Arthur'un bireysel olarak açıklamalar getirdiği düşüncelerinde belirttiği üzere, “herhangi bir kimsenin kendisinde bulunmayan şeyleri sevdiğini görürüz.” Mutlak düşüncelere dayanan seçişten çok daha belirli ve kesindir. Tutkulu aşkın kaynağının, genel olarak göreli düşüncelerde bulunduğunun da altını çizer.


Ayrıca bireylerin kendini, başka bireylerde arayışını kanımca, şu sözleriyle gün yüzüne çıkarır:

“İki birey, tıpkı asit ve alkali gibi birbirlerini ortadan kaldırmalı; nötr bir tuz haline girmelidir.”

“İnsan, kendi tek yanlılığının tam karşıtı olan bir tek yanlılığı bulmak zorundadır.”


Şunu belirtmeliyiz ki, aşıklar birbirine ne kadar uygun düştüğünü ballandırarak anlatırken, aslında onların sözünü ettiği anlaşma, ortaya çıkarılacak yeni varlığın oluşumuna dayalı bir anlaşma ve bağdaşıklıktır. Evlenmelerinden pek az sonra “ruh anlaşmaları” denen yalanın yerinde yeller eser.


İnsanlar, kendisindeki kuvvet eksikliğini, güçlü kuvvetli bir eş seçiminde bulabilmektedir. Bundan başka, ufak tefek kalan kimselerin, iri yarı bir kişiye karşı eğilimi bulunabilir. Nitekim iri yarı bir babadan geldiği halde annesinin genleriyle ufak tefek kalan bir erkek, daha iri bir kadın vücuduna ve enerjisine karşı derin eğilimlerde bulunabilmektedir. Genellikle iri yarı bir erkek ve kadının birbirlerine karşı tutkulu aşkla yaklaşmaması; doğanın, çok iri bir ırkın ortaya çıkmasından kaçınmak istemesiyle ilgilidir.


Özetle Arthur’a göre her birey, vücudunun belli bölümlerindeki kusurları düzeltecek biçimde davranır ve bu bölümdeki kusur ne kadar büyükse, bu kusuru ortadan kaldıracak bir bireyi araması da o kadar şiddetlidir.


Tür ruhunun bir parçası olan insan, sevilen varlığın elde edilmesinden duyulan haz ve edilememesinden doğan acı arasında sabitlenir. Yerine başka bir arzuyu koyamayacağını bilen insan hem kazanabileceği hem de kaybedebileceği bu şansın eşiğinde tür ruhunun çırpınışlarını duyar. Aslında sınırsız istek duyan, sınırsız bir doygunluğun veyahut acının içerisinde olan yalnız tür ruhudur. Ama tutkulu aşkta, bütün bu sonsuzluk ve sınırsızlık ölümlü bir insanın yüreğine sıkıştırılmış durumdadır. Öyleyse, bu duygu durumunun içindeki gönlün, neredeyse patlayıp dağılacak gibi olmasına ve sonsuz zavallılığıyla beraber coşkunluğunun dile getirecek sözü bulamayışına şaşmamak gerekir.


Diğer yandan St. Preuxleri, Wertherleri, Jacopo Ortisleri anlayıp açıklayamayız. Bu sınırsızlık hayranlık ve beğeniş, sevilen kişinin yeterince tanınmamasından kaynaklanır.

Bu sebeple kişiyi henüz tanımadığımız ilk anda, daha ilk bakışta en tutkulu aşkı duyarız değil mi?

Shakespeare’in yüzyıllar öncesinden beni doğruladığı üzere: “İlk bakışta sevmeden âşık olan var mı?”


Halk arasında “kanımızın ısınması” denen şey, karşılıklı uygunluk ve yakınlığın oluşmasıyla gerçekleşir. İşte insan böylesine bir anda tutkulu bir duyguya esir düşer.

Bir kahramanın her çeşit yakınmadan utanç ve küçüklük duymasına rağmen, aşk acılarından yakınmaktan çekinmediği açıktır. Aslında bu acılardan ötürü onu yakıp kavuran kendisi değil, türünün ta kendisidir.


Calderon’un Büyük Zenobia" piyesinin birinci perdesinde, Decius şöyle der:

“Demek seviyorsun beni!

Binlerce zafer kaybederdim bunun için,

Geri dönerdim...”


Piyesteki alıntıdan yola çıkarak Arthur, o zamana kadar bütün öteki ilgilerden daha ağır basmış olan şeref düşüncesinin, cinsel aşk ortaya çıkınca nasıl yenilgiye uğradığı üzerinde durur. Türünün kazancı, tek tek bireylerin en önemli menfaatlerinden, belki binlerce insanın kazanılacak savaşla hayata tutunmasından daha önemlidir artık.


Nitekim cinsel aşk söz konusu olduğunda vicdan dediğimiz şeyin, her zamankinden daha az etkili olduğunu görüyoruz. Tutkulu aşka yakalanan namuslu ve haksever kimselerin, vicdana dayanan niteliklerini kaybederek hiç korkmadan zina işlediklerini görüyoruz. Nitekim birey, yüce bir hakka sahip olduğunu farkındaymış gibi türünün menfaatlerini teker teker yerine getirecektir.


Bütün bu bilgilere tiyatronun yörüngesinden baktığımızda: Onlar, piyeslerin sonunda aşıkların, öz mutluluklarını bulduklarını sanmadaki aldanışa katılırlar. Bazı az rastlanan komedilerde ise bireylerin mutluluğu, türünün zararına olmuştur. Ama seyirciler, bu çeşit piyesleri seyrettikten sonra, tür ruhunun çektiği acıyı hissettikleri için böyle bir finalle avunamamışlardır. (Aşıkların kavuşamaması.)


