Giriş Bölümü

  Bir yıl önce her sabah okula söve söve gider ve belki de hayatı bile söve söve yaşardım. Ama her karanlık gecenin bir sabahı oluyormuş, benim de karanlık zamanlarım aydınlığa ulaşmaya çalışıyordu. O zamanlar her Allah’ın günü anlaşılmamaktan ve anlaşılmamanın getirdiği yalnızlıktan şikâyet ederdim. Kimseler tarafından sevilmediğimi düşündüğüm, sinir krizleri yaşadığım günlerdi ve tabi üstüne anne ve babamın bana derslerim üzerinden kurdukları baskı bana hayatı yaşanmaz kılıyordu.

Ne oldu da güne sövmeden başlayan bir kıza döndüm dersek sanırsam odamda hüngür hüngür ağlamamın ardından kızarmış gözlerim ve yanağımda gözyaşlarımdan kalma ıslaklıkla şans eseri karşıma çıkan Aşık Veysel’in Anlatmam Derdimi Dertsiz İnsana türküsündeki “Derdim bana derman imiş bilmedim.” cümlesi ile bir aydınlanma yaşamıştım. O günden sonra da zaten çocukluğumdan beri dostum olan kitaplara daha sıkı sarıldım tabi bunun yanında yeni hobiler de edindim. Yazmaya ve çizmeye başladım. Ne kadar çizmek yerine boyamada daha başarılı olsam da hayatıma deneyim katmaya çabalıyordum. Bu sürecin en başında insanlara karşı kocaman duvarlar örüyordum, onlardan kaçıyordum. Ama sonrasında bunun çok da mantıklı bir yol olmadığını kanaat getirdim. Sonuçta insan dediğimiz canlı sosyal bir varlıktı bu varlığı bir odaya hapsetmek sosyalliğini kısıtlamak ne kadar mantıklıydı ki? İnsan anlaşılmak için kendini başka gözlerde aramalıydı belki de bende bu fikre tutulmuş yaşama çabasındaydım. Ben hiç anlaşıldığımı hissetmedim ki, bu hissin yabancısıydım.

Gözlerimi açtığımda güneş çoktan hafif aralık kalan perdemin arasından odama sızıp beni de hayata karışmaya, uyanmaya çağırıyordu. Üstümdeki pikeyi kaldırıp lavaboya yöneldim. Yüzüme soğuk su serpip daha da kendime gelmeye çalıştım. Keşke insanın kendine gelmesi yüzüne su serpmek kadar kolay olsaydı. Aynaya döndüğümde aynada gördüğüm manzara ile gülümsedim. Her sabahki gibi kâküllerim özgürlüklerini ilan etmiş tuhaf şekillere girmişlerdi. Saçalarım omuzlarıma kadar uzanıyordu, normalde hep çok kısa kullanırken bu hali de çok hoşuma gidiyordu. Belki de hayatıma olan kırgınlıklarımı saçlarımın uçlarına iliştirip onlardan kurtulmak yerine onlara yapıcı çözümler getirmeyi öğrenmiştim.

 “Leyla! Kalkmadın mı kızım, hadi kalk!” annem mutfaktan sesleniyordu.

 “Kalktım anne, hazırlanıp geliyorum!”

 “Tamam yavrum!”

 Annem her sabah kalkar kahvaltımızı hazırlayıp bizi okula uğurlardı. Bu durum çocukluğumuzdan beri böyleydi. Önce babamı sonra ablamı ve beni uğurlardı. Tabi bu durum ablamın beş yıl önce üniversite için İstanbul’a gitmesine kadar böyleydi. Mezun olduktan sonra da İstanbul’da kalmayı seçen ablam orada eniştem Emre ile evlenip temelli İstanbul’a yerleşmişti. Ablamın yokluğunda anne ve babamın benim üstümde kurdukları baskı da katlanarak artmıştı maalesef ki. Bir kızı başarı timsali olduğu için diğer kızlarından da aynı başarıyı bekliyorlardı. Ve ben hep bu beklentilerin altında kalan taraf olmuştum.

