Çakıl taşlarıyla örülmüş dört yolu birbirine bağlayan meydanda işleri kesat gittiği sefaletinden anlaşılan birkaç dükkan, zor zamanlar geçirdiği belli olan karakol ve kulak tırmalayan gürültüler saçan bir meyhane vardı. Bir köşede boynu bükük duran, tahtakurularına yem olmuş ahşap mabetten dolu gözlerle çıkan insanların yerini devayı tanrıya yakarmakta bulan başkaları alıyordu. Mırıltı halinde duyulan duaların arasına inlemeler ve hıçkırıklar karışıyordu. Yondaru'nun nasıl bir cevap lütfedeceği henüz bilinmese de yabancıların yanıtı acımadan ibaretti. Meydandaki bazı kasabalılar bunun karşılığında ücret alıyormuş gibi uzun voltalar atıyordu. Zihindeki yükler ağır geldiği zaman yapılan hedefsiz yürüyüşlerdi bunlar. Zaman eritmekten başka amaçları yoktu. Gevşetilmiş kemerleri, kova gibi salladığı kılıçları, yemek ve şarap lekesine bulanmış kıyafetleri ile ciddiyetten uzak olduğunu göstermekten çekinmeyen birkaç asker de onlara eşlik ediyordu. Sonuçta yapılacak bir görev yoktu ortada. Yeteneği ile ün salmış şifacılar bile yetersiz kalmışken kimsenin onlardan bir beklentisi olamazdı. Çevredeki evlerden bazen acıyla dolup taşan bir çığlık hemen ardından sokağa atılan kap kacakların şıngırtısı duyuluyordu. Bu ruhsal buhranlar artık alışılmış kabul edildiğinden kimse herhangi bir tepki vermiyordu. Fakat meydanın tam ortasında duran iki yeni sima olanları hayretle takip ediyor, diğer yandan kendilerine eşlik eden genç kızın dediklerine kulak veriyordu.


"Etrafı yoğun bir sis örtüsü gibi saran korku ve endişeyi hissediyorsunuz değil mi? Yakamıza yapışan lanet uykumuzu bölen karabasanlardan daha gaddar. Kurbanını yavaş yavaş çürütürken çaresizlik içinde bıraktığı ailesinin ruhunu kemiriyor. Gözünün önünde canından bir parça olan evladını kaybederken öylece durup seyretmek kolay değil. İnsanların size nefret dolu gözlerle bakmasını yadırgamayın. İki aydır burada semiren yetkililer hiçbir halta yaramadığından halka gına getirdiler," dedi Livien. Elinde tuttuğu ihtiyaç listesini yelpaze gibi kullanarak soğuk terlerini def etmeye çalışıyordu. Kendisi alışveriş yaparken kraliyetin kaşifi kılığındaki keşiş ile büyücünün esnaftan rahatça bilgi almasını sağlayacak, bu sayede herhangi bir tepkinin oluşmasını önleyecekti. Şatonun kalın duvarlarının ardındayken halk arasında cereyan eden olaylardan yeterince haberdar olmaları güçtü. Bu yüzden birinci ağızdan durumu öğrenmeliydiler. Beklenmedik bir engelle karşılaşmazsa akşam saatlerinde plan yapabilecekleri kadar bilgiyle şatoya geri dönebileceklerini düşünüyordu. Sato kendi araştırma metodunu uygulamaktan başka bir yol düşünmediğinden Livien için beklenmedik engel hemen yanı başındaydı. "Hastalıktan etkilenen çocukları görmem gerekiyor. Buna izin verecekleri meçhul fakat belirgin bir fikir edinmem için bu gerekli. Ne dersin Livien, bize yardım etmeleri için onları ikna edebilir misin?" diye sordu Sato. Gecenin büyük kısmını sohbet ederek geçirmiş, odasına yerleştikten sonrayı ise laneti nasıl ortadan kaldıracağını düşünmeye ayırmıştı. Uykusuz ve gergindi.


