"şuramızda, tam şuramızda

kanserli bir virüs gibi kanımıza karışsa da bizi yaşatan günler perişan"


I. GÜNLER PERİŞAN


yırtarak geçiyor kalbimizden

hayatı da törpüleyen zaman


şuramızda bir şey var

acıya benzer

umuda benzer

böyle günlerde hayat

hem acıya, hem acıya benzer

gün ölümle başlatıyor hayatı

her şafak taze bir ölünün üstünde doğuyor

her sabah ölümü anlatıyor gazeteler

sol köşede ölümü kutsallaştıran bir fotoğraf

yeni bir cinayetin röntgenini çıkartıyor gövdeme

beynim sabırla keskin

iğdişliyor haber bültenlerini, yorumları, sahte ölüm ilanlarını

bizim ilanlarımız çoktan verilmiştir

gelirse de bilinir nerden ve nasıl

böyle ölümün yücedir adı

ha kanağacı canım, ha gelincik tarlası

çünkü ölümün kanıdır besleyen

bir başka baharın tohumlarını

şuramızda bir şey var

bizi onduran şey

acıya saran

umudu kuşatan


kalbim: kalbim mi desem

var kalbim: yaşayan ben

hayatla ölümle cinayetle

gazetelerde, radyolarda, eski üniversitelilerde

eski prof. hocalarla

yaşayan ben: geç mi kaldık/kabul edemem

ah benim sevgili annem

oğlunda elbet yurtseverden

bir gün bırakır da sizi yüzüstü

yüzüstü değil: elbette bizüstü

bırakır da: kötü sarmaşıkları, yaban güllerini

bırakır da: sekizyüzlük hırtları, şunları, bunları

giriverir senin sıcacık kucağına

yani hem sana karşı, hem senin için

giriverir o yanılmaz tarihçinin yaprağına

ölüm mü dedim annem

ölüm senin gibi güzel annelerin

senin gibi güzel çocuklar feda etmiş

o tarih atlasında

bir kırmızı gül olur ancak

koksun diye çocukların bahçesi


şuramızda, tam şuramızda

kanserli bir virüs gibi kanımıza karışsa da bizi yaşatan günler perişan


işte bir bir kırıyorlar dalıyla

yeryüzünün olgunlaşan meyvelerini

çünkü biliyorlar vakit dar

oysa dalları kırılmayan ölür mü sonsuz ağaç

hayatı pekiştiren kökümüz var

dünyayı emeğe kazandırmak için

hayata ve ölüme sonsuz bir anlam veren

kanağacına sözümüz mü var


biz şimdi gidiyoruz gibi ya dostlar

bir gün döneriz elbet

acısız, adsız


ölümsuyu sürünün

sürünün ölümsuyu

bir ölü bir dirinin kanıdır

besler hayatsuyu


şuramızda, tam şuramızda

tarihe nasıl anlatsam


ey anneleri korkutan

bizi yaşatan kan


günler perişan.



II. KAN REÇETESİ


Kara bir gök için çok şey söylenebilir elbet


İşte benim bulutum

pas tutmamış sözcüklerden örgülü bir ağıt

alnına halk sıçramış neferlerin çılgar gözleriyle

sana

ey rengi tarihini utandıran elbise


Yüzün hiç yabancı değil

sen eski borazanların gedikli çalgıcısı

sesine küflü ambarların kokusu sinmiş

irin salgını, cinayet fotokopisi ve kangren depolanmış

eskimiş tarih satıcısı ambarların kokusu.


Burnum duymuyor ama seni

uslanmış ıtır kokusunu da duymuyor

benim burnum

benim burnum

vahşi dağ çiçekleri, bozkır gülleri ve devedikenlerinin

kırları genişleten halk kokusuyla yanıyor

genzim çatlıyor

genzim çatlıyor ve seni de çatlatıyor

el illizyonizmin sırça küresi.

sana kim sus dedi Kalbim.