 Okul formamı giyip saçlarımı salaş bir topuz yaptım ve kâküllerimi düzelttim. Kapımın arkasından ablamdan kalma siyah kot ceketi alıp mutfağa geçtim. Ablanın olmasının kıyafetlerinin sana kalması gibi bir güzelliği de vardı tabi.

 Mutfağa geçtiğimde annem ocağın başında meşhur omletini yapmakla meşguldü. Benim geldiğimi fark edip bana döndü.

“Günaydın yavrum.”

“Günaydın annem.”

Annemin gözleri elimdeki ablamın ceketine kaydı.

“Ayça’nın dimi o ceket?”

Ceketi sandalyenin üzerine koyup bende diğer sandalyeye oturdum.

“Evet onundu.”

 Annem derin bir nefes alıp gözlerini mutfağın camına çevirdi, ablamın gelmesini beklermiş gibi baktı uzun uzun. Annem evde ablamın hasretini en fazla yaşayanlardandı. Eniştemin savcı olması ve ablamın da iyi bir avukat olmasından dolayı resmî tatiller dışında gelemiyorlardı. Anca görüntülü konuşabiliyorduk. Tabi ablamın davadan davaya koştuğu zamanlar o da mümkün olmuyordu. Yoğun zamanlarında bir beş, on dakikasını ailesi ile konuşmak için ayıramıyordu ve ailesini ikinci plana atıyordu.

 Oturduğum yerden kalkıp annemin yanına gidip ona sımsıkı sarıldım.

“Aramıyor mu ablam?”

 Annem de bana sımsıkı sarılıp saçlarıma kocaman bir öpücük kondurdu. Kokumu içine çekti. Sanki benim de gitmemden korkar gibiydi.

“Çok karışık bir dava almış onunla meşgulmüş.”

 Annem yanaklarıma kocaman öpücükler kondurup omletimi tabağa koydu.

“Hadi geç bakalım. Omletin hazır.”

 Hızlı masaya oturup omletimi yemeğe koyuldum. Ama annem hala dalgın dalgın duruyordu.

“Annem ama yapma böyle. Ablam yoksa ben varım burada. Hadi, gülsün bakalım şu yüzün. İlla yüzünü güldürmek için gül mü alalım?”

Annem güldü, görev başarılıydı.

“Tamam hadi yemeğini ye, geç kalma okuluna; hem sen çantanı getirmişsin.”

“Ay, ben onu masamın yanında, odamda unuttum.”

“Aşık mısın Leyla kızım ya? Ben alıp gelirim hadi sen karını doyur.”

Annem çantamı odadan getirdiğinde kahvaltımı çoktan yapmıştı. Üstüme ceketimi giyip çantamı alıp kapıya yöneldim.

“Geçen haftaki denemenin sonuçları açıklandı mı Leylam?”

Yine başlamıştık. Okulda her ay deneme yapılıyordu ve annem ile babam da her ayın ilk haftası yapılan bu denemenin ardından beni daraltmaya başlıyorlardı. Oysa deneme sonuçları açıklanınca velilere bilgi mesajı da gidiyordu ama annemin ve babamın içi rahat etmiyordu.

“Anne açıklanınca benden önce size mesaj geliyor biliyorsun. Hadi neyse, ben çıktım.”

Annemin yanaklarına kocaman öpücükler kondurup hızla evden çıktım. Hızlı adımlarla durağa doğru yürümeye başladım, Allah’tan durak 2 dakikalık mesafedeydi de sabahın serinliğinde yürümek zorunda kalmıyordu. Otobüs 5 dakika içinde gelmişti. Kendimde en sevdiğim özelliklerden birisi de dakik olmamdı. Normalde beklemeyi severdim. Hayat curcunasında bana düşünmem için fırsat oluyordu. Ama bu şehirde Mart aylarında sabahın ayazını yiyerek otobüs beklemesi bir türlü sevilmiyordu. Tabi ellerimizi ısıtacak bir yârin olmaması da sevmemize bir sebepti.

Aklımdan geçen düşünce ile gülümsedim. Otobüsteki insanlar bana bakıyor mu diye ufak bir kontrol ettim. Sabahın bu saatinde asık suratlarla dolu şu otobüste gülmek bile delilik sayılırdı. Deliydik biz de kendimizce.