"Halk, hasta çocuklarını göstermelik bir vazo gibi şifacılara sunmaktan usandı. Hepsi birkaç faydasız büyülü söz söylüyor, işe yaramadığını görünce tek kelime etmeden çekip gidiyorlar. Söz veremem ama deneyeceğime emin olabilirsiniz efendim," dedi Livien. Genç keşişin kişiliği ve hak ettiği saygı önceki gece hikayeler ve methiyeler yoluyla pekiştirilmişti. Bu durum etkisini hemen göstermeye başlamıştı.


"Aynı patron için çalışan iki kişi arasında efendilik gibi sıfat anılmamalı, Livien. Benimle iyi anlaşmak ve uyumlu çalışmak istiyorsan beni arkadaşın olarak görmelisin," dedi Sato. Bu sözleri söylemekteki amacı onun iyi hissetmesini sağlamaktan ibaret değildi. İlk karşılaştıkları sırada onun rütbe ve mevki gözetmeden sergilediği tavrı kıymetli bulmuştu. Büyük şehirlerde işler farklı yürüse de taşradaki kadınların hor ve aciz görülmesine sık sık tanık olmuştu. Uysallık, onu layık olduğu yerden alaşağı etmeye çalışanlar için sırta dayanmış bir hançerden daha kullanışlı bir silah olabilirdi. Bu yüzden onun otoriter tavrının yok olup gitmesini istememişti. Livien ise onu küçük bir baş hareketi ile onaylamakla yetindi.


Livien'in tasarladığı planı vakit kaybetmeden uygulamaya başladılar. Uğradıkları ilk dükkanda faydasız bir uğraşta oldukları anlaşılmıştı. Buz gibi bir suratla karşılanmış, suya sabuna dokunmayan birkaç cümleyle def edilmişlerdi. Ancak hemen yılmayıp sırasıyla diğer dükkanlara da girdiler. İnsanlar yasaklanmış bir sır, utanılacak bir anı gibi hastalıktan bahsetmekten kaçınıyordu. Esnaf, Livien'e saygıyla hürmet etse de hastalık sözcüğü sarf edildiği zaman öfkeden köpürüyorlardı. Halihazırda herkesçe bilinen söylentileri küfür ve hakaretle sıvayıp savurmaktan başka bir işe yaramadılar. Çocukların ziyaret edilmesi gerektiğini duyanlar kayışı koparıp onları hışımla kovdu. Sato keşiş cübbesine bürünüp şansını tekrar denemek istedi. Fakat sorunun kıyafette olmadığını anlaması uzun sürmedi. Livien'in bahsettiği usanmışlık hali kolayca çözülebilecek gibi değildi. Zayıf bir umutla "Nefreti sağduyusunu köreltmemiş kimse yok mu bu kasabada?" diye sordu.


"Ben, Efendi Misaki ve şu köşede balık kılçığı kemiren tekir hariç kimse yok. Belki de şansımızı kasap ile denemeliyiz. Koyun budu doğrarken öfkesinden arınıyor olmalı," dedi Livien. Art arda uğradığı hezimetler moralini kayda değer ölçüde bozmuştu. Güneş battığında şatoya kucak dolusu hayal kırıklığıyla dönmekten korkuyordu.


"Sakinliğe kavuşmak için berbat bir yöntem. Umarım alışkanlık haline getirmemiştir. Aksi takdirde sağlığımız için endişelenmeliyiz," diye söylendi Sato. Şaka yapmak gibi bir amacı olmasa da Livien'in kıkırdaması onu gülümsetmişti. Elinde kalan son paketten hayalini kurduğu oyuncağın çıkmasını isteyen bir çocuk gibi kasap dükkanına doğru ilerlediler. Kesif kan kokusu yüzlerine inen hafif bir tokat, kıkırdak ve kemiklerin satır ile buluştuğunda çıkardığı çatırtılar akordu bozulmuş bir enstrüman gibiydi. Tavandan sarkıtılmış çengellerdeki etlere saldıran sineklerin vızıltısı burasının bir çeşit "hoş geldin" mesajıydı. Tezgahta domuz kaburgası parçalayan yaşlı bir adam göz ucuyla onları süzüp işine geri döndü. Livien burnunu parmakları arasına kıstırıp ona seslendi: "Burası hatırladığım kadar mide bulandırıcı."


