Asla doğum gününüzde parka gitmemelisiniz.


Tabii baştan başlamam gerekirse, ben en son altı yaşındaydım. Evet. En son gıcığın teki bir çocuk bana bisikletiyle çarpmıştı ve ben kaldırımın kenarına çöküp gün bitene kadar intikamımı alabilmek için onun gelmesini beklemiştim. Hoş o günden sonra çocuğu bir daha görmemiştim ama bu çok ayrı bir olay. En son baktığımda saksıdaki fesleğenim hâlâ canlı ve yemyeşildi ve benim yaşamaya hevesim vardı. Kimler çekip aldı bu hevesi pek bilmiyorum da, hayatımın o kısımlarını biraz kaçırmışım. Ama hayatımın o kısımlarında hâlâ kuşların fotoğraflarını çekiyordum, kendimce bir amacım vardı. Ben daha pasifiği aşacaktım. Boynumun beceriksizce taşıdığı şu kafadaki binbir filme yönetmen olacaktım. Büyüdüğümde dağ başında bir ev satın alacaktım, etrafı ağaçlarla dolu olmak zorundaydı çünkü şehir hayatı küçüklüğümün yakasını bırakmamıştı. Çocukken eğer şanslı günümdeysem en iyi ihtimalle kaldırımın ortasına diktikleri ya da kesmeye erindikleri bir ağaca rastlayabilirdim. Ama sorun şuydu ki benim pek şanslı günüm ve iyi ihtimalim yoktu.


Aslında ben en son yirmi üç yaşındaydım. Bu da birkaç dakika öncesine tekabül ediyordu. Evet, bugün benim doğum günüm ve hem sarhoşum hem yastayım cümleleri beynimde yankılanıyor. Daha bir bisiklet satın almam, ondan sonra da bana çarpan çocuğu bulmam gerekiyordu ama benim yirmi dört yaşım başıma vurmuştu. Amma da sağlam vurmuştu, öyle böyle değildi. Ben de zaten öyle de olmuyor böyle de olmuyor diyerek kendimi dışarı atmıştım. Saat gece yarısını geçerken kaybedecek neyim kaldı ki dedim, kimse sarhoş hâlimi ve tuttuğum yası kutlamamışken en azından kendimi özgür hissetmek istedim. Ağrıyan başımın üstüne parçalı bulutlu bir gece göğü hediye ettim.


Biraz yürüdükten sonra bir parka geçip oturdum. Bakın benden size tavsiye, asla doğum gününüzde rahat evinizden çıkıp da tek tahtası eksik bir banka oturmayın. Ha ama ille de hediye istiyorsanız kendinize adamakıllı bir şeyler satın alın, gecenin bir yarısında dışarı fırlamayın. Çünkü siz o parka gidip de oturursanız öyle beklediğiniz gibi yanınızdaki dut ağacının altında minik bir kirpi göremiyorsunuz. Kuyruğunun altına kafasını sokuşturmuş uyuyan köpekler de göremiyorsunuz. Onun yerine kirpiye benzeyen ve kuyruğunu kıstırmış kılıksızın teki bir oğlan görüyorsunuz. O oğlan yanınıza oturuyor ve siz hayattaki seçimlerinizi sorguluyorsunuz.


Durduk yere böyle atraksiyonlara ne gerek var. Yok efendim neymiş bugün benim doğum günümmüş, neymiş efendim kendime göğü hediye ediyormuşum falan. Bunlar hep boş şeyler. Cidden. Eğer ki kıçınız televizyonun karşısındaki koltukta rahatsa, oradan kalkıp da kıçı kırık biriyle karşılaşmanızın pek de gereği yok.


