"La Rochefoucauld, aşkın, tıpkı hayaletler gibi olduğunu ve hakkında herkes söz ettiği halde, kimsenin aşka rastlamadığını ileri sürer.”


Arthur bu görüşe büyük bir yanılgı gözüyle bakar. Aşk denen tutkulu duygunun gerçek ve doğal olduğunu; insan doğasına aykırı olan bir şeyin buna imkan tanımayacağını -yapay duracağını-ancak aşkın böyle olmadığını, bütün yüzyılların şair dehaları tarafından usanmadan dile getirilmesini ve insanlar tarafından her zaman ilgiyle karşılanmasını elbet bu duygunun bizlere olan aitliğini ve gerçekliğini açıklamaktadır. Arthur, sanat bakımından başarılı ve güzel olan bir şeyin içinde bir doğru taşıdığını savunur.



İki görüşün ışığında kendi düşüncelerimi eklemek istiyorum.


Aşk kanımca rastlanılacak bir şey değildir ama sıkça aramızda dolaştığı üzere hayalet benzetmesi çok da hatalı değildir. Çünkü insanların aşk diyerek rastlamayı umut ettiği şey, bir kuruntudan ibarettir. Bizler, kendimizle eş değer birinin arayışındayken bunun boş bir çaba olduğunu anlarız. Sonra kendimizi “oldukça” yakın kişiyi beklerken buluruz. Ben de dahil olmak üzere; içimizi coşkuyla dolduran, sesimizi, bakışımızı, yürüyüşümüzü bile değiştiren bu cevherin bizlerden uzak olması imkansız görünüyor. Belki de aşkın herhangi bir yerde bizimle illaki yolu kesişmelidir. Bizi, insan suretine bürünerek çeşitli yollarla aldatmak isteyecektir. Bazen bir düşman misali aramıza girip rengini belli etmeden üzerimizde korkunç tesirler bırakacak; bazen ise -nadir görülse dahi- bir sırdaş, yoldaş gibi bizimle yürüyerek hayat denen yolculuğumuzda bize anlamlı, güzel, unutulmaz günler yaşatacaktır.


Aşk eninde sonunda bizi terk ettiğinde... Salt yolculuğumuza; bitkin, depresif, yabancılaşmış devam ettiğimiz sırada, önemsiz anılar dahi kendisinin içerisinde özlemlere dönüşüp bir anda kendisini en elzem şeye dönüştürmez mi? "Aşk gitgide kaybolduğu halde etkisini koruyan sinsi bir virüs müdür?"


Boileau şu sözüyle noktayı koyar:

“Doğrudan başka hiçbir şey güzel değildir; yalnız doğrudur sevilmeye değer.”


Arthur’a göre aşk tutkusunun şiddetli hallerini ve bu tutkuya nasıl yaklaşıldığını, hepimiz, her gün görüyoruz hatta pek yaşlı değilsek, çoğunlukla yüreğimizde hissediyoruz. Sanırım bu açıklamaya katılmayan olmayacaktır.

Öyle ki, kimi zaman bu tutkunun doyurulması için ölüm dahi göze alınır, hatta tutku cevap alamadığı zaman âşık, doygunluğa erişebilmek için hayatını bizatihi ödül olarak ortaya koyabilir. Wertherler, Jacopo Ortisler, yalnız öykülerde değil, hayatta da görülebilen kimselerdir.


Arthur’a göre, en incelmiş ve yücelmiş aşk bile, kaynağını yalnız ve yalnız cinsel içtepide bulur.

Bu durumda Arthur, Spinoza’nın aşk hakkındaki görüşünü elbette gülünç bulur:

“Aşk, dış bir nedenin eşliğinde ortaya çıkan bir iç ürpertisidir.”


Öznel düşüncelerimle bu durumu şöyle açıklamak istiyorum: İç ürpertilerimizin beynimize uyarılar yollayarak bizi dışarıda bir neden aramaya iten çocuksu bir istektir. Ancak reddedilemez bir gerçektir ki, bu çocuksu isteğin özünde muhakkak cinselliği arayan bir yetişkin vardır.


Arthur, aşkın en önemli olaylar üzerinde ters etki yarattığını, ciddi işleri bozduğunu, belli bir süre için en yüce zihinleri karıştırdığını, devlet insanlarının çalışmalarına, bilim insanlarının incelemelerine burnunu soktuğunu, her gün en feci en karmaşık durumları yarattığını, en sağlam arkadaşlıkları hiçe indirdiğini; vefalıları bile kalleş haline getirdiğini, tepeden tırnağa namuslu kimseleri birer vicdansız durumuna düşürdüğünü; yanıltıcı, bozucu, karıştırıcı, yıkıcı bir şeytan misali aramızda olduğunu söyler. Bizlere ise şunu sorar: bunca gürültü niçin diye haykırmaz mısınız? Bütün bu çaba, bu çırpınış, bu endişe, bu zavallılık niçin?

Kuşkusuz gelecek insanların varoluşunu; bizim cinsel içtepimizin varlığı ile mutlak şekilde koşullandırmıştır.


