Felsefe tarihi sanılanın aksine çok eğlenceli ve sevimli anlarla dolu; filozoflar da bütün gününü surat asarak heba eden daima kendinden emin düşünceleri olan tiplerden değildir. Dolayısıyla felsefe tarihini “daha az” sıkıcı görebiliriz. Mesela Platon’un Sofist diyalogunda, yabancı, Theaitatos’a şöyle der: ''Açıkça anlaşılıyor ki, ‘varolan’ ifadesini kullanırken, tam olarak ne demek istediğinizi uzunca zamandan beri biliyorsunuz ve hatta ona aşinasınız. Bir zamanlar biz de biliyorduk, ama artık tereddüte düşmüş durumdayız.” Çok tatlı değil mi? Başkaca, Aziz Augustinus’un yüreğini serdiği İtirafları’ndaki zaman mefhumu tartışması: “Öyleyse zaman ne? Eğer hiç kimse benden bunu sormasa biliyorum; ama soran kişiye açıklamak istesem bilmiyorum.” Bu iki alıntılama daima sıcacık ve tebessüm ettiren bir şirinlik taşır benim için. Zaman ve varlık gibi ürkütücü kavramları böyle bir tatlılık ile tartışmaya açmak bir sabrı da işaret etmiyor mu? Bir de adlarımız ve aşklarımız var, bizlere henüz doğmadan verilen, varlığımızdan aldığımız ilk pay olan adlarımız kimilerine göre kaderimiz için belirleyici olabiliyor. Aşka daha sonra döneceğiz. Varlığın metafiziği söz konusu olduğunda onu açıklarken öz, kimlik ve köken gibi kavramların perspektifine ihtiyaç duyarız. Descartes sonrası Bergson’dan bu yana felsefenin bir bilim olabileceğine her ne kadar tutunmak istesek de felsefenin kendini kah sakınan kah kaçıran doğası şuuru bu dağılmaya daha doğrusu bölünmeye iter, felsefenin ne olduğunu araştırmak felsefe olmayan sahalara adım atmak demektir. Bu bağlamda edebiyat insanı, bilinci, toplumsallığı, kendi kendini belirlemenin bağlarını anlamaya sayfalar dolusu anlam ve değer sunan bir tefekkür gezintisidir. Romantik estetiğin dili insan olmaklığın, gerçekçi dünyanın betimi ise toplumsal bir varlık olmanın hiyerarşik gerekliliklerini sunar.
Norveç Edebiyatı tarihi Norveç milli bağımsızlık gururunun insan ruhu üzerindeki etkisinin tarihidir. Norveçli edebî karakterlerin yaşamını çevrelemiş bir başınalık halesini bu politik kurguyla beraber düşünmeli, bağımsızlığın başarısızlığı —kökenli olmanın yaşamsal bir ihtiyaç olduğu bu karakterlerin varoluşundan anlaşılmalıdır. Bu çağrısız ve ortamına yabancılaşmış karakterlerden biri de Vadiden Tollak. Norveç’in Vestmarka şehrinin bir köyünde babasının odunculuk mesleğini sürdüren Tollak kendisini anlatırken geçmişe ait olan Tollak olduğunu, Ingeborg’un Tollak’ı olduğunu söylüyor. Varlığının sınırlarını aşkından aldığı isimle ve şu an’a ait olmadığıyla çizen Tollak, tek anlatıcı olarak kısa soluklu, yarım ifadeli, yoğun bir acıyla öyküsünü anlatıyor. Bütün bu kurgu, bir ölünün başındaki ağıtçı gibi sallanarak ve dövünerek konuşan Tollak’ın diliyle inşa edilmiş; yazar sanki Tollak’ın dinleyicisi konumunda. Diyebiliriz ki aslında Ingeborg’un Tollak’ı bir esrik kendini boşvermişliğin yas süreci, bir ifade dilekçesidir. İnsanın mutlak bir şeffaflık kazanabilmesi trajik deneyimler sonrasında olur, bu itirafı saf hakikat kılar. O’na karşı dürüstlüğü O’nu kaybettikten sonra, kendine karşı dürüstlüğü kaybolduktan sonra kazanır insan. Bu durum, insanın bilgi ile ilişkisinin ne derece trajik olduğunu açığa çıkarıyor. Edebiyat felsefeden önce kendi üzerine düşünmeyi grotesk bir oyuna çevirirken hayatın acımasız yargılayışında yaşam ile el ele olur, hayat ve edebiyat biz insanlar için şiddetli bir içyapısal farkındalığa sebep olur haliyle. Okumak bu yanıyla karakterde kendimizi, kurgulanmış bir insanda İnsan’ı tanımanın en sessiz biçimi. Kitabı kapatır, anlayışın beklenmedik kederi ve neşesiyle dolar ama ne anladığımızı açıklamak istesek yalnız susarız. Okuyan kişi hikâyenin bölünmüş zamanıyla, parçalanmış oluş durumuyla kitabın içindeki insanı kavramak için gözlem yapar, kısaca bir başka insan üzerine düşünerek dolaylı yoldan kendine varır. İşte okur, Tollak’ın elinde kalmış yekpare zamanı geçmişe bakışlar ve hatırlayışlar ile yakalarken aşkın insana neler yaptığını/ yaptırdığını beklenmedik sindirişlerle kavrayacak. Nitekim Tollak’ın annesinin de söylediği gibi “İki insan tanışıp birbirlerine âşık olduklarında dünya yerinden oynar ve büyük şeyler olur.” Nihayetinde, Tollak’ı tanımaya bu taşralı kabul ile başlıyoruz: tanrıtanımaz, bağımsız ve köylü bir oduncunun hayatına aldığı kadın ile varlığa gelmesi, artık Vadiden Tollak değil de Ingeborg’un Tollak’ı olması daha önce görmediğimiz bir hakikati bize gösterecek. Aşk tüm zamanların içinden alev alev bir pelerinle geçip tüm toprakların altında tutkuyla vaktini bekleyen bir canavar gibi toplumumuzda, yüzyılların kültür inşasına kast ediyor. Aşk zamanımızı bozuyor, ismimizi değiştirip içimizdeki insan olmayanı uyandırıyor. Açıklamak istediğimizde bilemediğimiz ve daimi tereddütte kaldığımız varlık sorusunu edebiyatın cesaretiyle yanıtlayamaz mıyız: Aşk.