Şehrin büyük meydanlarından birinde bir bankın üzerinde oturmuş, önünden geçen insanları izlerken bulmuştu kendini Akif. Şehre gelen bir yabancı mıydı yoksa yola çıkmaya hazırlanan bir yolcu muydu, kendisi de karar veremiyordu. Kim karar verebilir ki böyle bir muammaya, kim bilebilir ki vatanı neresi olacak? Akif de bilmiyordu haliyle, kendini "dünya vatandaşı" olarak tanımlamak istiyordu, aynı tabirin "vatansız" demek olduğunu bile bile. Nice yollardan geçti bu banka oturana kadar, nice insanlar girdi göz kadrajına: Bazılarını gönlüne hapsetti, bazıları ise neredeyse bir hayalden ibaretti, varlıklarıyla yoklukları bir olan insanlardı, tıpkı şu an önünden geçen insan kalabalığı gibi, konuşmaz, dertleşmez, yüzüne gülmez, can yakmaz...

Asırlara mâl olmuş bir sır dönüp dolaşıyordu Akif'in zihninde, canımızı en çok acıtanlar, gönlümüzün kapılarında hoş geldin diyerek karşıladıklarımızdır. Aksini iddia eden var mıdır bilmiyordu Akif ama şu gencecik yaşında bu beşeri sırrı keşfetmenin yükünü çok ağır hissediyordu. Altında ezilmekten çok korkuyordu, halbuki bilse kendisi de etten kemikten bir can, hata yapsın diye yaratılmış mahluklardan biri... Niçin korkuyordu ki sorumluluklarının altında kalmaktan yahut sorumluluklarından kaçmaktan, iç sesine kulak tıkamaktan, kim kusursuz olabilir ki? Bunların hepsinden haberdardı fakat yaratılış gayesini bilmesine rağmen kusursuz olabilmeyi ona bu canı verene, çevresine, kendisine bir borç olarak görüyordu ve ödeyemediği her borcun boynuna vurulmuş idam ipi olmasını istiyor ve alacaklılardan birinin, altındaki tabureye vurmasını bekliyordu. Hatalarını kabullenemediği zamanlarda yaşamak o denli ağır geliyordu Akif'e. Nereye gitmeli, yönünü nereye çevirmeli bilmiyordu, aslında biliyordu fakat hayatını zincirleme hata tamlaması diye tanımlayan Akif o kapıyı çalmaktan da korkuyordu.


Neden sonra kalktı saatlerdir oturduğu banktan ve yürümeye başladı. Çevresini inceleyerek devam ediyordu bu yürüyüş yolcuğuna, etrafında gülüşmeler, sinkaflı konuşmalar, birbirine sarılan romantik çiftler, annesinin elini sıkı sıkı tutmuş çocuklar, 3 kuruşa tamah eden dilenciler... İnsanlık ne de garip diye geçirdi içinden; ülkeler değişti, diller değişti, ırklar değişti ama Akif'in gördüğü bu manzara asla değişmemişti. İnsanlar arasında ne kadar da çok ortak yön var... Yukarıdan izlesek dünyayı, aslında her köşede aynı manzara var, bu kadar aynılık varken içten içe üstün görünmek isteyen insanların varlığı garip gelmişti Akif'e. Kimse kimseden üstün olamazı da ekledi içinden geçen, geçip bitmek bilmeyen cümlelere, o halde nedendi bu mükemmeliyetçi duruş? Buna kendisi de bir yanıt bulamamıştı henüz. Yoluna devam etti kalabalığın uğultusunu duya duya, o yol üzerindeki yaşanmışlıkları hayal etmek istedi Akif, nice ayrılıklar yahut kavuşmalar, kırgınlıklar yahut mutluluklar, ağlamalar yahut kahkahalar... Sonra fark etti ki hayatın hassas terazisi zıtlıklarla dengede kalıyor, her yaşanmışlık zıddının var olabileceğinin bir ispatı hükmünde. Hüzün varsa sevinç de var, karamsarlık varsa umut da var, gönül kıran varsa gönül alan da var. Yeter ki sabretmeyi bilelim, her şeyin hassas dengesini bilen ve terazinin asıl sahibi, kefelerden birine bir mana koyuyorsa diğerine de koyacaktır.