Genç keşişin ruhu sonbaharın cılız esintilerini hissetmeyen bir nehir kadar durgundu. Varlığını telaştan, korkudan, buhrandan olabildiğince uzağa yerleştirmişti. Buna rağmen kaygıya meyleden zihni istirahat etmesine izin vermedi. Beteri düşünmeden biraz daha uyumayı delicesine arzulasa da gözlerini aralamak zorunda kaldı. Yorgun bir kısrağın yavaşlığıyla yattığı yerden doğruldu. Bu sırada yüce şafak yüreği mengenede ezilen herkese sakinlik bahşeden renkleriyle sökmekteydi. Ana kucağının sıcaklığını hissettiren yorganına sarınarak çadırın kapı aralığından güneşin doğuşunu seyretmek bile onu huzura kavuşturmaya yetmedi. Üzerine düşünebileceği bir şeyler bulabilmek ümidiyle mahmur gözlerle etrafını süzdü. Bir göçebe çadırından beklenenin fazlasını göremedi. Bu sıcak ve sade yuvada yer alan ayrıntılara kendini kaptırarak düşünmesi gerekeni düşünmekten kaçmaya çalıştı. İlk defa görüyormuşçasına geniş leğeni, bakır ibriği, geyik desenli halıyı ve sediri inceledi. Bunlar gayet sıradan ve tanıdıktı. Haklarında söyleyebileceği yeni bir sözü yoktu. Genç keşiş çok geçmeden bu çabanın kendini kandırmak olduğunu kabul etti. Bu sefer içinde saklananın karşısına eksik bir cesaretle çıktı. Yorgun bedeni eski kudretine kavuşmak üzere olan doğanın ve her zaman kudretli olan tanrının şefkati sayesinde iyileşmişti. Özlediği dostlarıyla vakit geçirmek neşelenmesi için yeter de artardı. Bu şartlar gözetildiğinde onu tanımayanlar mutlu olduğunu sanabilirdi. Gerçekte Sato hayatını mahveden adamı tekrar göreceği için baş edilemez bir endişeyle kuşatılmıştı. Korkuya varan bu endişe bir kaşıntı olarak ara sıra kendini hatırlatmaktaydı. Sato kaderini şekillendirecek yüzleşmeyi erteleyemeyeceğini bilecek olgunluğa erişmişti. Ertelemenin veya kaçmanın birinin yarasına merhem olduğu görülmemişti. Huysuzlanarak yanağını kaşıdı. Koyun yünüyle doldurulmuş döşeğin üzerinde bütün gün aylaklık etmek istemedi. Oturduğu yerde iyice gerindikten sonra ayağa kalktı. Yüzleşme vakti gelene dek malum buluşmayı düşünmemeye karar verdi. Bu sakıncalı konunun bahsini açacak kimsenin yanında olmaması işini kolaylaştıracaktı.


Çadırından ayrılınca akşamüzeri verilen şenliğin kalıntılarını gördü. Gecenin sonunda zil zurna sarhoş olan uçarı gençler yatağını aramadan olduğu yerde sızmıştı. Yenilen yemeklerin kırıntıları ile dökülen şaraplar çimeni kirletmişti. Yakılan onlarca şenlik ateşinin külleri hala tütmekteydi. Sato ovanın bu halini görünce hayatı boyunca tattığı zevkleri hatırlayarak yaramaz bir edayla gülümsedi. Sefalet ve ölüm korkusuyla geçirdiği yılların intikamını alırcasına eğlenmeyi severdi. Bir süre kollarını göğsünde kavuşturmuş, başı eğilmiş, alnı kara düşüncelere dalmaktan kırışmış halde, kimseyi uyandırmamak için sessiz ve dikkatli adımlarla yürüdü. Ovada öylesine gezinirken temizlenmemiş sofraların birinde rast geldiği mor kumaştan mendil onu ürküttü. Önceki günün dehşeti aniden gözlerinin önünde beliriverdi. Sato zihnindeki bazı taşların koyu kanla lekelendiğine emin oldu böylece. Tenine sinen dehşetin kokusu uzun süre etkisini yitirmeyecekti. Ardında bir iz bile bırakmadan silinip giden yaraların hatırası belki yıllarca onun peşinden gelecekti. Belli ki ruhunun bulantısı tanrının şifası olmadan geçmeyecekti. Sato haftalardır ihmal ettiği sabah ayinini artık gerçekleştirmeliydi. Ovayı çepeçevre kuşatan ormana doğru ilerledi. Çantasında ayin için gereken mürekkep kutusu ve fırça, matarasında temiz su vardı. Yürüdüğü sırada gözüne ilişen şarap tasını sofraların birinden aldığı bir maşrapa dolusu suyla iyice temizledi. Kara düşünceleri ardında bırakarak her halini pek bir sevdiği ormanın derinliklerine daldı sonra. Kendine benzetebileceği bir ağaç bulana dek aranıp durdu. İnatçı arayışının sonunda gövdesi yere değecek kadar kambur, kovuğu genişlemiş, asıl güzelliğinden geriye birkaç yaprak kalmış bir gürgen ağacıyla yüz yüze geldi. Bu hali insana hüzün aşılasa da onlarca yıla, yüzlerce felakete göğüs germiş olmak bu sessiz kula yadsınamaz bir ululuk bahşetmişti. Sato ağacın kırılgan kabuğuna dokundu. Gözlerini yumup ağacın ruhuna ulaşmak, onu tanımak istedi. Bir süre duruşunu hiç bozmadan, susup dinleyerek öylece bekledi. Parmak uçlarından yüreğine doğru akan his onu rahatlattı. Doğa şartlar ne olursa olsun güzeldi.