"Ve siz mide bulandırıcı diye adlandırdığınız bir dükkandan alışveriş yapmayı sürdürmek konusunda ısrarcısınız hanımefendi," diye seslendi yaşlı adam. Kestane yağı sürdükten sonra arkaya doğru taradığı kır saçlarını kuyruk yağıyla kirlenmiş eliyle düzeltti. "Bunda diğer kasabalardaki kasap dükkanlarının daha iyi bir hal arz etmemesi de etkili olabilir. Hoş geldiniz efendim. Nasıl yardımcı olabilirim?" diyerek tezgahın arkasından çıktı. Sato uzun süren kandırma çabalarından sıkıldığı için lafı dolandırmadan niyetini açıkladı. "Hastalık konusunda bilgi almak istiyorum. Birkaç gümüş külçe karşılığında anlaşabiliriz diye düşünüyorum," dedi Sato.


"Gümüş külçe demek. Ne için? Mezar taşı olarak kullanamam sanırım. Beyefendi teklifinde merhametine yer verirse anlaşabiliriz," dedikten sonra önlüğünün cebinden bir pipo çıkardı. Çakmak taşlarını rahatça fark edilebilecek bir öfkeyle birbirine sürterek tütünü yaktı.


"Merhametten yoksun olsaydım bu lağım çukuruna hiçbir zaman gelmez, bir tavernada günümü gün ederdim," dedi Sato. Ardından ceketini sıyırarak sırtına kazınmış Kutsal Ağaç Manastırı'nın simgesini gösterdi. "Bu zamana kadar bir keşişin sorumluluğunda olan hiçbir dava yüzüstü bırakılmadı. Kafası kesilmiş horoz gibi nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmediğim bir halde değilsem bu durumu bozmayacağıma eminim," diyerek işe yaramaz zannedip göz ardı ettiği kartı masaya vurdu. Yaşlı adam bu hamle üzerine istenilen kıvama gelmiş gibiydi. Piposundan derin bir nefes çektikten sonra tütünü yere döktü. Boğazını temizleyerek konuşmaya başladı:


"İstediğin gibi olsun keşiş. Tüm bu eziyet, şiddetli bir sağanağın aniden bastırması gibi başladı. İki ay önceydi. Güneş gökyüzünün tam ortasına ulaştığı zaman bütün çocuklar bilincini kaybetti. Tarlada toprak çapalarken, meydanda arkadaşlarıyla oynarken, annesinin kucağındayken... Fırtınanın ekinleri harap etmesi gibiydi. Hastalık sınır tanımıyordu. Kendinden geçen çocukların ateşler içinde yandığını gören aileler hekime koştu. Çocukların cömertliğini herkes bilir. Aralarında paylaştıkları bir yiyecek yüzünden zehirlendiklerini düşündük. Durum bu kadar basit değildi maalesef. Çok geçmeden çiçek hastalığının belirtileri ortaya çıktı. Bizzat başkentteki hekimler tarafından yollanan ilaçlar, kocakarı iksirleri, şifalı otlardan yapılmış şerbetler içirildi çocuklara. Başvurduğumuz her yöntem durumu daha beter hale getiriyordu. Büyü gücünden mahrum olan hekim ilaçların işe yaramadığını, Yondaru'ya dua etmekten başka elimizden bir şeyin gelmeyeceğini söyledi. On üç gün sonra kasabayı ablukaya alan askerler de içi boş teneke gibi gürültü çıkarmaktan başka meziyeti olmayan büyücüler de aynı şeyi söyledi: Yondaru'ya sığının! Aldığımız nefesten daha fazla dua etmiyormuşuz gibi bunu telkin edip duruyorlar."