Dünya bir ateşten top gibi kavruluyorken

toprak güneş sıtmasıyla sarsılıyorken

burda, orda, öte yanlarda

alınterinin öfkeyle fışkıyan şavkı

yeryüzünü yeniden biçimliyorken

ve depremle sarsılan halkların beyni

illizyonizmin büyüsünü bozuyorken

seni kim büyülemek istiyor Kalbim.

Bildim hiç kuşkusuz

su yılanları, yeraltı fareleri ve akbabaların koruyucusu

çarpıcıların, kemirgenlerin, leşçilerin

şaşırtılmış kolcusu.


Usul usul da gelsen, harlayarak da gelsen

el illizyonizmin güleryüzlü büyücüsü

masken kandırmıyor çoktandır beni

beni ve benim gibi

dünyaya kanından dürbünle bakanları

soluğu cehennem yakanları.

Çünkü biz hayatı kendi aynasından gördük

biliriz sırça kürenin yaldızındaki puştluğu

Ey tırnaklarımı büyüten tahammülsüzlük

beynimde hora tepen on sivri bıçak

senin kendi damarında denediğin keskinlik

halkının alnındaki tomurcuğu patlatsa da

kan kendini aldatmaz

kan kendini aldatmaz


Kalbim!

bu acıya dayan

varsın işkenceler dağlasın seni

duru bir gök için vahşete katlananlar

acıyı bir silah gibi göğsünde saklamalı


Kalbim!

bu acıya dayan

bu acıya dayanman için

yaranı iyileştirmek için sana

parçalanmış gül cesetlerinden bir reçete


vereceğim


vahşet dağlarından kızgın kemik külleri

işkenceler ovasından kan dölleri

ve yangınlar vadisinden dehşet bir ateş.

Kan kokusu büyüyü bozmak için

Kemik sıcaklığı sırça küreyi eritmek için

Ateş kırmızısı göğü aydınlatmak için


Böylece dirilir içindeki gül cesetleri bile

dirilir ve o zaman

çılgın bir şafakla tazelenen gökyüzü

bir taze tomurcuk gibi açar

kanıyan alnında senin.


Kalbim!

sen varsın

sen tökezleyen bir şarkı değilsin

ne de uzun, yanık havalı türkü

sen kendinin ezgisisin.


Yırt öfkenin sabredilmez dağarcığını

dağılan, saçılan ne varsa hepsi senindir

kara bir gök ancak bunlarla arınır

ve elbette yeter bunlar sırça küreyi dağıtmaya

acı diye ne varsa hepsini onarmaya


Kalbim!

elimden tut

elimden tut

sensiz bir şey yapamam.



