahtasında yeri olmayan parçaydınız. “Aradın da ne buldun bakalım?” diye sorulduğunda bilgece gülümseyerek karşılık verecek olandınız. Defalarca eli boş döndüğünüz seferlerin büyüleyici öykülerini kendi kendisine anlatacak olan. Her şeye karşın sonuna dek arayacak olan.


Şimdi kenarda oturmuş, gürül gürül ve boz bulanık akan kalabalık bir hayata bakıyorsunuz. Yapıp edenlerin, kurup çatanların, üretip tüketenlerin, olan ve olduranların, yıkıp yeniden dikenlerin, değiştirip dönüştürenlerin, çalışıp biriktirenlerin, öncekilerden aldıkları bayrağı gururla ve kararlılıkla taşıyanların kurduğu ve yönettiği bir hayatın kıyısında. Bu kargaşaya bulaşmadan, kaynayıp fokurdayan bu çorbaya tuz katmadan, yeni oyuncularla yeniden kurulan iskelelere bir çivi dahi çakmadan. Öncekilerin ezberlerini perçinlemekten uzak. 


Bir yerlerdesiniz şimdi. 


Kiminiz en başından beri kendisini açık etti, kiminiz yalnızca kendi gibilerin içinde gerçek yüzünü gösterdi, kiminizse kimliğini hep gizledi. Kiminizin ne olduğu (ne olmadığı) daha ilk konuşmasında anlaşıldı diğerlerince. Kiminizi anlamak için derinlere dalmak gerekti. 


Değişik işlerde mecburen çalıştınız. Hayalperestliğin dibi de olsanız para gerekiyordu kuralları çok önceden konmuş bu düzende. Para araçtı sadece. Umursamadınız.


Farklı kişiliklere ve değerlere sahip olsanız da seçimleriniz arasında bazen ciddi ayrımlar olsa da gerçekte aynı klanın üyeleriydiniz hepiniz. Aynı yelpazenin farklı tonları. Aynı damardan beslenen kılcal damarlar. Aynı ağacın gövdesinden yükselen dallar.


Bir yerlerdesiniz şimdi.


Diğerlerinin sahip olduğu şeyler yokken elinizde, olması için hiç çabalamıyorken, kopkoyu hayallerle doluyken zihniniz, aramaya devam ediyorsunuz ve edeceksiniz. 


Bir yerlerdesiniz şimdi. 

Bense buradayım. Satırlarda…

Ya siz? Sen?