"Tanrıya sığınmanın ne anlama geldiğini unutmuş olmalılar. Her imkanı kullanan, tüm gücünü harcayan kullar için Yondaru sığınılacak bir liman olur. Benden bunun aksini beklememeni isterim. Elimden gelenin fazlasını yapacağıma emin olabilirsin. Peki, dikkatini çeken tuhaf bir olaya şahit oldun mu bu zaman zarfında?" diye sordu. Yaşlı adamın umutsuzluğu yüzüne ve konuşmasına yansımıştı. Sato bir umut ateşi yakabilirse kasabın sakladığı bütün sırları edinebileceğini düşünüyordu. Yaşlı adam çekingen bir tavırla etrafını süzdü. Olabildiğince kısık sesle söze başladı:


"Anlatacaklarım dehşet verici sıfatını daha çok hak ediyor. Bundan yirmi iki gün önce gecenin bir yarısında çığlıklar eşliğinde uyandık. Hastalığa yakalanan her çocuk aynı sözleri boğazını parçalarcasına haykırıyordu. "Yer altında! Kurtuluş yer altında!" Bazıları yatağından fırlayıp yalın ayak koşmaya başladı. Daha ne olduğunu anlayamadan ortalık bir anda yangın yerine dönmüştü. Bir düzineden fazla asker onları durdurmaya çalışırken öldürüldü. El kadar çocukların bir anda kana susamış kurtlar gibi saldırganlaştığını gördük. Bir askerin boğazına yapışıp soluk borusunu söktüler. Hayal edebiliyor musun bunu? Hepsi bir olup fare istilası gibi önlerine çıkan engel her kim olursa olsun tepeleyip geçiyorlardı. Kasabanın dışına konuşlanmış bir büyücü onları durdurana kadar soluklanmak için bile ara vermediler. Gün doğumu sırasında hepsi birden bayılınca evlerine geri götürüldüler. Bedenimi ele geçiren, adım atmama bile izin vermeyen korkuyu asla unutmayacağım. O gece gördüklerimi idrak edemedim, bir kabus gördüğüme inanmak istedim. Defalarca gözlerimi yumup uyanmak için çabaladım. Sabah olup da kan ve ceset ile dolup taşan sokaklarda yürürken gerçeğin kabustan daha korkutucu olduğunu anladım."


Bu sözlerin üzerine Sato'nun zihnindeki silik resim bazı ayrıntılara kavuşmuştu. Kasabaların lanetlendiği konusunda şüphesi kalmamıştı. Hem beden hem de akıl kontrolünü becerebilen kudretli bir kara büyücü tarafından yapılmış olması gerekirdi. Çocukların gece vakti kışkırtılmasının sebebini henüz bilmiyor olsa da toplu kıyım niyetiyle gerçekleştirildiğini tahmin ediyordu. Cildi insan derisinden, mürekkebi kandan olan geçmişinin defterine yeni kayıplar yazılsın istemiyordu. Öyle ki kimse onunla aynı kaderi paylaşmasın diye hayatını harcamaya her an hazır olan Sato'nun yüreğinde daha fazla pişmanlığa ayıracak yer kalmamıştı. Kasaba teşekkür ettikten sonra oradan ayrıldılar. Yaşlı adam onları uğurlarken kahvehaneye gitmelerini tavsiye etti.


Tabelası çakıldığı yerden düşmek üzere olan kahvehane davetkar durmuyordu. Toprak yere dökülen içkiler yüzünden balçığa dönmüş, üzeri cam kırıklarıyla kaplanmıştı. Bir başka kasabayı araştırmadan önce uğranması gereken son yer burasıydı. Biraz önce dinledikleri hikayenin boşluklarını kapatacak birkaç insan bulmak amacıyla yıkılmaya yüz tutmuş binaya girdiler. İki kanatlı kapıyı açtıkları zaman bütün gözler onlara çevrildi. Bar tarafında oturup akordeon çalan kör bir adam hariç herkes aniden suspus oldu. İstenmeyen misafir oldukları giydikleri turkuaz işlemeli beyaz ceketten belli olan iki adamın yanında şatonun hizmetçilerinden biri bulunuyordu. Bu yüzden kimse onlar meramını anlatmadan önce konuşmayı düşünmüyordu. Sato öne çıkıp "İki aydır muzdarip olduğunuz dertten sizi kurtarmak için buradayım," dedi. Bu cümle kabarıp durmakta olan bir yanardağın infilak etmesine neden oldu. Sessizlik, küfür ve tehdit kusarak ayaklanan sarhoş kalabalık sayesinde bozuldu. Çekip gitmeleri gerektiğini eline geçeni fırlatarak belirten insanlar kolayca yatışacak gibi görünmüyordu. "Bir halta yaradığınız yok. Bari bizi acımızla baş başa bırakın. Öküz gibi semirmekten, bizi sorgulamaktan bıkmadınız mı artık?" Bu cümleler gösterilen tepkinin temiz bir özetiydi. Görünürde curcunanın şiddeti her geçen dakikayla daha da artacaktı. Bir yumruk masaya inince tüm dikkatler oraya yöneldi. Livien'in bu uyarısı taşkınlığın sona ermesini bildirmiş, bunda da başarılı olmuştu. Genç kız itiraz kabul etmeyen bir tavırla Sato'nun söylediklerine kulak vermelerini emretti. Bunun üzerine kahvehane birkaç dakika önceki haline geri dönmüştü.