Muzaffer kumandanın huzuruna çıkarılıp hayatı bağışlanmış bir esirin duyduğu saygı ve minneti andıran ağırbaşlılıkla gürgen ağacının kıyısına oturdu. Çimenler çiy sebebiyle ıslak, hava ferah, orman sessizdi. Sırtını yasladığı sert ve pürüzlü kabuk kraliyetin kuş tüyü doldurulmuş yastıklarından bile daha yumuşak geldi ona. Ağırlaşan gözlerinin emriyle uykuya dalsa da görev bilincini yitirmemiş bir serçe onu cıvıltılarıyla uyandırdı. Uyuşukluğa teslim olmadan önce ayine başlaması gerektiğinin farkına vardı Sato. Elindeki tası nemli toprağın üzerine koydu. Matarasındaki suyun bir kısmını tasa döktü. Sakin ve acelesizdi. Bel çantasından mürekkep kutusunu ve fırçayı çıkardı. Fırçanın ucunu mürekkebe batırdıktan sonra suyun yüzeyine bir nilüfer ile onu çevreleyen sekiz tane rüzgar rünü çizdi. Aynı ründen avuçlarına da çizdikten sonra ellerini birleştirdi ve tanrıya seslendi. Yalansız ve merhamete muhtaç olduğunu gizlemeyen sesiyle dua etti. "Ey beni simsiyah ve dehşetengiz kabuslarımda yalnız bırakmayan tanrım, sevecenliğim, umudum, cesaretim... Ruhuma çöreklenmeye yeltenen korkudan uzak kıl beni. Yıkılırsam doğrult. Azalırsam çoğalt. Sakın beni zalimin hilekarlığından, gazabından. Ey beni mücadelemde yalnız bırakmayan yüce tanrım, sevgim, neşem, kimsesizliğim... Koru beni." Bu duanın muhatabı tarafından işitildiği ve cevapsız bırakılmadığı Sato’nun yorgun bedeninin her zerresine sızan ilahi hisle kanıtlandı. Onun bulanık ruhu hafifledi, paslı zihni temizlendi. Tanrının ona bahşettiği bundan ibaret değildi. Sato bir yere sevk edildiğini hissetti. Gizli bir yere... Yadırgayan bakışlara ve günışığına sunulmayan, havası ciğer yakan, duvarları örümcek ağlarıyla sıvanmış, kirli bir zindanda buldu kendini. Aklının en karanlık yerindeydi. Sato burayı bir günde inşa etmiş, bir daha uğramamak için çok çaba sarf etmişti. Yıllar sonra neden buraya getirildiğini anlamadı. Zindan mide bulandırıcı çıplaklığıyla önünde uzanırken ne yapması gerektiğine de karar veremiyordu. Bekledi. Neyi beklediği kendisi için de bir merak konusuydu.


Kararsızlıkla boğuşurken içli bir ses uzaklardan, ulaşmak istemediği bir uzaklıktan gelip kalbine kondu. Elma kurdu olup konduğu yeri çürüttü. Sato neden burada bulunduğunu anladı bu ses sayesinde. Ağlamaya varmayan bir hüzünle başını eğdi. Beceremediğini bilse de yüzüne hissiz bir ifade yerleştirdi. Zihni geçmişini irdelerken başına buyruk bedeni onu sesin geldiği yere sürükledi. Zindanda ilerlerken dizlerinin titrediğini, karnına ağrıların saplandığını, soğuk terler döktüğünü kör karanlıktan gizlemedi. Gizlenecek bir sırrı yoktu o an. Çıplaktı. Çırılçıplak... Önünde beliriveren kapıyı hiç düşünmeden açtı. Hangi kabusuyla yüzleşeceğini iyi biliyordu. Yine de acı çekmekten kaçamıyordu. Aniden yüzüne vuran ateşin sıcaklığı kulağına çalınan çığlık kadar canını yakamadı. "Neler söylüyorsunuz siz. Çıldırdınız mı? Hangi tanrı insan kurban etmenizi istedi sizden." diye haykırdığı sırada yetişmişti bu deliliğe. Yaşanacak kıyımın yakınında olmak istemedi. Olduğu yerde öylece dikildi. Neresiydi burası? Çocukluğunun geçtiği köy... Çocukluğu neredeydi? İşte orada, sapkınlığın sahnelendiği yerin göbeğindeydi. Dizlerinin fırtınadaki çaresiz bir fidan gibi titrediğini fark edince yaslanabileceği bir yer aradı. Çürük ahşaptan çakılmış kapı hala yanı başındaydı. Aile bildiği kudurmuş köpeklerin kan akıtmak için can attığını tekrar görmek istemezse buradan gidebilsin diye aralık bırakmıştı kapıyı tanrı. Sato sırtını kapıya değil tanrıya yasladı. Dik durmanın imkansızlığını anlayınca kendini toprağın üzerine bıraktı. "Eğer çocuk direnirse kız kardeşinin gözlerini oyarım." sözü çalındı kulağına. Bağırmamak için dudağını ısırdı. İnce ve sıcak kanın çenesine uzandığını hissetti. Umursamadı. Çocukluğu elindeki oyuncak mızrağı sesin sahibinin boğazına sapladı. Bu beklenmedik hamlesiyle kara cübbeli, göğsünde kırmızı bir tilki sembolü olan o şerefsizi yere devirdi. "O gün belirlenmiş savaşçı olacağım." dedi ve gülümsedi bu dehşete şahit olan biri ne kadar gülümseyebilirse. Islanmasın diye dişlerini sıktığı gözleriyle olan biteni izledi. Babasının onu gömleğinden yakalamasını, sahneye götürülmesini, bağlanmasını, arkadaşlarının getirilmesini, kurban edilmelerini... Hepsini, gözünü bile kırpmadan, hepsini izledi. Yaraladığı tilkinin doğruluşunu gördükten, onun iğrenç yüzüne bir kez daha baktıktan sonra Sato daha fazla izlemenin gereksiz olduğuna karar verdi. Oturduğu yerden kalkarken birisi onun koluna girdi. Eksilmiş kuvvetinin yerine babacan bir şefkatle yenisini koydu. Bu Yondaru muydu? Gandesur mu? Gonsijin mi? Kim olursa olsun Sato'nun desteğe ihtiyacı vardı. Sessizce uzaklaştı oradan. Ardında bıraktığı kapı hiç var olmamışçasına silinip gitti. Uzun bir süre genç keşişin buraya uğraması gerekmeyecekti çünkü. Nefreti tazelenmişti.


Kendine geldiği sırada bir ceylan onun gözyaşıyla sulanmış yüzünü yalıyordu. Öpüyor gibi bir hali vardı aslında. Doğanın bu kusursuz eseri genç keşişi az önceki dehşetin etkisinden koparıp ferahlığa ulaştırdı. Kalbine serin sular döktü, donuklaşan tenine canlılık kattı. Sato onun zarif başını avuçlarının arasına aldı. Yumuşak tüylü yanaklarını sevgiyle okşadı, alnına bir öpücük kondurdu. Ceylan bir süre genç keşişin gözlerinin içine baktı. Öyle sessiz, öyle asil ve öyle güzeldi ki... Yalnız gözlerinde bir telaş, bir merak parıldıyordu. Söyleyeceği bir sözü vardı sanki. Oradan uzaklaşırken iki kez arkasına dönüp genç keşişi süzdü. Nedendir bilinmez onu takip etmesi gerektiğini düşündü Sato. Ayin için önüne serdiği malzemelerini çantasına yerleştirdikten sonra gideceği yere kadar ceylana eşlik etmeye başladı. Birlikte ormanın el değmemiş yerlerine doğru yol aldılar. Onlarca ağacın, sincabın, kuşun, böceğin, esen yelin selamlamasını dinleyerek sessiz ve sakince ilerlediler. Çimenler onların adımlarıyla ezilmedi, ormanın sakinleri onlardan ürkmedi, doğanın işleyişine zeval vermekten uzaklardı. Sato'nun hemen önünde yürüyen ceylan onu bir yıkıntının önüne getirdi. Burası iki bodur ve eğik sütunun desteklediği bir ahşap çatı, yerden biraz yüksek toprak yığıntı ile sürünerek geçmeyi gerektiren dar bir ağızdan ibaretti. Sato neden buraya getirildiğini sorgulamadı. Bilmesi gereken ne varsa zaten ezberindeydi. Ceylan onu burada terk etmeden önce son bir kez arkasına baktı. Sato gerçeği gördü o an. Elinin tersiyle akan gözyaşlarını silerken titreyen dudaklarıyla "Teşekkür ederim, Yondaru." diyebildi.