 Otobüsler insanları izlemem için bana çok güzel fırsat sunuyordu. Normalde ya kitap okuyarak ya da insanları izleyerek otobüs yolculuklarını değerlendirdim. Eğer şanslı günümdeysem bu asık süratli otobüs sakinlerinden yeni insanlarla tanıştırdım. Bana yaşamlarındaki ufak tefek anıları, şikayetlerini de dile getirirlerdi. Bende durur, dinlerdim. Bazen kendimce çözüm yolları sunardım onlara, onların nezdinde kabul görülüp görülmediğini bilmediğim çözümlerinden.  

Kafamdaki bin bir düşünceyle bugünlük yolculuğum da son bulmuştum. Durağa gelmeden çantamı sırtıma takıp ayağa kalktım. ‘Stop’ butonuna çoktan basılmıştı. Otobüs durdu ve sırayla indik otobüsten.

Okula doğru yürümeye başlamıştım ki arkamdan gelen ses ile arkamı döndüm ve sınıf arkadaşım Aslı’yla karşılaştım.  

“O Leyla!”

“Günaydın Aslı.”

“Günaydın, pek aymadı gün ama neyse. Nasılsın?”

“İyiyim, sen? Niye uykunu alamadın mı?”

“İyiyim ben de. Bir çocukla konuşmaya başladım da gece 2’ye kadar onunla konuştuk.”

“Niye?”

Sorum ile sinirlendi. “Ne niyesi Leyla ya. İnce işler işte ya. Hani geçen bakıştığım üst dönem bir çocuk var diyordum ya bu o işte.”

Dinlemeyi sevince tabi sınıf arkadaşlarımın çoğu aşk hayatını bana anlatıyordu. Tabi çoğuna aşk denemezdi de neyse. Aslı biraz şıpsevdiydi. Bu çocuk sanırsam bu yıl anlattığı beşinci kişiydi. İlk görüşte aşkı savunup gördüğü çoğu erkeğe âşık oluyordu. Bir de kendini şöyle haklı çıkarıyordu, ‘Kanka en azından birini sevdim mi başkasına bakmıyorum. Ona olan aşkım bitince başkasına bakıyorum.’ Aşk biten bir şey miydi? Yabancısı olduğum duygulardan birisi de aşktı.

“Gece niye konuşup uykusuz kaldınız? Onu soruyorum, hem gündüz yüz yüze konuşuyordunuz gece mesajlaşmak yerine. Bu çocuk şu sınıflar arası basket maçında bizim sınıftaki Ertuğrul’u yaralayan ve Selim ile kavga eden çocuk mu?”

Heyecanlı heyecanlı cevap verdi. “Ay, evet o. Napayım kızım çocuğa âşık olunca öyle gece boyu konuştuk. Sen hele bir âşık ol, ben seni göreceğim Leyla.”

Gülerek yanıtladım. "Yani sence doğru biri mi bu çocuk? Çocuk vukuatmatik mübarek. Ben âşık olsam da böylesine olmam Aslı’cım.”

Aslı kahkahalarla karşılık verdi. “Seni de göreceğiz, Leyla Hanım seni de. Aşk dediğin şey öyle kural tanımaz.” Durdu, derin derin düşündü “Leyla.”

“Efendim.” Aklına fena bir fikir gelmiş gibi bakıyordu bana. “Aklına fena bir fikir geldi bakışlarından belli, dökül bakalım.”

“Şu bizim sınıftaki Ertuğrul ile seni ayarlayayım mı, ya da Selim? İkisi de efendi, kültürlü, boylu poslu çocuklar. Hem Ertuğrul zeki de Selim çok zeki değil ama olsun salak da değil sonuçta. Ne dersin?”

Aslı’nın çöpçatanlığı mübarek tüm 10. Sınıflar arasında yayılmıştı. Yan sınıflardan bana şu kızı, şu oğlanı ayarla diye gelenler bile vardı; hatta bir ara bu işi ticarete dökmeyi düşünüp sonra gönül işlerinin ticareti olmaz deyip vazgeçmişti.