"Yetkililerin işi savsaklaması kabusunuzu sürekli hale getirmiş olmalı. Çabalamıyorlar değil mi? Bilmenizi isterim ki ben acıyla kıvrananlara kol kanat germek için yetiştirildim. Kötülüğü def etmek değil yok etmek istiyorum. Bu yüzden beni uyuz memurlarla bir tutmayın. Uzun bir girizgaha gerek yok. Hastalık konusunda bildiğiniz her şeyi anlatın. Unutmayın, sakladığınız her sır kaybedilecek bir can anlamına gelebilir. Sohbet faslından sonra hastalığa yakalanmış bir çocuğunuz varsa beni ona götürün. Sadece bilmem yetmez. Görmem de gerekiyor," dedi.


Konuşmayı başlatmanın cesaretine sahip olan kişi öne çıkana kadar gergin bir bekleyiş hakim oldu ortalığa. Bu bir süredir yıkanmadığını, ise bulanmış yüzü ve asıl rengi bilinmeyen kıyafetleriyle gösteren orta yaşlı bir adamdı. Hasır şapkasını elleriyle buruşturup ayağa kalktı. Alkolün etkisiyle yarı peltek konuşarak kasabın anlattıklarını üç aşağı beş yukarı tekrar etti. Meteliksiz ve yalnız olduğundan bahsetmeye başladığı sırada barmen onu azarladı: "Kimse senin dertlerini dinlemek için can atmıyor. O gece çocuklar senin pineklediğin sokaktan geçmişti. Bütün o kargaşanın ortasındaydın. On bakır para karşılığında bana anlattıklarını neden bu beylere söylemiyorsun?" dedi barmen. Sato ceketinin cebinden dört gümüş çıkararak ona uzattı. "Bu yeterli olur sanırım," dedi. Pasaklı adam, Sato'nun avucundaki parayı alarak kaçıp gidecek gibi kaptı. Etrafını çekinir vaziyette süzerek bir süre öylece durdu. Nihayetinde kimsenin onu ayıplayan bakışlar ile azarlayamayacağı bir yere gözünü dikerek konuşmaya başladı.


"Herkes o gece çıldıran çocukların sokaklarda amaçsızca koşuşturduğunu zannediyor. İşin aslı öyle değil. Çakırkeyif bir halde rüzgarın uğultusuna kendimi bırakmış, göğü seyrediyordum. Kasabanın güneydoğusundaki tepenin tam üzerinde mavi renkte cılız bir ışık yanıp sönmeye başladı. Yeterince dikkatli bakılmadığı zaman fark edilmesi mümkün değildi. Ve bir kez onun büyüsüne kapıldığınız zaman başınızı başka bir yöne çeviremezdiniz. Çiçek hastalığının deride irinli kabarcıklar çıkardığını bilirsiniz. Fakat demlendiğim sokaktan geçen çocukların cildi tertemizdi. Atik ve kendinden emin hareket ediyorlardı. Dudaklarından dökülen duayı sanırım benden başka duyan olmadı. "İlahi krallığın yükselişine adadım kendimi. Feda olunmalı yıkılacaksa eğer sapkınların mabedi. Ulu Tanrı'm merhametini sakınma benden. Çoban mahrum etmemeli kendini sürüden. Otur tahtına yeniden, yeniden yay yeryüzüne hükmünü. O gün ölümlüler için kurtuluş günüdür." Hep bir ağızdan söyledikleri bu sözler korkudan titrememe neden oldu. Oradan bakınca ayyaşın biri gibi görünebilirim. Aslında gerçekten de öyleyim ama bu duanın bir çocuğun ağzından çıkmaması gerektiğini bilecek kadar kendimdeyim," dedi. Uzun süredir susuzluk çekiyormuş gibi yakınındaki bir masaya uzanarak başkasına ait bira şişesini alıp kafaya dikti.