Sivri çakıl taşlarıyla bezeli toprağın üzerinde yüzüstü sürünerek dar ağızdan güç bela geçebildi. Mağarayı andırsa da insan müdahalesini gizleyemeyen, tavanı alçak ama geniş bir alana ulaştı. Burası içeri sızan zayıf günışığıyla aydınlanmaktaydı. Bu sebeple karanlık diye anılabilecek bir loşluk hakimdi. Örümcek ağları, kemirgen leşleri ve bir düzine iri hayvan kemiği haricinde görünürde pek bir şey yoktu. Sato buradaki keşif gezisi sayesinde mahzenin gözden ırak bir yerinde önü molozlarla örtülü büyük bir kapı buldu. Molozları temizledikten sonra iki adam boyundaki kapıyı açmaya yeltendi. Ardında neler sakladığı bilinmeyen kapı kilitliydi. Bir sıçan leşinin göğüs kafesinden söktüğü kemiği anahtar deliğine sokup kilidi yerinden oynatmaya çalıştı. Hiçbir işe yaramadı ve genç keşiş elinin kirlendiğiyle kaldı. Maceracı ruhu bulmaca çözmeye meyilli olsa da bu kasvetli ortamda vaktini heba etmek istemedi. Art arda indirdiği yumruklarla devasa ama zamanın gadri yüzünden yumuşamış kapıyı hallaç pamuğuna çevirdi. Bu sırada çıkardığı gürültülerin yankılanması çok büyük bir yere doğru yol aldığını düşündürttü. Kapı devrilince düşüncesinin doğruluğu kanıtlanmış oldu. Önünde uzanan mekan başkentteki soyluların uğradığı katedral kadar genişti. Harap ve içler acısı haline rağmen hayal ederek bir insan burasının antik dönemlerde ayin için inşa edildiğini kolayca anlayabilirdi. Önceden sandalye olduğu belli olan ahşap kalıntıları bir sıra gözetilerek dizilmişti. Sunak olduğu tahmin edilen mermer sütunların üzerinde tozdan daha koyu olan kan lekeleri vardı. Desenleri ve ayrıntıları kaybolmuş kapkara halılar serilmişti zemine. Elini koyduğu her yerde kalın bir toz tabakasına bulaştı. Sato bu kirli havayı solumanın ciğerlerini mahvedeceğini düşünerek ağzını ve burnunu çantasından çıkardığı bezle sardı. Burada görmeye değer, işine yarayacak bir şeyin bulunmadığına emin olduktan sonra mekanın karşı tarafındaki kapıya yöneldi.


Kilitli olmayan kapının ardında onu yürümesini imkansız kılacak kadar alçak ve daracık bir yer bekliyordu. Sato buranın yıkılış esnasında baskıya dayanamayan bir koridor olduğunu anladı. Dizlerinin üzerinde ilerledi, süründü, emekledi. Ona eşlik eden kırkayakları, fare yavrularını, böcekleri görmezden geldi. Onlardan daha beteri vardı çünkü. Bu bela, koridoru çekilmez kılan ve yere bütünüyle sıvanmış olan yoğun kıvamlı suydu. Doğrusu bu sıvının bir zamanlar su olduğunu umut ediyordu Sato. Midesinin bulanması ve öğürme ihtimali canını haşerelerden daha fazla sıkıyordu. Koridorun sonuna geldiğinde geçmesi gereken yerlerin ardında bıraktıklarından daha berbat ve tehlikeli bir halde olduğunu gördü. Önce bir kulaçlık yükseklikten atlaması gerekecek, her taraftan fışkıran ince ve sivri demir çubuklara değmeden molozların üzerinde yürüyecek, devrilmeye yatkın görünen tepelerin üzerinden atlayacaktı. Bunun sonucunda bir geçit, kapı veya koridora ulaşıp ulaşamayacağı meçhuldü. Sato etrafını süzüp nasıl hareket etmesi gerektiğini tasarlarken ayağının hemen ucunda duran iki kalın ipi gördü. Eğilip bakınca bunların asma merdiven olduğunu gördü. Demek ki birileri buraya uğramış diye düşündü. Atılacağı tehlikeli yolculuğun bir sonuca ulaşabileceğine dair inancı arttı. Bir çıkmaza varırsa geldiği yoldan terk ederdi bu harabeyi. Asma merdiveni kullanarak sakince yere indi. Molozların üzerinde yürürken dikkatli ve kaplumbağa kadar yavaştı. Bir tepeden diğerine atlarken dengesini yitirse de çabucak toparlanıp sağ salim zemine konmayı başardı. Vardığı yeri incelerken nereye açıldığı belirsiz, karanlığa gömülmüş bir tünel buldu. Başka yol görünmediğinden derinlere inen bu tünele girdi. Temkinli adımlarla ilerlemeyi istese de topuğuna değen bir taş yüzünden dengesini yitirdi. Geçen her saniyede artan bir hızla yuvarlanmaya başladı. Yavaşlamak için ellerini duvara koymayı denese de faydası olmadı. Beş dakikayı bulan bu keyifsiz yolculuğun ardından tünel sona erdi ve genç keşiş kalçasının üzerine düştü. Birçok yeri çizilmiş, çakılmanın etkisiyle kalça kemiği kırılmaya yaklaşmıştı. Acıyla inleyip kıvranırken nerede olduğuna dikkat edemedi. Dua okumayı istese de hatasından doğan acıyı çekmesi gerektiğini düşündü.