“Aslı’cım canım arkadaşım, beni kimseye ayarlamasına gerek yok. Ben böyle gayet mutluyum.”

Tamam kabul, her genç kız gibi aşk ne zaman beni bulacak diye düşünüyordum arada ama hayatımın aşkının beni arkadaşımın ayarlaması ile bulacağını da sanmıyordum.

Okula gelmiştik ve sınıfın kapısında Selin ve Ertuğrul dikiliyordu. Tesadüfün böylesi işte.

“Bak seninkiler seni bekliyor” dedi kahkahalarla Aslı, değişik bir kızdı. “Günaydın gençlik, hayırdır hayatınızın aşkını mı bekliyorsunuz?” dedi Aslı kapıdaki Selim ve Ertuğrul’a dönerek ve gülerek bana baktı. Bu kızın diline Allah kimseyi düşürmesin.

“Tabii Aslı’cım, işimiz, gücümüz yok kapılarda hayatımızın aşkını arıyoruz sen gibi.”

“Ertuğrul vurdu ve gol oldu” dedi Selim gülerek. Aslı fena bozulmuştu ama hakkediyordu biraz da. Ben bile dayanamayıp güldüm.

“Of salaksınız siz ya.” deyip sinirle hızlıca sınıfa girdi.

Ben de beylere dönüp selam verdim. “Günaydın beyler.”

“Günaydın Leyla.”

“Günaydın.”

Sınıfa geçip cam kenarı üçüncü sıraya geçtim. Sıra arkadaşım daha gelmemişti, demek ki bugün cam kenarına geçebilecektim. Normalde hep cam kenarında oturmak isterdim ama ona haksızlık olmasın diye önce kim gelirse o cam kenarında oturuyordu. Tabi bu durum benim için daha iyi oluyordu çünkü cam kenarında olunca dışarıyı izlemek dersi dinlemekten daha cazip geliyordu.

Dersin başlamasına daha 15 dakika vardı. Sınıfın çoğu da sınıfta değildi zaten. Muhtemelen kantinde kahvaltı yapıyorlar veya koridorlarda hoşlandıkları üst sınıfları kesiyorlardı. Lisede böyle bir yerdi işte, deli çağlarımız. Çantamdan yeni başladığım Özdemir Asaf’ın Kırılmadık Bir Şey Kalmadı kitabını çıkarıp okumaya başladım.

Kitaba o kadar dalmıştım ki yanıma oturan Ertuğrul’un bana seslenmesiyle korktum ve hayali dünyamdan gerçek dünyaya sert bir düşüş yaptım.

“Leyla.”

“Efendim.”

“Selim, Ahsen’le oturmak istedi de bir şey konuşulacakmış. Yanına otursam sorun olur mu?”

Aslı ne kadar boş konuşsa da haklıydı. Ertuğrul cidden efendi bir çocuktu.

“Yok olmaz.” deyip tekrar kitabıma döndüm. Ertuğrul da çantasını almaya gitti, çantasını getirip oturduktan sonra telefonundan maç özeti açıp izlemeye başladı. Bu erkekler neden bir de maçın özetini izliyordu, bir türlü anlayamıyordum.

Hocanın gelmesiyle kitabımı kapattım ve ayağa kalktım. Ve bugünlük öğrencilik mesaimiz başlamıştı. Öğrenci olmak da bir işti. Bizim işimiz de örenmekti. Sık sık ezberlemekle değişse de öğrenmekti görevimiz. Biz öğrencilik.

Bugünlük öğrencilik mesaimizin de bitmesine 5 dakika kaldı. Yorucu ve sıkıcı bir okul günüydü. Hoca dersin son 10 dakikasında soru çözmek için bizi serbest bıraktı. Ama tabii benim sorularım, tarih yerine hayat üzerine olduğu için susup kitap okumayı seçtim. Yanımdaki Ertuğrul da hocaya sorularını sorduktan sonra yanıma geri döndü.

“Leyla.”

Kafama kitabımdan kaldırıp Ertuğrul’a döndüm.