Ama ben bir kere başımı koymuşum bu yola, artık nereye gidersem. Her neyse, dediğimi yapın yaptığımı yapmayın. Çünkü hadi ama, saat gece yarısı ve deli mi divane mi olduğunu bilmediğim birinin dertlerini dinliyorum. Bana ne ki onun üç tane kedisinden ya da ikisinin onu sevmiyor gibi davranmasından? Tamam, yanıma oturduğu anda pekâlâ kalkıp gidebilirdim ama gitmedim. Nedenim yok, oğlan zararsız gözüküyordu sadece. Ve üzgün. Alnında da bugün benim doğum günüm yazıyor gibi geldi biraz. Hani öyle bir buhran vardı üzerinde ve kedilerinden daha büyük dertleri olduğundan eminim. Yine de kedilerinden yakınıyordu çünkü ben de çok iyi biliyordum ki bir kedinin verdiği acı bir insanın verdiği acıdan daha tatlıdır. İnsan kayıtsızca kırar döker, geriye dönüp de gönlünü almaz. Ama kedi öyle mi, sabah elini tırmalasa da akşam gelir kucağına kıvrılır.


"...yani diyorum ki, acaba bu noktada mı yanlış yaptım?" diyordu yanımdaki oğlan. Gerçi çok fazla şey diyordu ama sadece birkaç cümlesini dinliyordum. "...birine diğerlerinden daha fazla mama verdiğim için mi? Ama ne yapayım onun daha fazla besine ihtiyacı var, cağızcık bir deri bir kemik kalmış buna göz mü yumayım? - Hey, sen beni dinliyor musun?"


Yüzümü ona döndüm. Kendisini gerçekten de pür dikkat dinlememi bekliyordu. "Hayır." dedim. "Neden dinleyeyim?"


Bir süre öylece baktı, sonraysa kafasını sağa sola salladı. "İnsanlık ölmüş."


Gözlerini benden çektiğinde ben de yine önüme döndüm ve kollarımı göğsümde birleştirdim. Hava oldukça soğumuştu ama yanımdaki kirpi kılıklı ince bir gömlekle oturuyordu.


"Doğrudur. Biraz ölmüşüm."


Acaba şöyle güzel kırmızı bir bisiklet ne kadara patlar? Ne de olsa artık dağın başında bir ev satın almama gerek kalmamıştı çünkü tam olarak şehrin dışında olmasa bile şu an yaşadığım yerde ağaçlar vardı. Görünüşe göre pasifiği de aşamayacaktım, filmlerime yönetmen olamayacaktım, fesleğenim yeşermeyecekti ve kimse hevesimi bana geri vermeyecekti. O yüzden yapabileceğim en iyi şey bisiklet satın almaktı. Tamam, belki bana çarpan çocuğu da bulamayabilirim ama hiç olmazsa yanımdaki oğlana çarparım. Yirmi dört yaşımla birlikte başıma vurduğu için, bugün doğum günüm olduğunu bilmediği ve yasımı kutlamadığı için. Evet, yanımdaki oğlana sağlam çarpabilirim. Çünkü ben bilmiyordum aynı anda hem böylesine kulaklarımı tıkamak isteyebileceğimi hem de sabaha kadar konuşsa sabaha kadar dinlerim diye düşünebileceğimi. Tamam daha birçok şey bilmiyordum ama bu da şimdi biraz tuhaftı, gerçeği söylemek gerekirse. Ne o, çok mu tutarsızım? Evet, evet öyleyim ama oğlanın sesi güzeldi bir kere, onca şikâyetime bakmayın, ben bir saniyede yirmi üç yaşımı bile satabilirdim. Ama neden sabaha kadar kirpi ciklemesi dinlemek isteyeyim ki?


Ya da, aslında, neden istemeyeyim?


Eğer bu kirpi tanımadığı birinin yanına gelip oturuyor ve onunla konuşuyorsa, ben de tanımadığım birinin bana kedilerinden yakınmasını garipsemiyorsam ikimizin hiçbir farkı yok demektir.


"Adın ne?" dedim sanki ona değil de önümdeki çalıya soruyormuşum gibi. Bir süre cevap gelmedi, galiba üstüne alınamamıştı. "***," dedi sonra. Durakladım. Ama bu pek uzun sürmedi ve istemsizce dönüp yüzüne kahkahayı patlattım. Bana ters bir tepki vermemekle birlikte o da benimle gülmüştü. Hani çok da parlak gülmüştü, altmış dört dişinin hepsini ve küçük dilini görmüştüm.