III. GEZGİN


dün geldim

geç kalsam da bağışlanır


bir bahar bozumuydu yola çıktığımda

yüzümde suçlu bir merak

kalbim heyecandan telaşlı

gözlerimde ısırgan bir hüzün vardı

hüzün: hep bilinir

bir afyon çiçeğidir önceleri

dalayan bir ısırgan yoncası olur sonra

dalayan ve uyandıran o afyon uykusundan


dün geldim

acı sırtımda tabiy


yolum uzundu

yanımda hiç resim yoktu

dağlara baktım: dağıldım

yollara baktım: yoruldum

gece ayışığı içtim, dudaklarım kurudu

gündüz böğürtlen yedim, dilim buğulandı

siz görmeliydiniz o kanı

bir dağ çiçeği sevdasına bin arı öldü

tam ordan geçiyordum, gördüm diyebilirim

aman nasıl petekti öyle

nasıl baldı

böğürtlen gibi kırmızıydı

kan gibi saydam

bir garip kokuydu, onun kokusuydu

dayanamadım, eli titrekti ama

yedim yedim kalbim çatladı

sevdam o dağ çiçeğinde kaldı


dün geldim, anca geldim

usumda vızıldayan bin arı ölüsü

heybemde onarımı gereken bin iğne

önce kendi etime


dün geldim

hoş mu geldim

hoş olmayan şeylerden geldim

bir kentten geçtim ki canım titredi

sıtma kabusuyla sallanıyordu uzaktan

girişte insanlar gördüm, hiç görmediğim

ama sanki bir yerlerden tanıdığım, yemin


edebilirim


iğrenç suratları vardı, insandan çok

cüzzamlı bir köpeğe benziyorlardı

kuru birer ağaç dibine çömelmiş

çürümüş bir dalı kemiriyorlardı

omuzlarında soyulmuş yılan derileri

ellerinde pas tutmuş makaslar

iki ucu da kırık

tam ben yanlarından geçiyorken

elma ağaçlarının çiçeklerini kesmeye başladılar

ben sanki tarihini bilmiyormuşum gibi

bakır çalığı bir kasede

elmanın kanını sundular

geldim ya, nasıl geldim

bir elimde tarih atlası


bir elimde güneş humması

soğutulmaya zorlanmış bir çöl kızgınlığından

bir kum fırtınasının

soylu kumcuklarından geldim

yorgundum, susamıştım, dilim kuruydu ama

gördüğüm serap mıydı, gerçek miydi

bilirim ben

çölün tam ortasında sonsuz bir ışıltıydı

yedibin rengi yansıtan renksiz bir kuyuydu

duruydu, aydınlıktı, yaz gökleri gibiydi suyu

uzanıp avuçlasam benimdi


öyle yakın, öyle kolay, öyle dokunsam

ah o kervancıbaşı

ah o sırmalı soyguncu

ve ellerinde kesik başlar ve zebellah ordusu

birden beliriverdiler tam kuyunun başında

ellerinde kan sızıtan kesik başları

tan kuyunun ağzından sarkıtıyorlardı ki

ne olduysa o anda oldu

kızıl bir bulut ağdı kuyunun ağzından göğe

bulut değil

bir devin alev saçan soluğuydu

ardından muhteşem bir kum fırtınası

kum değil

devin çocuklarıydı saçılan

ah görmeliydiniz o savaşı

ne kanlı kervancıbaşı

ne zebellah ordusu

dayanamadılar kum fırtınasının şiddetine

çöl mü yarıldı

kuyu mu büyüttü ağzını

kızgın çöl kavuşunca dinginliğine

bir ben vardım kuyunun başında diri

ve herşeyi görebilen sağlıklı çöl tanığı

öğrendim çöl kızgınsa öfkesi nice olur

kum fırtınasında neler yapılır

nasıl yok edilir çöllerin sırmalı

soygun kervancıları

gördüğüm serap mıydı, gerçek miydi

bilirim ben

bir elimde güneş humması

bir elimde tarih atlası vardı

vakit dardı

kanarak içtim de kuyunun duru suyundan

uçar gibi aştım çölü o sonsuz ışıltıdan

dün geldim


dün ben nerden geldim

ezberlenip unutulmuş bir sıkıntıdan geldim

adı konulmamış bir düşten geldim

terlemiş balıklar gördüm, rengi bozulmuş mavilikler

kabaran denizler gibi coşkun sürücüler

kılçığı beynine saplanmış gözsüz balıklar gördüm

trollenmiş deniz tarlası, iyot vurgunu

derya içindeydim de hani deryayı gördüm

küçük balığı gördüm, peşinde büyük balık

bir su ağası gibi kuvvetli ve saldırgan

oh balık, küçük balık, can balık

anasının kuzusu, deniz kokulum

söyle yavrum, söyle gözüm, söyle kılçığım

kim dokundu senin pullanmamış derine

kim kıydı senin o tazecik gövdene

denizde kum gibi dolgun pullarıyla

doymaz mı büyük balık küçük balığa

ama gördüm ya sonunda

derya içindeki deryayı

büyük balık küçük balık peşindeydi ya

birleşince küçük balık yüzlercesiyle

şaşırıp kaldı büyük balık

şaşırıp kalmadım amma

ne de keskinleşmiş dişleri ol mahilerin

unutulmaz bir deniz anası gibi büyüdü gövdeleri

kıymık kıymık oldu gövdesi büyük balığın

anladım

nice olsa da

denizde kum, büyük balıkta pul

birleşince

edemezmiş küçükleri kendine kul.




Görsel: https://ogrencikariyeri.com