“Efendim Ertuğrul.”

“Neden hep kitap okuyorsun sen?”

Gülümsedim bu soruyu soran bininci kişi falan olabilirdi.

“Ruhumun inceliklerinin ortaya çıkmasını sağlıyor satırlar. Satırlar arasında kendimi keşfediyorum.”

“Ne güzel ama biraz fazla okumuyor musun? Ne bileyim, hiç ders çalışmıyorsun.”

“Çalışmıyor değilim, çalışıyorum ama ders çalışma derdine kendimi paralamıyorum sadece.”

Şaşırmıştı cevabıma.

“Çok mu zenginsiniz, neye güveniyorsun?”

Ben şimdi sana nasıl anlatayım ki benim derdimin aşırı uçlarda yaşamak değil de sakin bir hayatta kendimi hırpalamaktansa mutlu, huzurlu bir yaşam sürmek olduğunu. Ailemin baskısından odamda gözyaşları eşliğinde ders çalışmak zorunda bırakıldığı mı? Ne yaparsam yetersiz geleceğim bir ailede sadece huzurlu bir yaşam sürmek istediğimi.

Gözüm saatime kaydı, neyse ki saniyeler kalmıştı zilin çalmasına ve o an beklenen zil çaldı.

“Neyse, başka zaman anlatırım neye güvendiğimi.” deyip kitabımı çantama koydum.

“Görüşürüz.” deyip o da toparlanmaya başladı.

Ertuğrul'dan kurtulup sınıftan hızlıca çıkıp otobüs durağına doğru ilerlemeye başladım. Bu sefer durağa giderken yol arkadaşım müzikler olmuştu. Günün yorgunluğunu üstümden alıyordum müzik dinleyerek. Dayanma gücü veriyordu bana.

Durağa geldiğimde durakta bizim liseden olduğu üstündeki formadan belli olan siyah saçlı bir erkek. Telefonuyla ilgileniyordu. Acaba 25 numara geçmiş miydi? O yüzden mi tenhaydı durak? Yorgun bedenim ayakta otobüs bekleyecek halde değildi. Oğlanın yanına oturdum.

“Merhaba 25 numara geçti mi acaba?”

Oğlan kafasını telefonundan kaldırıp gözlerime bakıp cevap verdi. “Ben de 25 numarayı bekliyorum ama daha gelmedi.”

“Anladım, teşekkürler.”

“Ne demek.” deyip kafasını yine telefonuna gömdü. Ben de otobüsün yolunu gözlemeye başladım.

On dakika geçmişti ki, yanımdaki oğlan “Of sıkıldım.” diyerek telefonunu kapattı. Bu tepkisine gülmeden edemedim ve sanırsam biraz sesli gülmüş olacağım ki oğlanın ciddi yüzü ifadesiyle karşılaştım ve kahverengi gözleri gözlerimi buldu ve ağzından şu sözler döküldü:

“Ben sesli mi düşündüm ya. Beklemek sıkıcı ama ne yapayım?” deyip gülümsedi. Gülümsemeseydi muhtemelen pot kırdığımı düşünüp yerin dibine girmek isteyecektim.

“Yani beklemeyi bilmeyen insanlar olduğumuz için sıkıcı gelebiliyor.”

Dediklerimi anlamaya çalışır bir şekilde baktı yüzüme. “Nasıl yani?”

“Şöyle ki, az önceden beri ikimiz de otobüs bekliyoruz. Sen kafanı bir ekrana çevirmiş bekliyordun, bense hayata yüzünü dönmüş bekliyordum. Önümden geçen küçük çocuk ve annesinin çok masumane sohbetine kulak misafiri oldum, sonra yıllarını devirmiş yaşlı teyze ve amcanın aşkına tanık oldum. Ben beklerken hep yeni insanlarla tanıştırdım mesela şu anda olduğu gibi. Beklemek sıkılmak değil, hayatı dinleyebilmek olmalı bence. Herkesin beklemesi ve beklentisi farklı hayata dair ama.”

Oğlan bana hayretler içinde baktı.