Sato sakalsız çenesini avcuna yaslamış, duyduklarını değerlendiriyordu. Bahsedilen mavi ışığın yükseldiği tepeyi bir sonraki hedefi olarak belirlemişti. Hayat ağacının henüz körpe bir yaprağı olan çocuklara "feda olmak" gibi zehirli kelimeler söyleten kara büyücüye verdiği acıdan daha fazlasını yaşatmak için büyük bir istek duyuyordu. Güneş yavaşça kendini ufuk çizgisinin ardına saklamaya başlamışken harcayacak daha fazla zamanının olmadığını düşündü. Bir an önce çocukların hastalığı nasıl geçirdiğini kendi gözleriyle görmeli, Kimeru'nun da yardımıyla lanetin türünü tespit etmeliydi. Bunun için gönüllü olan birkaç kasabalıyı önüne katıp kahvehaneyi terk etti. Ziyaret ettiği ilk evde ablasının ağlamaktan kızarmış gözlerinin önünde, annesinin hıçkırarak ağlayışlarını duyarken sohbet edip yaralarına baktığı çocuk onu kısa sürede sevmişti. Sato acımaktan uzak olan sesi, arkadaş gibi sıcak tavrıyla çocuğun yaşadıklarını öğrenmeye çalışmıştı. Ettikleri muhabbet bir zaman sonra oyunlara, şekerlemelere ve çocukluk aşkına gelmişti. Sato çocuğun kahverengi saçlarını okşarken ona hislerini açıklamaktan korkmaması için tavsiyeler vermişti. "Senin yaşlarındayken köyümdeki bir kızı çok sevmiştim. Bakmaya doyamadığım yeşil gözleri, kadife gibi bir sesi, güneşi andıran sarı saçları vardı. Onunla bir taşın üstüne oturup gün doğumunu seyretmek bile benim için büyük bir nimetti. Gün geldi ve ona olan sevgimi kalbime gömüp hayatıma devam etmem gerekti. Cesaretimi toplayıp onun karşısına çıksam, hislerimi bütün samimiyetimle ona anlatsam şimdi bir pişmanlığım olmazdı diye düşünüyorum. Bir büyüğün olarak sana tavsiyem hiçbir konuda perdenin ardına saklanmamandır. Yaşadığın acıya rağmen gülüşünü yüzünden eksik etmemen senin ne kadar güçlü bir çocuk olduğunu gösteriyor. İstediğin her şeyi başarabilirsin. Yetişkin bir adam olduğun zaman adını sık sık duyacağımıza eminim dostum," dedi Sato.