Sakinliğe erip etrafına göz gezdirdiğinde söylediği ilk cümle "Hayal görüyorum galiba." oldu. Yanağını çimdikleyip gözlerini ovuştursa da gördüklerinde bir eksilme veya değişim olmadı. İnanması zor olsa da Sato yozlaşmış tanrının, anısı lanetlenmiş Asurah'ın başkentindeydi. Bu batık şehir uğradığı yıkıma, ev sahibi olduğu savaşa rağmen ihtişamının yalnız bir kısmını yitirmişti. Gözün seçebildiği her ayrıntıya hakim olan eskiliğe aldırmayan birisi hayran olunası diye tanımlardı burasını hiç düşünmeden. Beyaz mermeri su yeşiline evirilmiş birkaç tapınak ile kurban sunağı, çiçek ile meyve ağacı yerine ayrık otları yeşertmeye alışmış geniş bahçeler, toprak çatıdan sızan çamurlu yağmur suyunu biriktiren su kanalları, onlarca çatlağa rağmen sağlamlığı aşikar olan muazzam uzunluklardaki saat kuleleri, ahşap kısımları çürüdüğü halde taş kalıntılarından dükkan olduğu anlaşılan bir sürü ufak oda gözlerinin önündeydi. Peki neden yeraltında ve hala sağlamdı bu şehir? Kangiri imha etmemiş miydi? Masallarda kentin yıkılışı sayfalarca anlatılır, ozanlar söz söylemedeki hünerlerini her bir binanın nasıl devrildiğini anlatmak için harcardı. Bugüne dek hiç kimse intikam anlamına gelen bu tahribatın yaşanmadığını iddia etmemişti. Manastır arşivinde hatırı sayılır ölçüde vakit geçiren Sato tutulan kayıtlarda eski başşehrin yeraltında saklı olduğuna dair bir bilgiye rastlamamıştı. Üç senelik yolculuğu sırasında bu konuda bir dedikodu bile çalınmamıştı kulağına. Nereden bakılırsa bakılsın tuhaftı, genç keşiş nereden bakarsa baksın çılgınca. Aniden üzerine bir farkındalık çöktü ve gördüklerinin rüya olma ihtimali onu korkuttu. Tanık olduğu manzaranın gerçekliği mutlaka sınanmalıydı. Birkaç adım ötesinde duran yabani otlardan birini kopardı. Dokusu da kokusu da normaldi. Bu şehrin ev sahibi haline gelmiş mantarların kekremsi kokusu da son derece gerçekti. Sato'nun hayretle aralanmış dudaklarından "Burası aklımı kaçırmama neden olacak!" sözü döküldü. Gözlerini tavana dikip gördüklerine mantıklı bir açıklama getirmeye çalışırken daha öncesinde rast geldiği asma merdiven aklına düştü. Bu batık kenti keşfedenin genç keşiş olmadığı kesindi. Sardana veya Emril buraya gelmiş olabilir miydi? Her ne kadar çadırları yürüyüş mesafesinde kurulmuş olsa da Sato bu ihtimali ciddiye almadı. Onlar bu inanılmaz mekanı mutlaka genç keşişe anlatırdı. Sır saklamayı bilen bir maceracı burayı bulmuş olmalıydı. Bilinmeyenler ilgisini çekse de Sato bu gizemi başka zaman çözmeye karar verdi. Tanrının onu buraya yönlendirmesinin başka bir nedeni vardı. Bu neden diğerlerini ıskartaya çıkarmaktaydı.


Sato yaşadığı bu inanılmaz dakikaları biraz daha kıymetli kılmak istedi. Belki bir daha buraya uğrayamayacak, bir zelzele zar zor ayakta duran bu mekanı yerle bir edecekti. Genç keşiş her köşe başını görmeden burayı terk ederse ileriki günlerde pişman olacağını biliyordu. Şehri dip bucak gezmenin alınması zorunlu bir karar olduğuna emindi. Rahatça ilerleyebileceği bir istikamet belirledikten sonra kaldırımlarda sakince yürümeye başladı. Tünelin onu ulaştırdığı bu yer muhtemelen kentin ovaya bakan etekleriydi. Meydanı andıran bir arazinin bulunmaması ve sokakların darlığı onun böyle düşünmesinin sebepleriydi. Bir fersah boyunca ayak takımı olarak görülen halkın ikamet ettiği sokaklarda gezindi. Eskiden burada yaşayanların nasıl bir ömür sürdüğü Sato için merak konusu oldu. Mutlular mıydı? Tanrının nefesini her dakika hissetmek onlara huzur mu korku mu aşılıyordu? Bir eksikleri var mıydı? Bolluk nedir biliyorlar mıydı? Okumak, öğrenmek, gezip görmek, yeni tatların zevkine varmak onlar için önemli miydi? Yoksa ibadet etmekle yetinmeyi mi öğrenmişlerdi? Cevapsız kalan bu sorular tam da Kimeru'nun kalemiydi. Büyü Akademisi'nde eğitilirken Sato'nun manastır arşivlerinde göremeyeceği türden değerli bilgiler edinmişti. Sato bilmediğini gelecek günlere bırakıp gördüğüyle ilgilenmek istedi. Sokaklarda adımladı, bahçelerde gezindi, tapınaklara uğrayıp bir din adamı gözüyle ritüelleri inceledi. Tapınakların tasarımı ile şehir batarken zarar görmemiş çelik eşyalar sayesinde silik de olsa bir fikre kavuştu. Yüzyılların ardından çürüyüp toz olan kilimler, duvar halısı, parşömenler, ikonografik resimler hala sağlam olsaydı kesin bir yargıya varabilirdi. Yine de düşünceleri yabana atılacak cinsten değildi. Ona göre maktul kulların tapınma adetleri ve dini inançlarında bariz bir hiyerarşi söz konusuydu. Asurah korkutucu bir küstahlıkla kendini altı kardeşinin üzerinde görüyor, babası ile arasındaki farkın çok az olduğu yönünde her fırsatta telmihte bulunuyordu. Diğer kardeşler arasındaki kudret sıralaması gayet özensiz olup tapınaklar arasında bazı farklılıklar gösteriyordu. Asurah'ın üstünlüğü kesinkes kabul edilmiş olup diğer tanrılar üzerinden tarikatlar doğmuş olabilirdi. Hafızasına güvenmekle yetinmemesi gerektiğini öğrenen Sato bel çantasından bir defter ile kurşun kalem çıkardı. Gözlemlerini hızlı ve kısaca yazmaya girişti. Notları arasında ruhban sınıfının mevcut olmadığı, Asurah tarafından cezalandırılmak korkusuyla yaşayan halkın birbirini tapınma konusunda denetlendiği de yer almaktaydı. Yani eskiden bu kıtada korku ve ihbar mekanizması hüküm sürüyordu. "Ne kadar da tanıdık!" diye geçirdi içinden ve defterini çantasına koydu. Kaydettiği gözlemlerini büyücü dostuyla paylaşmak için sabırsızlanıyordu. Alelacele yazılsa da bir sürü eksik taraf barındırsa da notları Kimeru için bir hazine niteliğinde olacaktı.


