Çocukluğunuzda geceleri sizlere masallar anlatılırken, o şüphesiz babaannesine sarılmış, kendi masallarını karalıyordu. Bir yokmuş, biri hiç yokmuş. Masalın tadı da böyle olurmuş. Dedesinin anılarını dinlemeye bayılır, sobanın geçen alevini de babaannesinin titreyen ayaklarına sarılınca unuturmuş.


Unuturdum. Her gece aynı hatıraları dinlesem bile bıkmaz, ben de farklı sorular sormazdım. Rüyalarımda dedemle buluşmanın biletiydi o üstü tozlanmış öyküler. Yine de babaannemi yormak istemez, erkenden uykuya dalardım. Babaannemi kaybettikten sonra da hiçbir zaman erken uykuya dalamadım. Yarım kalan masallarımı aradım. Gecelerimde titreyen sıcaklığını gözledim. Yorgun ellerinin üzerinde kıvrılmış damarlarındaki notaları özledim durdum. En çok da sabahları uyandırma gayretini özlüyorum. O nefesini yordukça yataktan kalkamadığım günlerin pişmanlığına esir kaldım. Bu bir vicdan azabı. Bu çocukluğuma ait olsa da başka bir yük. Hem hatıralarım hem de yüklerimle dolu bavulumla yıllarca uzaklaştım. Ne kadar çok kaçtıysam da yine aynı noktaya vardım. Mezarı başında yüreğime saplanan özlem mısralarını durduramadım. Kaçarken bile onlara hep yaklaşmaya çalıştım. Masal benim olmayacaktı, hiç olmadığı gibi, fakat bir armağan bırakacaktım, ismini dahi bilemeyeceğim çocuklara.


Çocukluğumun geçtiği köyün farkına varamadım yıllarca. Benim için köy, köydeki evimizin avlusundan ibaretti. Büyükçe bir avlu, içerisinde köy mutfağı, hayvan damı, bir de depo vardı. Mutfaktan başkasına girmeye ürkerdim. Avludaki incir ağacının gölgesine oturur, ağustos sıcağının şerbetini içerdim.


Çocukluk dediğim bundan yirmi yıl öncesi. Elimizde kablosuz, hiçbir şeyin olmadığı ve toprağa dokunabildiğimiz o güzelim doksanlı yıllar...


Avludaki incir ağacına eskiden çok takmazdım ama onun gölgesinden de ayrılmazdım. Küçücük bir pamuk tarlası kurmuştum kendime. Bundan bir dergide bahsettiğimde kurgu olduğunu sanmışlar. Oysa yaşamadığım düşleri kaleme alamadığımı kimse bilmez. Çiftçi olduğumuz için o yıllarda arta kalan pamuk tohumlarını incir ağacının altına minik ellerimle bırakırdım. Pamuktan sonra mısır ektiğimi bile hatırlarım. Öyle bereketliydi ki topraklarım, ne ektiysem keyifle büyümesini izlerdim. Ancak kendi büyümemi keyifle izleyemedim. Kendi kendime masallar yaratırken büyümeyi unuttum. Büyüyorken kimine göre hep bir çocuk kaldım. Buna rağmen doğup büyüdüğüm topraklara bir masal yazmaya yeminliydim.


Babaannemi kaybetmenin acısıyla köye kazık çakmayı düşündüm. Ne yapıp edip doğduğum topraklarda büyümeyi de göze alıyordum. Terk edilmiş bir ev bırakmış olsak da Arpaz'da, kendime bir ev yaratmak istedim. Herkesin bildiği ama hiç kimsenin göremediği bir ev...


O ev köyün girişindeydi. Dağın eteğine kurulmuş, fotoğrafta gördüğünüz, belki de daha önce hiç tanık olmadığınız bu şatoya benzer savunma kulesiydi. Terk edilmişti. Tıpkı babaannemin evi, çocukluğum ve yarım kalan hatıralarım gibi.


Daha eskide yaşasaydım elimden bir şey gelmezdi şüphesiz. Ergenliğimin ilk çağlarında, MSN'de birilerine titreşim göndermektense Facebook'ta bu köye ait bir sayfa kurmuştum. Hangi akılla veya delilikle bunu yaptığımı bilmiyorum. Dedim ya, kazık çakmam gerekiyordu, ben de bir şekilde yapmaya razıydım. Başta köy kahvehanesi tadında olan sayfamda, zamanla bu şatoya yerleşme düşüncesine büründüm. Yüz yıllık kule beni çağırıyordu. Haykırışları kimsenin duymadığı gecelerde, çok kafa patlattım neler yapabilirim diye. Henüz 17 yaşında hangi masalın içerisinde sığdırabilirdim ki onu?


Tam on yıl önce evime bir an önce kavuşmak için ilgili kurumlara defalarca dilekçeler yazdım durdum. Beni dikkate almazlar dediysem de hepsinden en azından bir cevap gelmişti. Yazmayı o dilekçeler sayesinde sevmeye başlamıştım. Masal içinde bir masal kaleme alıyordum. Sosyal medyada günden güne büyüyen bir sayfam vardı ve masalın içerisinde bana inanmayan insanlara rağmen mücadele ediyordum. Yorgundum. Üniversiteyi kazandım, oradaki projelerimde bile Arpaz Kalesi'ne yer verdim. Benim evim olmuştu. Evimden ne kadar uzaklaşsam da, hasretiyle yanımda duruyordu.


Nihayet bir şeyler olmaya başladı. Bir 22 Nisan gecesi paylaştığım bir fotoğrafın iki yüz bin kişiye erişmesiyle bana yollar görünür gibi oluyordu. Öğrenciydim, reklam nedir bilmez, basit bir sayfa sahibiydim. O kadar erişimi daha önce neden görmediğimi de inanın bilmiyorum. Olması gereken bir adımdı ve atılmıştı. İnsanlar eriştikçe başkalarına da erişti. Zamanla haberler de gelmeye başladı. Evim restore edilecekti. Başkasına ait bir yapıyı evim olarak görmek ne kadar doğruysa, bu muhteşem şatoyu sahipsiz bırakmak da o kadar yanlıştı.


İlk kez üç yıl önce manşetler atıldı. Arpaz Kalesi Restore Edilecek!

Ne olduysa da ondan sonra oldu zaten. Her hafta sonu ziyaretçi akını olmaya başladı. Proje çizimleri tamamlandı. Masalım gerçek olacaktı ama içime sinmeyen bir şeyler vardı. Yurtdışında yaşadığım son dönemde gelişmeleri takip edemez hale gelmiştim ve araya birkaç seçim de girmişti. Projesi tamamlanan bu masal evi hala çalışmaların başlaması için bekliyor. Tuhaf. Yapı aile mirası ve restorasyon için izin vermeyen aile bireyleri de olabiliyor. Kimseyi tanımıyorum. Haklı düşünceleri de olabilir. Nitekim restorasyonla ilgili kötü örnekler de mevcut. Fakat öyle bir proje ekibi vardı ki, eminim mücadelemizi gören olsaydı, itiraz eden de olmazdı.


Kendime anlattığım bu masalı kim bilir ne zaman kaleme alacağım. Anlatılacak çok öykü, farklı hayat hikayeleri ve Ege insanları mevcut belleğimde. Eskisinden daha yorgunum, kabul ediyorum. Yazmaya ne kadar fırsatım olduğu da meçhul. Umuyorum ki hala masalken yazmayı bitirebilirim. Çünkü gerçeğini beklemek, yemekte salata yerken yoğurda kaşık çalmak gibi. Ağzımın tadını bozuyor çaresizlik!