"Özür dilerim," dedim yaptığım şeyin farkına varınca, boğazımı temizleyip duruşumu düzelterek, "kendimi tutamadım."


"Kim tutar seni!" dedi dostane bir sesle. Sadece birkaç dakika öncesinde gözlerinde böyle coşku parıltıları ve şafakta yola çıkmaya hazırmış gibi bir hırs yoktu.


İşte ben yanımdaki bu yabancıya olan bütün samimiyetimi tam da bu anda kazanıyorum, üç kelimeyle ve savaşa gitsem kim olduğumu bilmemesine rağmen yine de benimle gelecekmiş gibi hissettiren sesiyle.


Gözlerinde bahsettiğim o parıltılarla bana baktı, çok içtendi, güven vericiydi ve gecenin bir yarısında ak paktı. Bir an için savaşa gitmeye hazırdım.


"Senin adın ne peki?" diye sordu.


"***," dedim. Sesim beklediğimden de kısık çıkmıştı ama vicdanımın sen onun ismine güldün, utanmalısın deyişiyle bu kısıklığa hak verdim.


"Ah, senin isminin gülünecek bir tarafı yokmuş. Ne acı!"


"Evet, acı. İnsanları en azından ismimle güldürebilseydim falan, değil mi?"


"Vay be, beni anlıyorsun!" Şaşırmıştı, ama niye şaşırmıştı ki sanki? Bir şey söylemeden yüzüne bön bön baktım, karşımdakiyse yüzünde hâlâ bir gülümsemeyle duruyordu.


"Yani, demek istediğim şu ki," kıçıyla bankı silerek bana daha yakın oturdu, bir şeyleri anlatma ateşiyle yanıp tutuşuyor gibiydi, "sonunda beni anlayan biri!"


"Ah, tabii," Anlayışla kafamı salladım. Konuşmaya devam etti.


"Aslında ben astronot olmak istiyorum." Dirseğini omzumun yanında bir yere yaslayıp çenesini de avcuna yerleştirdi. Kafamı yine salladım. "Biliyor musun, ben bu dünyayı hiç sevmiyorum." Buruşturduğu yüzüne vay be, ne tesadüf! diye haykırıp ona kayıp kardeşimmiş gibi sarılabilirdim, ama lafını kesmek istemedim. "Ben daha çok yer çekimsiz ortamın ya da kara deliklerin insanıyım. Bu gezegenle büyük bir sorunum var, hem de çok büyük. Ama öyle böceğiyle kuşuyla falan değil ha, insanlarıyla anlaşamıyorum. Birine el salladığımda beni görmezden geliyor veya gülümsediğimde yüzünü başka yöne dönüyor. Bak en basitinden, yani bu beni en çok inciteni oluyor, şarkı söylediğimde bana çok kötü bir şey yapıyormuşum gibi bakıyorlar. Ortalık yerde yedi ölümcül günahın yedisini de aynı anda işliyormuşum gibi bakıyorlar. Gerçi o yedi günahın yedisini de gözlerine soka soka işlesem kimsenin gıkı çıkmaz, onun da farkındayım. Ama ben yaptıklarımın kötü olmadığını biliyorum, çirkin şeyler de değiller oysaki, bana nasıl yüzlerini buruşturup tiksintiyle bakabiliyorlar aklım almıyor. Galiba insanlar güzel olanı sevmiyor. Bu durumda ben de insan olmaktan çıkıyorum: Belki bir uğur böceğiyim, belki de bir ağaçkakan. Ama asla insan değilim. Hadi ama, güzele düşman olmak, bunu senin aklın alıyor mu!" Bakışları beklentiyle değişince kafamı üçüncü defa salladım, ama bu sefer olumsuz anlamda. "Hayır, hayır almıyor." dedim. Dudakları yorgun bir gülümsemeyle kıvrıldı. Ve ben o uslu yorgunlukla bugünün doğum günüm olduğunu unuttum. Aklımda dönüp duran birkaç hüzünlü cümle bir anda silindi. Nerede olduğum, kim olduğum silindi. Ben en son yaprakları yeşil yeşil ve yaşamın kızgın hevesiyle parlayan fesleğenimi mi suluyordum? Pek hatırlamıyorum. Aslında ben en son annemin rahmindeydim, buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum.