Varoşlardan ayrılıp şehir merkezine varınca Asurah’ın zenginliğini buraya harcadığını, burada sergilediğini fark etti. Ufak bir köy genişliğinde olan meydanda boy gösteren çeşmenin saf gümüşten gülümsemesi bile gözlerini kamaştırdı. Çeşmenin sanatsal değeri genç keşişin çağdaşı anıt ve eserlerle yarışacak kadar yüksek olmasa da kimse onun çirkin olduğunu iddia edemezdi. Gökyüzü ve kuşlar bir motif olarak kullanılmış, tanrısal bir izlenim verebilmek için bedensiz kanatlar her tarafa serpiştirilmişti. Sato dikkatli incelemelerinin sonucunda artık tercih edilmeyen gümüş boyamacılığının izlerini gördü. Masraflı ve meşakkatli olduğundan bu sanat dalından sorumlu esnaf loncası bir asır önce faaliyetlerini durdurmuştu. Bu sanatın tohumunun Asurah devrinde ekildiğini öğrenmek Sato için takdire şayan bir kazanımdı. İdari işlev üstlendiğini tahmin ettiği bir binanın enkazında yalnız başkentte yaygın olan altın kakma sanatının çok özel örneklerini buldu. Ezilmenin etkisi ile asıl biçimini yitiren altın levhaların üzerine kakmak suretiyle yakuttan harfler yazılmıştı. Sato bunların önemli bir bildirinin metni veyahut tarihi bir hadisenin kaydı olabileceğini düşünerek heyecanlandı ve kargacık burgacık harfleri okumaya girişti. Antik Lisan’ın yalnız Surkam lehçesine hakim olan Sato için yazıları okuyup anlamak neredeyse imkansızdı. “Usta Kitaro’dan dil dersleri almalıydım. Ah benim aptal kafam!” diye hayıflandı. Geçmişi değiştiremezdi. Bu yüzden defterine gördüğü harflerin örnek cetvelini yazdı. Bu sırada fark ettiği üzere şehrin kendisi de başlı başına incelenmesi gereken bir detaydı. Bu dakikadan sonra defteriyle kalemini elinden düşürmeyecek, mantık ve gözlemle şehrin krokisini hazırlayacaktı. Meydanı terk etmeden önce evlerin de içini görmek istedi. Geçtiği yere kıyasla daha sağlam olan kentin bu kısmı yapı malzemesinin kalitesi sayesinde az hasar almıştı. Bazı evlerde yaşamak evsizlerin çoğu için alınabilecek bir riskti. Sato içine girdiği evlerin genelde Besmit ve Balarg halkı için inşa edildiğini anladı. Varlığını sürdüren eşyalar üzerinden iki ırk arasındaki düşünce ve yaşayış farklarını çözümlemeye başladı. Besmit konaklarında zarafet ve sadelikten cayılmazken Asurah’ın muhafız alayını teşkil eden Balarg soyunun yaşadığı evler gösteriş ve lüks içindeydi. Yüce mevkilerde de olsa bir Besmit evine kıymetli cevher sokmazken, sıradan bir Balarg’ın bardağı bile altındandı. Besmitler için azın çok, çoğun az olduğu bir kaideyken, bir Balarg biriktirdiği mal miktarınca iyi hissetmekteydi kendini. Kabokam’ın kuruluşundan sonra neden bir ırkın her türlü övgüye layık görüldüğünün, diğerinin neden her fırsatta eleştirildiğinin bir başka sebebini keşfetmişti. Bundan övünç duymasa da bilginin her türlüsünü bir keşiş edinmeliydi.


Sato meydandan ayrılıp sokaklarda yürümeye başlayınca yeniden sıradanlıkla kuşatılmış buldu kendini. Yine de krokiyi çizmekten vazgeçmedi. Kestane rengindeki gözleri hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak için çabalarken bilinci deri atölyesi misali gördüklerini hafızasına işlemekteydi. Uzun bir süre yürüdü, yürüdükçe yoruldu, yoruldukça şehrin ilk anki çekiciliği azaldı. Artık moloz yığınlarını görmek, giderek ağırlaşan havayı teneffüs etmek ve sessizliğin koynunda kendi nefesini dinlemekten usanmıştı. Neşesini tazeleyecek güzellikte bir bina, anıt, en azından üzeri bezemeli bir çömlek görmek istiyordu. En sonunda bir kaldırımın üzerine çöktü. Matarasındaki sudan birkaç yudum içti, birazını kafasına döküp serinledi. İki dilim peksimeti mideye indirdikten sonra çizimlerinin eksik kalan yerlerini düzeltti. Doymadığı için bir peksimet ile bir parça kuru eti de afiyetle yedi. Fuzuli yere harcayacağı vakti olmadığı için oturduğu yerden kalktı. Yolun geri kalanında eskisi kadar ilgili değildi. Terlemiş elinde yumuşayan defterini bel çantasına koydu. Can sıkıntısını dağıtmak için eğlenceli bir ıslık tutturdu. Düşüncelerine gömülünce bu maceradaki eksiğinin ne temiz hava ne de ilginç yerler olduğunu fark etti. Eksiği heyecanına ortak olacak bir arkadaştı. Kimeru yanında olsa bu şehrin her bir taşı için söyleyeceği bir sözü olurdu. Ren bu müthiş keşfin etkisiyle etrafta keklik gibi sekerdi. Hikan alışılmış soğuk tavrından ödün vermeden anın tadını çıkarır, sataşmalarıyla ortamı keyiflendirirdi. Onların yokluğunda gördüğünün de yaşadığının da tadını tam anlamıyla alamamaktaydı. Sato tuhaf olaylar silsilesi sonucunda tanıştığı arkadaşlarıyla arasındaki bağın kalbini sardığını fark edince gülümsedi. Gönle söz geçirmek bazen imkansız oluyordu.


Ara sokakların bungun karanlığı, sessizliği, esrarengizliği uzayıp giderken ve genç keşişin ruhu gördüğü harabelere benzemekteyken karşısına çıkan bir yol ayrımı tekdüzeliği seyreltti. Sato hangi yolu tepeceğine dair seçimin pek de önemli olmadığını düşünerek sağındaki yolu tercih etti. Yanıldığı çok geçmeden kanıtlandı. Önemsiz sandığı tercihi genç keşişi o güne kadar gördüğü en görkemli manzarayla yüzleştirmişti. Ağırlaşan nefesinin yekten kesildiğini hissedince derin bir soluk aldı. Fal taşı gibi açılan gözlerini kırpıştırdı. Yakınındaki bir evin duvarına yaslanıp anın büyüsünü hazmetmek istedi. Zihninin o an sağlayabildiği bütün dikkati harcasa da gözleri büyük resmin ayrıntılarını bir arada seçmekte yetersizdi. Bu yüzden iri olsun ufak olsun her detay sırayla kendini ele verdi. İlk olarak hepsi mükemmel sanat eserleri ve bir nevi temsil ettiğinin aynası olan heykelleri algıladı. Tavana değen ve şehri toprağa karışmaktan kurtaran bu devasa heykeller Asurah ve kardeşlerinin tunçtan figürleriydi. Erkek biçiminde tasvir edilmişlerse sakallarının, kadınlarsa saçlarının her teli özenle oyulmuştu. Cansız olan gözlerinde şanlarına yaraşır derecede ilahi bir güzellik vardı ve bakışları yüreğe işleyen türdendi. Dolgun dudaklarda insani duygular olan sevinç, hüzün, acı yer almıyordu. Her gün talim yapan bir askerinkine benzeyen bedenleri biçimli ve herkes için arzulanasıydı. Heykeller arasında kesme beyaz taştan örülmüş muhafız kuleleri vardı. Bunlar onlarca öküzün yan yana ve birbirine değmeden rahatça yürüyebileceği kadar engin olan taş köprüyü korumak için dikilmiş olmalıydı. Belli aralıklarla ejderha, aslan, bozkurt ve diğer asil hayvanların ufak heykeli dikilmiş olan köprünün bazı yerlerinde göçükler olsa da üzerinde korkusuzca yürümeye müsaitti hala. Şaşkınlığından kurtulmayı başaran Sato köprüye yöneldi.


