Arthur Schopenhauer’ın Aşkın Metafiziği kitabı 19. yy’da yazılmış bir kitaptır. Alt satırlarda kitaptan değineceğim alıntılar ve fikirler 19. yy toplum yapısında öne atılmış tezler ve iddialı tespitler barındırmaktadır. Schopenhauer bir erkek filozof olarak kadınlar ve erkekler arasında aşk’ın aslında cinsel dürtüleri tatmin etmek, türün devamı ve doğanın bekası için yüzyıllardan beri korunan çok güçlü bir yanılsama olduğunu anlatır kitabında. Ele aldığı konuları taraflı ve negatif bakışlarıyla yorumlamıştır. Kısaca kitap ne anlatıyor değinmeye çalışacağım ben de.


Kitapta ilk olarak Schopenhauer’in kadınlara dair olumsuz yorumları gözümüze çarpıyor. Ona göre kadınlar çocuk doğurmak, kocasına yol arkadaşı olmak, kocasının hayatını kolaylaştırmak, erkeğine hizmet etmek için vardır. Zaten kadının da istekleri sadece süslenmek, bakımına önem vermek, erkeğine sahip çıkabilmek, kendinde gördüğü ‘’eksiklikleri’’ erkeği ile ‘’tamamlamak’’ vs. gibi ihtiyaçlardan oluşmaktadır. Böyle söyleyince, yazın deniz kenarına eşi ve sekiz çocuğuyla gelmiş, etrafı kesmekle meşgul ya da eşinin yıkayıp ütülediği takım elbiseleriyle plazaya gitmiş, iş mail hesabından karşı masadaki çalışma arkadaşına, çok güzelsin seni tanımak istiyorum, diye yazan rezil erkek profilleri geliyor gözümün önüne. Hasbinaallaaah! Schoepnhauer’e göre bu evliliklerin temelinde de aşk yatıyor çünkü iki farklı cins kişi türlerinin devamını sağlayabilecek sürekli ve güvenli partnerleri bulmuşlardır. Hasbinallaaahh! Yani ele aldığı aşk tamamen fiziksel. Bilinçaltında yatan türün devamı gerekliliği aşk diye söylenen bir meseledir. Mesela kadın hep genç kalmak ister çünkü doğurganlığını kaybeden bir kadının bir erkek için cazibesi yoktur. Bu sebeple kadın, partnerini kaybetmemek için güzelliğine önem verir ve ona hizmet eder.

Fiziksel özellikler ‘’aşk’’ın temelinde yatmaktadır, bu yüzden çok zayıf, çok kilolu, çok kısa, rengi solgun… partnerler istemeyiz, bunlar bilinçaltından kalıtımsal bozukluklar olarak pompalanır bize ve çekim duymayız çünkü o bebeyi doğurmak ve onun kusursuz olmasını sağlamak zorundayız çünkü bu dünyadan bir biz geçti ve bir biz kalmalı(!) Partner seçimindeki bütün kriterlerimiz fizikseldir diyor Schopenhauer: ‘’Etin beline dolgun olması cenine bol bol besin sunulacağına işaret ettiği için, vejitatif yapının hakim durumda olmasını gösterir. Bu yüzden fazla zayıflık bizi belirgin biçimde iter. Dolgun bir kadın göğsü erkek cinsi üzerinde müthiş bir etki yapar; çünkü kadının çocuk doğurma işleviyle doğrudan bağlantılı olarak, yeni doğacak olana bol bol besin verebilecek olduğunun belirtisidir bu. Buna karşılık, aşırı şişman kadınlar bizde tiksinti duygusu uyandırırlar. Bunun nedeni, bu yapısal özelliğin rahmin beslenme yetersizliğine, yani kısırlığa işaret etmesidir.’’ Hadi bakalım kadın erkek terazisinden mi, beden olumlamadan mı yoksa Nietzsche’yi etkilemiş ünlü bir düşünürün bu sözleri söylemiş olmasından mı yoksa aşk nedirden mi yakalım sigaraları, neye yakalım, sonra nereye söndürelim bunları? 

Öte yandan ‘’aşk’’ı görmezden gelmiyor Schopenhauer ama bu sırada bile alaylama yapmadan geçmiyor: ‘’Aşıkların bugün kendilerini madrigaller ve sonatalar yazmaya heyecanlandıran şeye, on sekiz yaş daha büyük olmaları halinde, şöyle başlarını çevirip bile bakarlar mıydı diye bir an düşünmelerini isteyelim yeter.’’ ‘’Bunca gürültü patırtı niye? Niye itiş kakış, tepinme, korku, endişe ve dert? ‘’ Tabii ki de biz karılar çocuk doğuralım diye, ehe.