Sato ziyaret ettiği diğer çocuklarla da uzun uzun sohbet etmiş, ailelerinin yüreğine su serpmeyi ihmal etmemişti. Dükkanlar kepenk indirirken, askerler nöbetini bir başkasına devrederken sokaktaki gaz lambalarını yakan memurlar sona ermekte olan günü aydınlatmaya çalışıyordu. Sato mutfağındaki kirli tencerelerden ağır kokuların yayıldığı, hamam böceklerinin dört bir yanda kol gezdiği, farelerin dadandığı bir evde son incelemesini yapmaya çalışıyordu. Bu evin ahalisi yaşadıkları eziyetin altından kalkmakta güçlük çekiyor olmalıydı. Sato göğsünü hedef alan bıçağı tutan kadını sakinleştirmek için dil döküyordu. Cinnetin eşiğinde olan kadın vaktini ağlayıp sızlanmak yerine bir kraliyet kaşifinin karnını deşerek geçirmeyi düşünüyordu. Sato hızla kenara çekilerek üzerine atılan kadının boşa çıkmasını sağladı. Ardından onu bileğinden yakalayarak bıçağı elinden aldı. "Çektiğin acıyı dindirecekse beni tam burada öldürebilirsin. Böylelikle kurtuluşa dair son fırsatınızı kaybetmiş olursunuz," dedi. Fakat bu dediklerinden ötürü pişman oldu. Tehditle yatıştırmak gibi bir huyu olmamıştı hiçbir zaman. Yaşlı kadını başından tutup göğsüne yasladı. Az da olsa onun acısını hafifletmek, kabarıp taşan duygularını akıtabileceği bir omuz olmak istedi. "Hissettiğin endişeyi, hüznü ve acıyı anlayabiliyorum. Günden güne eriyen, gözünün önünde sararıp solan evladına yardım edememek zor olmalı. Ancak pes etmek için henüz çok erken. Metanetini korumak zorundasın. Sen ne kadar güçlü olursan çocuğun da o kadar güçlü olur. Böylelikle mücadelesinde geri adım atmaz," dedi. Kadını yanaklarından akan gözyaşları ile baş başa bırakmadan önce bir çekmecenin üstünde duran kum saatini çevirdi. "İçini ferah tut. On iki saat içinde tüm bu işkence sona erecek," dedi.


Kasaba sessizliğe gömülüp sokaklar insanlardan arınarak köpek ve kedilere kucak açarken Sato ve Kimeru tepeye doğru ilerliyordu. Aralarında lanet hakkında fikir alışverişi yapıyorlar, görevlerinin gecenin hangi kısmında sona ereceğini tahmin edip iddiaya tutuşuyorlardı. Livien birkaç adım geride, günün büyük kısmında keşişin duruma hakim olma yeteneğine duyduğu hayranlıkla onları takip ediyordu. O sırada Sato arkasına dönüp ona baktı. Genç kızın kediyi andıran ela gözleri Sato ile buluşunca küçük bir kıvılcım gibi titredi. Sato onun omzuna dokunup "Artık şatoya dönebilirsin Livien. Bugün yaptığın her şey için çok teşekkür ederim. Sen olmasaydın daha en başında çuvallamıştık," dedi. Onun gözlerindeki emin olmayan bakışı fark edince "Bu görev sona ermek üzere. Birkaç saat sonra seninle kahvaltı sofrasında buluşacağım," diye ekledi. Livien içinde herhangi bir kuşku olmadan onlara veda etti.


"Sürekli ve etkisini yitirmeyen bir lanet, kurbanından uzak bir konumda yapılamaz. Kara büyücü şu an üzerinde yürüdüğümüz tepenin derinliklerindeki bir yer altı sığınağında saklanıyor olmalı. Çocukların çiçek hastalığı ile öldürülmesi gibi bir durum söz konusu değil. Hastalığın şiddeti hep belli bir düzeyde tutulmuş. Sarhoş adamın anlattıklarını gerçek kabul edersek çocuklar bu tepeye çekilecek, daha sonra esir edilecek olmalıydı. Duanın içeriği onların bir kurban merasimi için yönlendirildiğini gösteriyor. Başlangıcı da sebebi de iğrenç bir olay bu. Etrafta onlarca asker bulunduğundan kara büyücüyle ile yapacağımız pazarlıkta elimiz kuvvetli. Onu laneti kaldırmaya ikna edip Perjev'e geri dönelim. İstersen uygun bir anda ensesine çöküp onu tutuklayabilirsin. Ama unutmamalısın ki kara büyücüyü öldürmeden laneti bozmak istiyorsan onunla anlaşma yoluna gitmelisin," dedi Kimeru. Gün boyunca sesini pek çıkarmamış, gördüklerini analiz etmekle yetinmişti. Şahit olduğu curcuna ne ürkütücü ne de önüne geçilemezdi. Mantıkla yorumlanabilecek hiçbir şey onu korkutamazdı.