Ayrıca karşılıklı sevginin değil de, sevilen kişiye sahip olmak üzerinde durmuştur. Fiziki bir zevk duymanın ön planda yer almasının da altını çizer. “Sevildiğimizden emin oluşumuz, sevdiğimize sahip olamayışımızın yerini tutamaz hiçbir zaman.” Sevgilerine karşılık görmeyen kimselerin, sevdiklerine sahip olmakla, yani fiziki zevk duymakla yetindiklerini ve hiçbir eksiklik duymadıklarını görüyoruz.


Arthur kuşkusuz, zoraki evlenmelerle; istek duymayan bir kadının armağanlarla ve başka fedakarlıklarla sık sık satın alınması olaylarını ve hatta tecavüz olaylarını örnek vererek bu düşüncesini kanıtlar biçimde ortaya koyar. Asıl amacın, belli bir çocuğu dünyaya getirmek olduğunu söyler. Bu amaca varılırken şu ya da bu biçimde davranılmış olmasının pek önemi yoktur. Arthur, yüce ruhlu ve duygulu kimselerin, özellikle gözü dünyayı görmeyecek biçimde sevdalanmış olanların bile yanılmaktan kurtulamayacaklarının altını çizer.


Gerçek ve büyük diye yerlere göklere sığdıramadıkları aşk tutkusunun temeli budur işte. Aslında, iki bireyin karşılıklı olarak çeşitli bakımlardan birbirlerine uygunlukları ne kadar eksiksizse, karşılıklı tutkuları da o kadar güçlü olacaktır.


Arthur, insanların hemen hemen hiçbir içgüdüye sahip olmadığı ileri sürülen düşünceleri reddeder. Bununla birlikte sadece, yeni doğmuş bebeğin, annesinin memesini arayıp bulması olayında gerçekleşen içgüdünün tek içgüdü oluşuna inanılır. Arthur’a göre besbelli, apayrı ve karmaşık bir içgüdü daha vardır. Bu içgüdü, cinsel içtepiyi gidermek için bir başka bireyi seçişimizde dile gelir.


Arthur'un "Aşkın Metafiziği"nde değindiği üzere:

bir erkeğin cinsel doygunluk için, hoşuna giden ve belli nitelikleri olan bir kadını dikkatle seçmesine, onun peşine düşmesine ve amacına ulaşmak adına, kimi zaman akıl almayacak işlere girişmesine -kendi mutluluğunu feda etmesine- kimi zaman parasını, şerefini, hayatını bile kaybetmesine yol açan gönül maceralarına girişmesine, yanı sıra işi, zina ve tecavüz boyutuna vardırmasına tanığız.


Erkek, kendi hazzı için sıkıntıya girdiğini ve fedakarlıklar yaptığını düşündüğü halde, türün temel tipini sürdürmeye ön ayak olmaktadır. Çoğu zaman en açık biçimiyle görürüz ki:

“Herhangi bir aşık, en sonunda ulaştığı hazdan sonra bir hayal kırıklığına uğrar ve bunca şiddetle istediği şeyin, herhangi başka bir cinsel doygunluktan farklı olmayışı karşısında şaşırıp kalır.”


Arthur, erkeğin aşkının doygunluğa erdiği andan sonra, gözle görülecek biçimde azaldığını ve çeşitli kadınları arzulamaya başladığını söyler. Kadının aşkının ise doygunluğa erdiği andan sonra artacağını vurgular. Doğa, kadını -kadın bunu fark etmeksizin- gelecekte doğacak çocuğun besleyicisi ve koruyucusu haline getirir. Bu bakımdan olsa gerek; kadının kocasını aldatması, erkeğin karısını aldatmasından daha güç bağışlanan bir suç olarak görülmüştür.


Platon’un özetlediği üzere: “Tüm varlığa karşı duyulan bomboş bir şehvet.”


Arthur’un bu hususa -hele ki kendi türü üzerinden- bu denli gerçekçi açıklama getirmesi takdire şayan diye düşünüyorum.


Arthur, diğer hayvanlar üzerinden de açıklamalar getirir. Arılar, eşekarıları, karıncalar ustalık isteyen yuvalar yaparlar; hepsinin tür için yaptıkları bu hizmetlerin, bir hayal ya da aldanışa kapılarak gerçekleştirdiklerinin besbelli oluşunu vurgular.

Kimi zaman, kafaca birbirinden farklı erkek ve kadınların evlendiklerini görürüz. Kaba, kuvvetli ve budala erkeklerle; yumuşak, duygulu, ince düşünceli ve kültürlü kadınların evlendiklerini ya da kocasının bir dahi olduğu hâlde, kadının geri kafalı olduğunu sık sık görürüz.


“Aşkın gözü öyle bakar ki,

Denk olmayan bedenlerle ruhları,

Zalim bir aldatışla, tunçtan bir boyunduruğa vurur.”


Arthur, kültürlü bir kadının bir erkekteki anlayış ve zekâ gücüne değer vermesinin –tam tersi de geçerli– ele aldığı konuyla hiçbir ilintisinin olmadığını söyler. Böyle konular ona göre, “tutkulu aşkın” değil, “kafayla düşünülmüş mantık evliliğinin” konusudur.


Arthur buraya kadarıyla, “cinsel aşkta rol oynayan ve herkes için geçerli olan düşünceleri ele alır.”


[Bundan sonra ise bireysel (göreli) düşüncelerinden bahsedeceğim.]