Aşk konularını ele alan trajedilerde ise, türün amaçları boşa çıkarıldığı için, bu amaçların aracısı olan aşıklar mahvolup giderler. (“Romeo ve Juliet” gibi.)


Ayrıca Arthur, aşkın şiddetli derecelerinde aşığın düşüncelerini ele geçiren şiirsel ve ulu bir nitelik kazandıran ve onun kendi gerçek ya da fiziki amaçlarını göz önünden kaybettirir gibi olan durumu, aşığın tür ruhunun etkisinde kalmasına dayandırmıştır.


Aşk denen aldanışın -kuruntunun-, öylesine parlak ve çekici geldiği anlar vardır ki; sevgilinin elde edilememesi gibi durumlarda hayat bütün çekiciliğini kaybeder. Kasvetli, bomboş bir şey gibi gözükür. Türün iradesi, birey üzerinde öylesine bir egemenlik kurmuştur ki, bireylerin, hissettikleri duygu yoğunluğuna dayanamayıp canlarına kıydıklarını veyahut iki aşığın birlikte intiharı seçtiklerini görürüz.


Başka bir pencereden aşkla kendisini doyurmuş kimselere ve hissettiklerine bakacak olursak:

Trajik sonuçlar doğurabilen bu kuruntu sadece doyurulmamış aşk tutkusundan ibaret de değildir; doyurulmuş aşk tutkusu çoğunlukla mutsuzluğa götürür insanları. Aşk, dış koşullara bağlanmış bir çatışma olmakla birlikte, kimi zaman kişinin öz bireyselliği ile de çatışma halindedir. Çünkü çoğunlukla bu duygu, aşk bağlantısı olmasa, aşığa sevimsiz, önemsiz hatta tiksindirici gözükecek olan kimselere çevrilmiş olabilir. Ama türün iradesi, bireyi adeta himayesi altında tutarak; aşığın, hoşuna gitmeyen nitelikleri görmezlikten ya da bilmezlikten gelmesini sağlatır. Türün iradesi doyurulur doyurulmaz geriye kalan tek şey “tiksinilecek bir hayat arkadaşı” olmuştur.


“Gerçekten kabahatli misin?

Bunu ne soruyorum ne de aldırıyorum buna:

Ne olursan ol,

Seni sevdiğimi biliyorum sadece.”


Aşkın duyulduğu varlığa karşı, en şiddetli nefretin hissedilmesini olası buluyor Arthur. Platon’un bu çeşit bir aşkı, "kurdun kuzuya karşı duyduğu düşkünlüğe benzetmesi” bundan ötürüdür.


“Onu seviyorum ve ondan nefret ediyorum.” (Shakespeare)


Arthur’un bu sözlerini, adeta ayılmak üzere olan yüze çarpılmış buz gibi sulara benzetiyorum. Sanırım hepimizin aşk tarafından ele geçirilmiş uykusuz bir sabahı vardır. Hatta aşka öylesine tutulmuş bir vaziyetteyizdir ki, Sibirya’dan gelen soğuk rüzgarlar bile bizi ayıltmaya yetmez. Aşkla yoğurularak defalarca yokuş aşağı yuvarlansak da çıkmayı arzuladığımız tepede bizi bekleyen yine aşk olacaktır. Yükselen mutluluğun etkisi, her seferinde yuvarlanıp düşmemize sebep olacak.


Rainer Maria Rilke'nin şu dizeleri, belki de sözlerimi doğrular nitelikte:


“Ve biz yükselen mutluluğu düşünenler

Hep o duyguyu hissederdik

Neredeyse dehşete kaptıran bizi

Düştüğünde mutlu biri...”


Arthur, doyurulmamış aşkın ateşini bir zincir gibi ayağında taşıyan ve ıssız ormanlarda inleyip duran yüzlerce Petrarca olduğunu söyler. Ama bunların arasından yalnız bir Petrarca'da şiir dehası vardır. Bu bakımdan Goethe'nin şu mısraları onun için de geçerlidir:


“Düşkünlükler içinde, insanoğlu ağzını açamazken

Bir tanrı, acılarımı söyleme gücünü verdi bana.”


Arthur ekler: “Petrarca'nın aşkı doygunluğa ermiş olsaydı, türküsü, yumurtlayan kuşun ötüşünün hemen kesilmesi gibi, son bulurdu.”

Aslında eskiler, türün ruhunu çocuksu görünüşüne rağmen, kötü kalpli, gaddar ve bundan ötürü köyü ün salmış Eros'la; yine de tanrıların ve insanların efendisi Eros'la dile getirmişlerdir:


“Sen, insanların ve tanrıların efendisi, aşk!”


Son olarak Arthur, aşkın metafiziğini gözler önüne serdikten sonra bir eski sözü ekler: “Kendinde ölçü de düzen de bulunmayan şeyi, akılla yönetemezsin.”


Buradan anlaşılıyor ki, sınırsız tür ruhunun menfaatlerinin karşısında ölümlü bireyin çırpınışlarını görmeye devam edeceğiz. Akılla yönetilmesi mümkün olmayan böylesine tutkulu bir duygunun karşısında yenik düşmek, bizi hoşnut kılmaya devam edecek elbet...


Özetle Arthur, “Aşkın Metafiziği” adlı yapıtını: İnsanların, hayatın gürültü patırtısı içinde yaşamanın gerekleri ve zavallılıkları ile uğraştıklarını belirterek; bu gürültü patırtının içerisinde istek dolu bakışlarla aşıkların birbirilerini süzdüklerini, bunu en kaçamak, gizli, ürkek bakışlarla yaptıklarını söyleyerek; boşa çıkarmak istedikleri şeyin, yalnızca kendisinden öncekilerin çıkardığına benzer bir “sona erişten” ibaret olduğunu belirler ve sonlandırır.