Akarsudan mahrum köprünün diğer ucunda bir sonsuzluk anıtı olarak yükselen saray Sato’nun nefesinin kesilme sebebiydi. Olduğu yerde sapasağlam duran sarayın ana kubbesi ile ona eşlik eden iki yarım kubbe değerli cevherlerin birleşimindendi. Tavandan sızan cılız ışıklar sayesinde parlamaktaydı. Kubbeleri dağılmaktan kurtaran taştan çemberin üzerine gümüşten bir çember daha çekilmişti. Bunlar doğanın bahşettiği hediyelerin insan elinde neye evirilebileceğinin güzel örnekleriydi. Sarayın gövdesi fersahın sekizde biri genişliğinde, neredeyse altı adam uzunluğundaydı. Dışarıdan bakıldığında herhangi bir kasabanın nüfusunu içinde barındırabileceği izlenimini veriyordu. Duvarlarda boydan boya ince şeritler halinde çiniler vardı. Üzerindeki kalın toz tabakasına rağmen kırmızı, mavi ve yeşil rengin bir arada kullanıldığı belli oluyordu. İyice yıkandığı takdirde çinilerin ışıldayacağına emindi genç keşiş. Duvarın çinisiz yerlerine üzüm bağı ve denizdeki dalgaları anımsatan şekiller kazınmıştı. Saraya dair ne varsa bir resim meydana getirmek için eklenmişti sanki. Oldukça sık açılan pencerelere gökkuşağının bütün renklerini barındıran camlar takılmıştı. Besbelli ki mimar estetiği, rahatlığı ve dayanıklılığı eşit miktarda önemsemişti. Ön cephe tamamen revaklıydı. Bu durum saraya bir mabet görüntüsü veriyordu. Nedense sağ tarafta revak usulü tercih edilmemişti. Üst katların aksine zeminin duvarı biraz içeri konulmuştu. Aradaki boşluğun yaratacağı dengesizliği önlemek için tavanı destekleyen kalın sütunlar dikilmişti. Üzeri kemerli kapılar ile üst katlar arasında yer alan payandalar da yapının ayakta kalmasına yardımcı oluyordu. Kare olarak inşa edilen sarayın her köşesine birer gözetleme kulesi kurulmuştu. Bütün olarak ele alındığında saray kendinde askeri üs, tapınak ve ev olma işlevlerini birleştirmişti.


Temkinli adımlarla ilerlediği, yirmi dakikayı bulan köprü yolculuğunun ardından sarayın önüne varan genç keşiş istemsizce etrafına bakındı. Birinin onu içeri girmekten alıkoyacağını, buraya uygun olmadığını söyleyeceğini hissediyordu. Gerçekten de Asurah’ın kullarının kanı ve gözyaşıyla yaptırdığı sarayında bir an bulunmaktansa Yondaru’nun alelade bir barakasında ömür boyu yaşamayı tercih ederdi. İçeri girmemek bir seçenek olsa hiç düşünmeden geriye dönerdi. Zayıf bir sebep de yeterliydi aslında. Ancak ne seçeneği ne de sebebi vardı geri dönmesini sağlayacak. Bugüne dek başına gelen ne varsa bu dakikaları yaratmak için yaşanmıştı sanki. Üstüne üstlük kimsenin onu durduracağı yoktu. Son gardiyan bundan on dört asır önce nöbetini tutmuştu. Kangiri bir başkasının nöbeti devralmasına izin vermemişti. Genç keşiş kaçınılmaz buluşma için aralık kalmış ana kapıdan içeri girdi. Zemin katı gezerken neden dışarıda ek bir binanın olmadığını anladı. Bir isyan patlak verirse saraydakiler şehir halkına muhtaç kalmasın diye idareciler ve çalışanlar için ayrı yemekler pişiren iki mutfak, fırınlar, birbirine bitişik iki odada yer alan helvahane ile kahvehane, iki düzine yatağa sahip hastane, tonlarca tahılı barındırabilecek genişlikteki ambarhane, cephanelik, paranın değerini muhafaza edebilmek için saraya konan darphane ve ahırların tamamı zemin katı işgal etmekteydi. Sato bunun korkaklık belirtisi olduğunu düşündü. Tanrı olduğu halde Asurah muhtemel bir halk ayaklanmasından çekinmişti. Kangiri’nin geleceğini sezmişti sanki. Üst kata açılan merdiveni korumak için konmuş çelik kapının önünde bir kez daha Asurah’ın duygusuzluğuyla sinir bozan yüzüyle karşılaşan Sato öfkelendi. Onun semirmiş yüzüne, dar alnına, kıvırcık saçına sakalına, kartal burnuna ve yüzüne oranla ufak kalan gözlerine baktı. Yumruğunu sıkıp kabartma surata doğru uzattı. “Kangiri’nin yerinde ben olsaydım ruhunu da bedeninle birlikte yok ederdim.” dedi yapabileceğini hissettiren bir sesle.


Sarayın birinci katında bulunan odalar çalışma ve barınma işlevini üstlenmesi için tasarlanmıştı. Merdivene kadar kesintisiz uzanan koridorun sağında yazıhaneler vardı. Taşradaki kentler ile başşehir arasındaki idari yazışmaları, Asurah’ın emir ve buyruklarını içeren fermanları, nüfus ve mali imkanların tespiti için tutulan raporları, elçilerin getirdiği hediyelerin belirtildiği kayıtları denetleyen yazman ve saymanlar sağ taraftaki hücrelerde çalışmış olmalıydı. Masaların üstüne serilmiş ve artık toz olmuş kağıt yığınlarıyla mürekkep kutuları, raflara istiflenmiş parşömen ruloları bunu düşündürtmüştü genç keşişe. Yine sağda olan bir düzine özel odanın lüksü buraların yöneticiler için tahsis edildiğini göstermekteydi. Koridorun solunda çalışanların yaşaması için ayrılan, asgari ihtiyaçları giderecek kadar eşya barındıran odalar vardı. Özel bir muameleye tabi tutulmadıkları belliydi. İkinci katın sadece lüks için kullanıldığını görünce genç keşiş hiç şaşırmadı. Her biri köşkten farksız olan yirmi civarı odada akla gelebilecek her türlü aşırılık sergilenmekteydi. Saf altından yemek takımı, gümüş şamdanlar, değerli takılar, kozmetik malzemeleri, kokulu yağ şişeleri, her çeşit kumaştan elbiseler, kürkler, ayakkabılar, gösterişli avize ve mobilyalar… Sato bu katın tarihi bir değere haiz olmadığına kanaat getirerek yoluna devam etti. Yaratılmışların lükse düşkünlüğüne her çağda tanık olabilirdi. İfrat cephesinde yeni bir şey yoktu.


