Tarif edilemeyeni tarif etmeye çalıştım yıllarca. Arkada bırakmadığım, bırakamadığım duyguların sürgününü bu zamanda bile kendime eziyet ederek geçirdim. Dört duvarı kendi kendime inşa ettim, her bir yüzüne çizdiğim acizlik portrelerine bakıp ahlar içinde geçirdim. Yılları, ayları orada kendi kendime kovaladım. Bir gün özgürlüğü ummayı bırak, hayal dahi kurmadım. Esaretle geçen günlerin ardından özgürlüğü bahşedecek dokunuş ya da fark ediş, hiçbirinin tezahürü gerçek olamayacak kadar uzakta oluşunu kabullenmiştim. İşte bu ya, dört duvar arasında vücut bulmuş, hayali bir surete bürünmüşse de bir gerçeklik taşıyacak, sadece ay üstü elemde kendine yer bulacak tarifi mümkün olmayanı inşa etmeyi başarmıştım. Bu benim ilmek ilmek ördüğüm, kafa yorduğum sanatım o dört duvarın arasında nefes alıyor, yaşam belirtileri taşıyordu. Hayat damarları benimle atıyor, ben senim dercesine yaşama tutunuyordu. Bu beraberlik birinin yokluğunda var olamazdı. Yokluk ve varlığın kardeşliği iki ayrı can gibi dört duvar arasında hayata tutunmuş, acziyetle başlayan bir varoluşu sırtlanmıştı. Tarif edilemeyen, artık tarif edilmesine gerek duyulmayana dönüşmüş, varlığı tüm zihinlerde bilinen sadece sözcük dağarcığında karşılığı olmayan bir tasavvura kavuşmuştu. Ne geçmiş ne de gelecekte anlaşılmanın değeri tamamen yitip gitmiş; dört duvar sonsuz bir yaşam alanı, yeni bir varlık sahası, sonu yada başı olmayan bir aleme dönüvermişti.