Anladığımız üzere ‘’aşk’’ın biyolojik kısmi ile ilgileniyor, bilinçdışı, oedipal yaklaşıyor Schopenhauer. İlişkilerde erkek, neslin devamının yanında anneden kopuşun getirdiği eksiklikleri ve kendisinde bulunmayan özellikleri kadının tamamlamasını bekliyor. Bu tamamlanamamazlık ile tamamlanmaya çalışma çabası da bir tutkuya dönüşüyor ve Rome’dur- Juliet’tir, Shakespeare’dır, Werther’in acılarıdır cart curt falan da patlayıp gidiyor işte ve adı aşk oluyor. Bu noktada belki ulaşamadığımız da aşkı yüceleştirdiğimiz fikrine katılabilirim ama inşallah siz katılmıyorsunuzdur çünkü üç günlük dünyada seven sevdiğine kavuşamıyorsa ne anlamı var ki bu ısrarın? Bir de aslında ‘’aşk’’ nedir ki, bunu da tanımlayamıyoruz. Herkesin aşkı kendisininki kadardır herhalde çünkü bir kişi dışında bir eşyaya, bir ideolojiye, bir hayvana, bir renge aşk duyulamaz mı? Fakat Schopenhauer bu bir kişiye ulaşılmazlığın, aşkın üzerindeki etkisi için şöyle söylüyor: ‘’Şairlerin bütün çağlar boyunca sayısız ifadelerle ve deyişlerle dile getirmeye uğraştıkları ve konu olarak bir türlü tüketemedikleri, evet, hakkını bir türlü veremedikleri aşk özlemi, belli bir kadına sahip olma durumuna sonsuz bir bahtiyarlık tasarımı ve elde edilemez olduğu düşüncesine de ifade edilmesi imkansız bir acı ve ıstırap ilintileyen bu özlem ve bu aşk acısı… ruhun iniltileridir. Sadece tür, sınırsız hayata sahiptir; bu bakımdan da onun sınırsız istekler duyma, sınırsız tatminler yaşama ve sınırsız acılar çekme yeteneği vardır.’’

Yinede bu aşk konusun üzerinde haklıdır haksızdır tartışmasından kaçınmak istiyorum. Öhöm, aramızda aşka inanmayanlar ama yinede partnersiz olmak istemeyenler muhakkak ki vardır. Zaten Juliet, Romeo’dan önce de birine aşıktı ve onu unuttu, aşk odak değiştirebilir, gelip geçebilir, öyle avalak gibi kalabilir yada avalak gibi bırakabilrsiniz aşkınızın odağını. Aşk odağımızda kendimizden bir şeyler buldukça kalırız sanırım, işte ulaşamadıklarımızı cok sevmemiz, platonik acılar çekmemiz de bu yüzdendir. Karşımızdakini sadece kendimiz istediğimiz kadar tanıyoruz, ondan uzak kaldıkça ona dair her özelliği kendimize göre anlamlandırmaya çalışıyoruz ve aklımızdaki ideallerle onu yüceleştirmiş oluyoruz ama aslında o kişi, o kişi değil belki de. ‘’Ne kadınlar sevdim zaten yoktular’’ demiyor mu Atilla İlhan? ‘’Yokluğunda buldum seni’’ demiyor mu Necip Fazıl? Sevdikleri yoktu, onlar kendi kafalarında var etti o karakterleri. Bence bunun üzerine biraz düşünmek lazım.

Yeniden ve son defa Schopenhauer’a dönersek ona göre aşk bir yaşama iradesidir. Eğer partnerler arasında kültürel ve sosyal bir uyum varsa fakat cinsel çekimlerinde uyumsuzluk söz konusu ise bu beraberlik mutsuz bir birlikteliğe dönecektir. Kişiler kendi zevklerine uygun eşler seçtiklerini zannederken aslında doğanın isteklerine göre hareket etmektedirler. Erkek ‘’güzel’’ bir eş ararken kendi hayallerinin peşinde olduğunu sanarken aslında bu doğanın yeni bir can istemesinden başka bir şey değildir. Cinsel tatminlerin her biri türün yararınadır sadece. Mesela Schopenhauer’ın dediğine göre kadınların erkeklere oranla daha sadık olmalarının sebepleri 1 yıl içerisinde sınırlı sayıda doğurganlık gösterebilecek olmaları fakat erkeğin her an üretkenliğe devam edebilecek olmaları ve kadınların o doğurganlığı sağlayabilmek için onlara muhtaç olmalarından ve böylece erkeklerini kaybetme korkusundan gelmektedir. Bunun sebebi doğanın türü korumayı hedeflemesidir. Bu yüzden kadınlar, hiç kızmayın etmeyin siz ne kadar sevişirseniz sevişin bir çocuk doğurabilirsiniz ama erkek adamdır gider her gün sevişir her gün birini hamile bırakır ve türe hizmet eder(!) sakın üzerinize alınıp ne bileyim yanlış anlayıp falan üzülmeyin canlarım(!)

Schopenhauer neden bunları söyledi? 19.yy’da yazılmış bir kitap olduğuna yeniden dikkat çekmek isterim. Bunun dışında bu nefret söylemleri ve aşkı metalaştıran fikirlerinin annesiyle olan ilişkisinden, gay olduğu söylentilerinden ve yaşadığı aşk deneyimlerinden kaynaklandığını söyleyenler var. Dinlediğim bir söyleşide sonraları bu yazdıklarında çok agresif davrandığını söylemiş Goethe’ye Schopenhauer. Üzerine düşünülecek ve söylenecek çok söz ve ayrıntı vardır ama benden bu kadar. Yanlış söylediğim, yorumladığım yerler varsa kusuruma bakmayınız. Sizin de ekleyecekleriniz varsa yorumlarda görmek isterim. O zaman görüşmek üzere.