"Ben bu dünyanın insanı değilim." dedi. Dudaklarındaki yorgunluk şimdi sesindeydi.


Evet, anlıyorum. Anlıyordum. Ben de bu bedenin ruhu değildim. Biliyordum.


"Yaşıyorum ama başka seçeneğim olmadığı için yaşıyorum. Belki bir gün astronot olurum diye. Ah, düşünsene, bir de bu haysiyetsizin teki bir gün astronot oluyormuş! Nasıl da gülerim ben buna!" O günün gelmesine gerek kalmadan yüzüme kahkahayı patlattı, küçük dilini ikinci defa gördüm. Karşımdaki oğlan o kadar şen gülüyordu ki acılar içinde olduğuna inanmak istemedim. "Hadi ama," dedi ve niçin olduğunu bilmediğim bir teşvikle omzuma vurdu, "yüzünden düşen bin parça?" O aramıza birkaç tane soru işareti bırakırken ben onun kedilerini düşünüyordum. Acaba neden iki tanesi onu sevmiyordu? "Yastayım." dedim soru işaretlerini itip yüzünü görmeye çalışarak. Gülümsemesi biraz silinse de neşesi olduğu yerde kaldı. "Kim öldü?" dedi, ses tonuna bakılırsa ona göre bu çok sıradan bir şeydi. Bir süre sadece gözlerine baktım, neşesi gözlerinden asla silinmiyordu. "Ben," dedim sonra, diyebildim sonunda, neşesi boğazıma bir düğüm atmıştı, yutkunamıyordum. O haklıydı, bu çok sıradandı.


"Ben seni gecenin bir yarısında nereden buldum böyle..." dedi. Gözleri hafifçe kısılmıştı, sanki beni tanıdığına eminmiş de kim olduğumu çıkarmaya çalışıyordu.


"İnan ki bunu ben de düşündüm." Gözleri daha da kısıldı. Ve bunun bir sonraki aşaması, uyuyakalmasıydı.


Kısık gözleri iki harap tekneydi. Ama ben dümen tutmayı bilmiyordum. Pasifiği aşmak istememe de bakmayın, ben daha doğru düzgün bisiklet bile süremiyordum.


"AMA ÖYLE ÖLMEK OLMAZ ŞİMDİ!" diye bağırdı birden, yeniden canlanmış ve coşkusu yeniden hayat bulmuştu. Şimdi gözleri pörtlek pörtlekti. Elini banka vurarak ayağa kalktı ve önüme durdu. "Öleceksen afili öleceksin. Hatırlasın orospu çocukları."


Kendimi tutamadım ve sahte kabadayılığına bir sağlam güldüm, zaten kendimi tutmamı istemediğine emindim, çok da içten güldüm.


"Ha işte şöyle!" Kollarını iki yana açtı ve o da güldü, yine, yine ve yine güldü. Yarın kedilerinin öleceğini bilseydi yine gülecekmiş gibiydi.


"Beni hatırlayabilecek biri yok."


Sesim neşeliydi, sesim şendi. Sesimde kızılca bir şafak güneşi vardı. Dağların zirvelerini boyuyordum, ölmüş köpeğimi diriltiyordum. O an sesim baharı getirirdi benim, bunu o an bilmiyordum.


"Seni hatırlayabilecek biri yok."


Sesi hürdü, sesi zincirlerini kırmıştı. Ağzından çıkan kelimeleri kınalayıp kurtuluşa gönderiyordu. Sırtındaki dikenleri sivrilmişti ve saldırmaya hazırdı.


Karşımdaki bu oğlan kirpiye benziyordu ama kirpi gibi değildi işte. İncindiğinde kapanmıyordu, tam aksine, bütün kapı ve pencerelerini sonuna kadar açıyordu.