Son kata çıktığı sıra merdivenin ilk basamağındayken genç keşiş istilacı bir habasetin varlığını saç diplerinden tırnak uçlarına kadar hissetti. Öyle ki bu kötülüğün yaydığı his bile canını yakmaya yetti. Sancıyan kalbinin üzerine eliyle bastırdı. Aniden saldıran mide bulantısı ile baş dönmesi onu içeriden hırpaladı. Dengesini yitirmemek için diğer eliyle duvardan destek aldı. Gözyaşını su, kanı şarap, acıyı neşe, ölümü lütuf addeden zihniyetin saçabileceği türden bir canilikti buharını ciğerlerine çektiği. Oğlun babadan önce toprağa girmesi gibi acıklıydı. Sarı yaprağın daldan kopması gibi iyileştirilemezdi. Tabuta konulmayan kahraman cesediyle akbabaların ziyafet çekmesi gibi utanç vericiydi. Uyanıkken başlayan kabusun uykudan sonra devam etmesi gibi bunaltıcıydı. Derince soluklanıp alnında biriken terleri elinin tersiyle sildikten sonra merdivenden çıkmaya devam etti. Her adımında omuzlarına çöken ağırlık arttı. Son basamağı geçmeyi başarmasının ödülü taht odasına kavuşması oldu. Şehrin diğer yerlerinin aksine ne görkemli ne de harap denebilirdi bu oda için. Uygun yegane sıfat çıplaktı. Duvarlarda yangın artığı karartılardan gayrı resim yoktu. Zemin de hakeza örtüsüz ve yanıktı. Asurah’ın maiyetinin törenleri izleyebilmesi için kurulan iskelelerden geriye eğri büğrü demir çubuklar kalmıştı sadece. Ses ve bakışın hiç uğramadığını düşündürten, ıssızlığı hak eden bu yavan odada birisi vardı. Asurah’ın sahipsiz kalmış süssüz tahtında kimliği bilinmeyen genç bir adam oturmaktaydı. Kraliyet ailesine has bir harmani giymiş yabancı omzuna samur kürk, göğsüne zincir zırh, ayaklarına nubuk deriden uzun çizmeler geçirmişti. Sol omzuna astığı beyaz kumaşın üzerine sarı iplikle gökdoğan sembolü işlenmişti. Yirmi yaşında olsa gerekti. Esmer ve sakalsız yüzünde erken yaşlanmanın etkisi görülmekte, ince boynu ile geniş omuzları onun hem kibar hem de kuvvetli olduğunu göstermekteydi. Sıfatı beğenilmeye müsait olsa da ruhu ne yazık ki nefrete teşneydi. Simsiyah tabiatının her yerinde kılcal damarlara benzeyen kızıl çizgiler vardı. Sato eski dostunun ricası üzerine atıldığı macera sırasında tanıştığı Kotarin’in ruhunda gaddarlığın zerresini bile sezmemişti. Onun eylemleriyle tezat olan ruhu Sato’nun aklını bulandırmış ve infazının ahlaki tarafını sorgulatmıştı. Onunla kıyaslanınca kimliği meçhul genç ak çarşafın üzerindeki kara misali göze batmakta, rahatsız etmekteydi. Hangi katliamın müsebbibi idi ki ruhu böyle kararmıştı?


Sato dönemeçte azılı düşmanı köpekle aniden karşılaşmış bir kedi gibi irkilse de tedbir almasını gerektirecek bir durum yoktu. Çünkü elini çenesine yaslamış vaziyette uyuyordu yabancı. Odanın içinde yaktığı kamp ateşinin ışığı yumulmuş gözlerindeki seyrek kirpikleri aydınlanmaktaydı. Sarayı yakanın o olması tabiatını sezebilen kimseyi şaşırtmazdı. Yine de isli duvarlarda biriken tozlar bu konuda masum olduğunu kanıtlıyordu. Sato bir sütunun ardında mevzilendi. Yabancıyı inceleyip kabiliyetlerini tahmin etmeye, hücum planını tasarlamaya çalıştı. Silahsızlığı ve üzerindeki Kasserit harmanisi büyücülükle ilişkilendirilmesine mahal veriyordu. Bu kuvvetli ihtimal çekinmesini gereksiz kılmaktaydı. Sato’nun ezemeyeceği büyücüler bir elin parmaklarını geçmezdi. Kararsız kaldığı konu saldırı zamanı ve şekliydi. Cezalandırılması gereken genci uykusunda gafil avlamak Sato’nun işini kolaylaştıracak olsa da bunu kendine yakıştıramazdı. Düşmanın gözünün içine bakmak, hiçbir kozunu saklamadan mertçe savaşmak vicdan rahatlığının, onurlu kalmanın kaidelerindendi. Bu sebeple Sato ileride hatırlayıp utanmayacağı biçimde yakmak istedi savaşın fitilini. Hücum borusundan aşağı kalmayan narasıyla ortalığı inletecek, yabancıyı uyandıracak, onu klasikleşen ''Ben Sato. Rüzgarkıran olarak tanırlar beni. Sana meydan okuyorum." sözleriyle savaşa davet edecekti. Nasıl davranacağına karar verip ayağa kalkmak üzereyken kaynağı bilinmeyen bir güç onu adeta yerin dibine geçirdi. Bu güç, genç yabancının ruhundan daha kirli bir tabiata sahip olan başka bir adamdan gelmişti. Rezil ve şirretti. Sato ağrıdan ötürü çatlayacağını sandığı başını çevirip merdivene bakınca kabuslarının ete kemiğe büründüğünü gördü.


Bahtsız kedi kovalamacanın sonunda bir çıkmaz sokakta kuduz köpek sürüsü tarafından köşeye sıkıştırılmıştı. Sato’nun kalbi korkuyla sertleşmiş, atmaktan vazgeçmişti sanki. Gücünü unutmuş, acıyla berkittiği cesareti onu terk etmişti. Geçmişinin cani tilkisi sessiz adımlarla ateşe doğru ilerledi. Sato’nun hatırladığı, uykularında binlerce kez gördüğü gibiydi aradan geçen yıllara rağmen. Hiç yaşlanmamıştı. Çalı süpürgesinden hallice sarı saçı ve kaşları, kemerli burnu, incecik dudakları, kızıla çalan kahverengi gözleri, sarılığa yakalandığını düşündürten alacalı bulacalı derisi yerli yerindeydi. Hiçbir mukavemetle karşılaşmadan yürüdü. Sato’nun korkusu elini kolunu bağlamıştı çünkü. Tilkinin saçtığı zehirli nefes halihazırda ağır olan havayı tahammül sınırını aşacak derecede kirletmekteydi. Ya da Sato öyle zannetti. Boğuluyor, içten içe çürüyordu. Dehşetin vücut bulmuş hali ateşin önüne varınca yerden kömürleşmiş bir odun parçası aldı. Ceviz büyüklüğündeki sıcak kömürü uyuyan gencin alnının ortasına fırlattı. Genç gözlerini açmaya gerek duymadan, elinin tersiyle saldırıyı savuşturdu ve sonra “Çocuksu oyunlarından ne zaman bıkacaksın, Eldrih?” dedi umursamaz bir tavırla. Böylelikle nefretini diğer herkesten daha çok hak eden düşmanının adını öğrenmiş oldu Sato. Peki bu bilgi neyi değiştirecekti? Sato tepsiyle sunulan hep arzuladığı intikamı alma imkanını değerlendiremeyecek kadar afallamış, gizlendiği yerde sinmişti. “Biraz eğlenmek istedim sadece. Kırıcı olmana gerek yoktu.” dedi Eldrih kaypakça. Sesi de görüntüsü gibi keşişin ruhundaki yaraların kabuğunu kazıdı. Korkusu öyle bir katmerlendi ki vücudu beklenmedik tepkiler verdi. Dizlerinin zangırdaması dengesini bozdu ve kalçasının üstüne düştü. Kaşif kıyafetinin kalın kumaşı ile zemindeki toz tabakası sayesinde ses çıkarmamıştı.