Sato tepenin zirvesine ulaşınca hançeriyle çalıları kesmiş, toprağı eşelemiş, kuru dalları bir kenara yığmıştı. Kendinden emin bir şekilde gizli geçit arıyor gibiydi. Kimeru onun amacını anlayamasa da eşlik etmekte bir mahzur görmedi. Kum ve çakıl taşları ayıklanıp kireçtaşından oyulmuş bir geçit kapısı kendini gösterince Kimeru şaşkınlıkla keşişe baktı. Bu geçidin varlığından nasıl haberdar olduğunu sorunca "Tecrübeye dayalı bir tahmindi," cevabını aldı. El birliğiyle kalın ve ağır kireçtaşını yerinden kaldırdılar. Karanlığın kalbine inen, halat ve kütüklerden yapılmış bir asma merdiven ile karşılaştılar. Önce Sato, onu takiben Kimeru merdivenden inmeye başladı. Her bir basamakta dışarıdan gelen sesler azalıyor, nefes alıp verişlerini duyacak hale geliyorlardı. Soğuk ama teni tırmalayıcı bir rüzgar onların sırtını yaladı. Zemine ayak bastıktan sonra Kimeru söylediği basit birkaç kelimeyle kısa süreliğine ışık verecek bir büyü yaptı. Aydınlattığı manzara bir mağaranın çeki düzen verilmek amacıyla daha da harap bir hale getirilmesiydi. Bir tünelin ağzına varana kadar uzun ve dar olan bu mağaradan geçtiler.


Büyünün ömrü sona ermek üzereyken buldukları bir meşaleyi yakarak yola sarı ve güven veren bir ışık ile devam ettiler. Akla türlü fikirler, kara kabusların kalıntıları ve bir sonraki adımı körelten endişeler üşüşmeye başlamışken taze bir havaya ve tavanında ışık hüzmelerinin gezindiği bir alana ulaştılar. Evlerin misafir salonunu anımsatan bu düzgün ve geniş alanda bir süre dinlenmek, duvarlara kazınmış rünleri incelemek istediler. Duvarlardan birinin üzerinde akrep kabartması bütün ayrıntılarıyla betimlenmiş, usta heykeltıraşların imrenerek bakacağı bir gerçekçiliğe kavuşmuştu. Rünlerden çıkardıkları anlam gündelik konuşmaların, birkaç şiir denemesinin ve kimi kastettiği belli olmayan isimlerin bütünüyken bu heykel olduğundan daha ilgi çekici bir hal alıyordu. Etrafa sanki sırf bu amaç için konulmuş gibi duran iri taşların üstüne oturarak hem soluklanmış hem de üç adam boyundaki akrep kabartmasını izlemişlerdi. Fakat baktıkça bir garipliğin varlığını hissetmeye başladılar. Bu bir akrep ile insan anatomisinin iç içe geçmiş haliydi. Belden aşağısı altı tane muazzam büyüklükteki akrep bacağını barındırıyor, belden yukarısı kabuklu ve adaleli bir insan gövdesini anımsatıyor, kollar akrep kuyruğu gibi boğum boğum olup el olması gereken yerde birer iğne bulunuyordu. Kafa kısmında ise sivri hatlara sahip bir insan yüzünün kemiksi çıkıntılar ile kaplı olduğu görülüyordu. Burun tasvir edilirken iki delik oymakla yetinilmiş, yılan gözüne benzer iki yuvarlak çizilmiş, ağız ise iç içe geçen dişler yüzünden görünmez hale getirilmişti.


Kabartmanın asıl hali algılanır olduktan sonra kaynağını henüz anlayamadıkları bir huzursuzluk duymaya başladılar. Artık yola devam etmek gerekiyor diye düşündüler. Tam orayı terk etmek üzereyken birtakım gürültüler çıktı. Sanki yer altı sığınağı yıkılmak üzereydi. Yer sallanıyor, her taraftan toz bulutları yükseliyor, duvarlar kağıt gibi yalpalıyordu. Bu zelzelenin sebebi birkaç saniye sonra Sato ve Kimeru ile yüz yüze geldi. İnsan ile akrebin birleşimi olan yaratık bulunduğu duvardan kurtulmuş, diğer hayatlara kasteden bir vahşilikle hayat bulmuştu. Deniz feneri gibi parlayan gözleriyle, av olarak gördüğü keşiş ile büyücüye bakıyordu.