Aslında bilmiyordum. İncinip incinmediğini yani. Ya da acılar içinde mi yoksa değil mi, bilmiyordum, zaten bilemezdim. Anlayamazdım da. Bu ismi komik cismi kemik oğlanı tanımıyordum ki ben. Sadece görüyordum, iki harap teknesi sokak lambasının ışığını yansıtıyordu. Haraptı ki ne harap! Doğum günüme hediyeydi bu harabeler; yirmi üç yaşıma bir elveda ve elime tutturulacak bastona en ön sıradan iki biletti.


"Ben ölsem," diye başladı sözüne, sonra kararsızlıkla durakladı. Kendini yeniden yanıma bırakırken bank sarsıldı ve bir an ensemin üstüne çakılacağımı sandım; yani beni böyle öldürmek de olmazdı şimdi. "Ben ölsem herhalde kazara olurdu." diye devam etti. "Ama sıradan bir kaza olmamalı bu! Ben... baldıranla zehirlenerek ölürüm. Uzay gemisinden çıktığımda kaskım çatlar ve oksijensiz kalıp ölürüm. Özgürlük heykelinin tacından düşüp denizde boğularak ölürüm. Ya da Mike Tyson çeneme sağlam bir yumruk indirir, Poseidon beni çatalına spagetti gibi dolar falan. Ama hep kazara olur bunlar, yoksa başka türlü nasıl olsun."


"Ben ölsem," dedim, gerçi ben ölür müydüm? Bilemedim. "Bu kendi elimden olurdu."


Aslında ben en son annem bana masal okurken sıcacık yatağımda yatıyordum. Yaşım altıydı, insanları bilmiyordum. Doğduğumuzu ve öldüğümüzü bilmiyordum. İkisinin arasındaki o kısa ve ucuz yaşamımızın böylesine zor olduğunu bilmiyordum. Hiçbir şey bilmiyordum, sadece en sevdiğim sesten masallar dinlerken uyuyakalıyordum. Şimdi de aynı şeyi yaşıyorum. Ben karşımdaki oğlanı bilmiyorum, o yanıma oturup bana masallar okuyor. Sesi anneminkine dönüşüyor, ben onu severek uyuyakalıyorum.


Asla doğum gününüzde parka gitmemelisiniz. En iyisi evinizde oturun, o zaman kimse pencerenizden içeri sarkıp sizi sesine hayran bırakmaz. Mesela kimse sizi sadece ismini söyleyerek güldürmez ve siz o ismi düşünüp durmazsınız. Birdenbire içinizde dümen tutmayı öğrenmeye dair bir istek uyanmaz; dalgası durgun bir denizde her an boğulabilecekmişsiniz gibi hissetmezsiniz. Sizin, gecenin bir yarısında küçük bir gülümsemeyle göğsünüzü tam ortadan ikiye yarabilecek birine ihtiyacınız yok. Ama benim var. Varmış, yani, şimdi fark ettim.


"Bazen beni eve çağırdıklarını duyuyorum." Benim ölüm teorimi duymazdan gelmişti, kafasını arkaya atıp gözlerini göğe dikti.


"Evin nerede?" diye sordum. Kolunu kaldırıp gözlerini diktiği yeri eliyle gösterdi, "Orada." dedi. Ben de onu taklit edip yüzümü göğe çevirdim. "O zaman evine gitmelisin."


"Gideceğim." İç çekti. "Ama tek başıma gitmek istemiyorum." Omzuyla beni ittirdi, "Gelsene ya sen benimle!" diye ciklerken çok istekli duruyordu. Eğer tamam dersem hemen şimdi topuklarını yere vurup havalanacakmış gibiydi. "Gelirim," dedim, yükseleceğimiz yıldızlar gözlerinde parladı.


Aslına bakarsanız, ben en son yerdeydim. Düşmüştüm yani. Sonraysa bir çocuk yanıma yaklaşıp beni yerden kaldırmıştı. Dirseklerim yaralanmıştı falan, mutsuzdum, o gün doğum günümdü benim ve bunu annem bilmiyordu. Bir çocuk beni düştüğüm yerden kaldırmıştı işte, dirseklerime yara bantları yapıştırmıştı. Sonraysa gitmişti.


Yalnız ismi çok komikti, aklımdan çıkaramıyorum.