Melih’in kendi içinde bir evreni vardı, bu evren nasıl bir evrendi? Tam bilmiyordum. Etrafına ve bana yansıttığı kendiyle kendisine yansıttığı ve kendini deneyimlediği bambaşkaydı, bunu gözlemleyebilmiştim. Kendisine karşı yaralayıcı bir acımasızlığı vardı. Var oluşuyla bir mücadele içindeydi, hatta belki de varlığına katlanamıyordu bazen. Güzel olan her şeyin içinde bir çirkinlik, çirkin olan her şeyin içinde bir güzellik görürdü. Belirsizlikler ve karmaşadan hiç hoşlanmazdı çünkü sanırım ruhunda daima bir belirsiz ve karmaşıklık kaosu hakimdi. Melih’in gözleri kara bir okyanustu bakışları içimdeki derin kuyuya taş atıyordu. Sesi, ruhumda yankı yankı dolaşıyordu. İklimi genelde hırçın ve soğuktu ama bana karşı şefkatli ve sıcaktı, bu ayrımı duyumsuyordum. 


Melih’in yanına yaklaştığımda açık camın önünde durmuş sigara içiyordu. Benim yanında olduğumu fark ettiğinde, "Fernando Pessoa'nın şair arkadaşı Mario de sa Carneiro'ya yolladığı mektupta şöyle sormuştu: Hissetmek, ne renktir acaba?" diye konuştu, sesi yorgundu. Yüzünü görmek istedim ama gece yüzüne düşmüştü sanki, çok karanlıktı.  


Bildiğim ama söyleyemediğim tek bir gerçek vardı: Melih’sizken hissetmek nihayetsiz bir karanlıktı. 


"Rüyamda bir yangının tam ortasındaydım, kaçacak yer bakınıyordum ama bulamıyordum, çok korkmuş ve çaresizdim, sonra su gibi bir ses duydum, diyordu ki: İçindeki yangının sebebini bul." 


Ellerini yangın kırmızısına boyadığı saçlarında dolandırıyordu. Sigarasından büyük bir nefes aldı, huzursuz bir iç çekti.  


"Birine mi aşıksın?"  


Biraz sustum karşısında. 


"''Bayan Chan, ''Bana aşık olacağını düşünmemiştim," demesine karşılık Bay Chow der ki: "Ben de. Sadece nasıl başladığını merak etmiştim. Şimdi biliyorum. Duygular tıpkı böyle fark etmeden yoğunlaşıyor.''*  Aşk, fark ettirmeden yoğunlaşan, tehlikeli bir duygudur. Arsız ve arzuludur. Kemirgendir aşk, yüreği kemirir. Yangındır. Hangi ses dediyse doğru demiş, ben de aynı şeyi derdim sana: İçindeki yangının sebebini bul. Kim o? Sebebi kim?" 


Esen rüzgar kırmızılarında dolaştı, sigarasını söndürdü. İçimdeki yangından bahsediyordu, sebebi kim diye soruyordu ama kalkıp saçını yangın kırmızısına boyatmıştı. 


"Melih," dedim. "Bazen susmanı istiyorum, yalnızca susmanı." 


"Mümkün." Ve sonra sustu. 


Sensin, sebebi sensin diyemediğim ve belki de anlamadığı için konuşmasını istememiştim, sussun istemiştim. Uzun süren suskunluğunu bir şarkı mırıldanarak bozduğunda içime yankı yankı vuran ince sesini dinledim: 


"Toprak yağmura, ben sana, aşık olduk yeniden, imkânsız gibi görünen, bu mesele, girdi aklıma her gece, tanıdık bi' melodi, sen miydin sebebi? Söylesene.**" 


Şarkıyı mırıldanması bittiğinde içimde büyük bir öfke akıyordu. "Bilerek yapıyorsun," dedim, sinirli. "Farkındasın, karşında ne halde olduğumu görüyorsun, bile bile yapıyorsun." 


"Hayır." 


"Her şeyi biliyorsun." 


"Bildiğim hiçbir şey yok, Ali." 


Onu arkamda bırakarak giderken kendi kendine konuşuyordu: 


"Bayan Chan ve Bay Chow sokakta baş başa konuşurken, yüzlerine sokakta olan demir parmaklıkların gölgesinin yansıdığı bir sahne vardı. Bay Chan ile Bayan Chow'un yüzüne demir parmaklıkları yansır; hapis edilmek, kısıtlanmak demektir. Bu metaforik sahne, Bay Chow'un ve Bayan Chan'ın ilişkilerini toplum ve kendileri tarafından yaratılan bir baskı içinde yaşadıklarını yansıtır. Çünkü karakterler sokakta yalnız olsalar da yarattıkları sınırların, zihinlerine işlenmiş toplumsal baskının ve normlara hapistirler." 


Korkuyordu. Korktuğundan susuyordu farkında olduğu aşkıma karşı. Sonraları ben de sustum. Çünkü aşk, korku mahkumluğunda yaşanamayacak kadar özgür bir duyguydu. 


**Can Ozan: Toprak Yağmura şarkısından alıntı.