“Söylediklerin yüreğime dokundu. Valla ne güzel konuştun öyle. Haklısın herkesin beklentileri ve bekledikleri farklı. Ama şu konuda sana katılmıyorum, ben her şeyden sıkılan bir insanım. Yani hayatı izlemekten de muhtemelen sıkılırdım.”

Gülümsedim. “Niye?”

“Sıkıcı yani ne bileyim.”

“Anladım demek isterdim ama pek anladığım söylenemez doğrusu.”

“Neyse ben de anlatamam zaten boş ver.”

Kısa bir sessizliğin ardından otobüs ışıklarda göründü.

“Otobüs geliyor.”

Döndü ve otobüsün geldiği yöne baktı.

“Evet.” Ayağa kalkıp sırt çantalarımızı sırtımıza takıp, otobüsün durağa gelmesini bekledik. Otobüs geldiğinde binmek için bana öncelik verdi.

“Önden bayanlar buyurun.” deyip geçmem için eliyle işaret yaptı.

Dönüp gülümseyerek lafını düzelttim.” Bayan değil, kadın lütfen.”

Arkamdan gülerek şunları söyledi, “Aman hata yapmayalım.” Duyduklarımla gülümseyerek otobüsün en arkasındaki boş 2 koltuktan birine oturdum. Oda kartını bastıktan otobüsteki tek boş yer olan yanıma oturdu.

Çocuğa döndüğümde önüne bakıyordu öylece ve ben ona bakarken bir anda bana döndü.

“Hayatı dinlemek de sıkıcıymış ya ben az önceden beri amcaların siyaset konuşmalarını dinliyorum. Bir anda sohbetlerine dahil olasım geldi falan ama şimdi telefonunu çıkar bakayım derler diye tırstım sonra da sıkıldım.”

Duyduklarımla bir anda gülme krizine girdi yanımdaki çocuk da kahkahalarla gülmeye başladı. Gülmemi durdurup cevap verdim.

“Bir anda yüklenme kendine yavaş yavaş olur.”

“Tamamdır, senden tüyoları kapatacağım ben ya”

Gülümsedim. “O iş sende güveniyorum sana.”

Bir yabancıya nasıl bir anda bu cümleyi kurmuştum? Kendimi sorguladım bir anda.

“Nasıl güvendin 2 dakikada? Bu lafın pek asılsız geldi bana.”

“Bende bir kendim sorgulamadım değil.”

“Çok dürüstsün maşallah.” dedi gülerek.

“Öyleyimdir.”

Gülümsedim, normalde konuşkan olan ben diyecek bir şey bulamamıştım. ‘Sen de ben gibi insanların sohbetleri yerine kitapların sohbetine mi kaçıyorsun?’ diye sormak geldi içimden ama sadece sustum.

Bir süre ikimiz de sustuk. Ardından sessizliği bozan o oldu.

“Bir şey itiraf edeceğim. Normalde insanlarla sohbet ederken bile sıkılan bir insanımdır ama seninle sohbet etmek güzeldi.”

Gülümsedim. “Mutlu oldum buna.”

Gülümsedi ve ayaklandı. “Görüşürüz. Ben şimdi ineceğim.”

“Görüşürüz.”

Otobüslerde duraklarda beklerken birçok insanla tanışmıştım. Kısa, uzun süreli sohbetler etmiştim onlarla. Ama hiçbirine görüşürüz diyememiştim. Hayatıma dahil olan kısa süreli insanlardı onlar sadece. Ama bu sefer içimden bir his görüşeceksiniz Leyla diyordu. Ne diyordum ben ya? Yine silinip gidecekti işte. Bağlama duygusala işte Leyla. Bir de Aslı’ya laf ettiğin gibi çocuğa aşık da oldum de tam olsun. O kahverengi gözlerinde kayboldum da de. Karmaşıklaştırma hayatını işte, olan sadece şuydu; hayatına yeni bir insan daha katıldı. Bu katılımın süresi hayata bağlı, kafa yormaya hacet yok. Zaten alışıksın hayatında öylesine var olan var olup giden insanlara.

(not: geçen bayan kelimesi özellikle yazılmıştır.)