“İçim kıyıldı yeraltının kasvetinden. Karanlıktan, soğuktan, kirli havadan, kötü kokudan bıktım artık. Kotarin’in geleceği yok. İki gündür boşuna bekliyoruz.” diye yakındı genç adam. Malumun ilanı olan bu cümleler yaşananlara sitem amacıyla söylenmişti. Yine de “Efendimizin kızmayacağını bilsem şimdi terk ederim bu iğrenç yeri.” diye cevap verdi ona Eldrih. Yabancı bu sözü duyunca huzursuzca kıpırdandı. Açtığı gök mavisi rengindeki gözlerinde sinirin ateşi parıldadı. “Bir konuya açıklık getirelim. Efendimiz değil, senin efendin. Ağzından çıkanı kulağın duysun. Beni yanındaki ırgatlarla karıştırma. Kim olduğumu gayet iyi biliyorsun.” dedi itiraz kabul etmediğini hissettiren bir sesle. Onun azarlaması Eldrih’in gözünü korkutmadı. Aksine efendisine kafa tutulması keyfini kaçırmış, şişlenmiş bir boğa gibi rakibini tepelemeye sevk etmişti. “Evet, biliyorum. Kabokam Kralı Ingra’nın gayrimeşru oğlu İtago’sun. Ağzınla kuş tutsan da her türlü yeteneğe haiz, her çeşit ilme vakıf olsan da tahta varis seçilmeyeceğini bildiğin için Hepermiyon’dan kaçıp Sefirlere katıldın. Sarayın ücra bir odasında, kimseye görünmeden, besleme olarak yaşamaktansa önemsemediğin bir dava uğruna gençliğini harcamayı seçtin. Niye? Belki efendim vicdana gelir de babanı devirdiği gün Kabokam tahtını sana teslim eder diye. Yadırgadığın, avamdan gördüğün diğer sefirlerin aksine kutlu davayı sahiplenmeyecek kadar bencilsin. Kendini efendi olarak görüyorsun. Oysaki ayak işleriyle uğraşan, yük eşeği olarak kullanılan bir hizmetçisin. Irgatların en azından inşa etmek gibi bir özelliği vardır. Sen ise inşa edilmişe sığınmaktan fazlasını yapamazsın. Duydun beni. Kim olduğunu iyi biliyormuşum, değil mi?” dedi Eldrih soytarılara has, abartılı tavrıyla. Kışkırtıcı sözleri bir kavgayı ateşlemek için sarf edildiyse de İtago öfkesini bastırmayı becerdi. Oğlunun haylazlığına alışmış bir baba misali seyretmekle yetindi kaçak soylu. İşittiklerinin tamamıyla uydurma olmadığını, gerçeğin kırıntılarını barındırdığını bildiğinden laf dalaşına girmeyi gereksiz buldu. Batık ve eski başkente gelme sebebi olan konuyu tartışıp bir an önce ondan uzaklaşmak istedi.


“Bedelini ödeyemeyeceğin cesaret gösterilerine, tok sözlülüğe girişmemeni tavsiye ederim. Seni sahip olduğun ruhla birlikte imha edebilirim. Bunu yapmamamı efendine duyduğum saygının bir kanıtı olarak görmelisin. Artık tartışmaktan vazgeçip inandığın kutlu davaya hizmet edecek planı belirleyelim. Kotarin’in gelmeyeceği kesinleştiğinden Alagossa meselesini çözüme biz kavuşturmalıyız. Buluşmaya katılıp fikrini belirtme zahmetine girmediği için kararlaştırılan plana uymama hakkına sahip olmayacak. Konuş bakalım, ne düşünüyorsun?” dedi İtago.


“Konuyla ilgili fikirlerimi uyruklarımız çizgiyi aşmadan önce de onlarca kez söyledim. Başına buyruk mahalli idarelerin Sefirlere faydası bu zamana kadar dokunmadı. Görünen o ki bundan sonra da dokunmayacak. Alagossa’yı yöneten hırsız maymunları defedip kenti teslim almalı ve bir sefirin emrine vermeliyiz. Bu sen de olabilirsin. Ciddiyim. Krallığın nasıl idare edilmesi gerektiğini Hepermiyon’daki iki ayaklı, süslü domuzlardan daha iyi biliyorsun. Damarlarında mavi kan akıyor. Ruhunda liderlik vasfı yatıyor. Suçluların mesken tuttuğu şehri yönetmek valiler için baş belası olsa da sana düğüm çözmekten daha zor gelmeyecektir.” tilkinin bu sözleri ile sesindeki uysal tını sakinleştiğini göstermekteydi. Salim kafayla düşününce İtago ile savaşmanın mantıksızlığını idrak etmişti. Tutkuyla bağlı olduğu taht hayali üzerinden yaltaklanarak onun gönlünü almak istedi.


“Strateji değiştirmenin ne yeri ne de zamanı… Düşmanlarımız açığa çıkmamızı beklerken şehir zapt etmek, surlara bayrağımızı çekmek pervasız bir hareket olur. Gizlilikten vazgeçecek halde değiliz. Öncelikle bize kan kaybettiren yaraları saralım. Alagossa Hakimi Tahres Argetha itaatsizliğinin cezasını çekmeli, kent sükunete kavuşmalı, hırsızlar loncasının başı uzun süre iyileşemeyecek biçimde ezilmeli... Bunları gerçekleştirmeden güneye giden yola ulaşamaz, oradaki halkı davamıza ortak edemeyiz. Sekiz senedir Güneydibi ucube tiranların hükümranlığı altında eziyet çekiyor. Tahres ve avenesinin ensesine okkalı bir tokat yapıştırdıktan sonra orayı kurtarmalı ve ahaliyi saflarımıza dahil etmeliyiz.” dedi İtago. Geveze bir çıban olarak gördüğü Eldrih’in yaranma teşebbüsünü umursamamıştı.


“Cezalandırmanın hiçbir işe yaramadığını deneyimlemeseydim söylediklerine hak verebilirdim. Batıda neler yaşandığını görmesen de bizimkilerden öğrendin diye tahmin ediyorum. Temalin hakimine haddini bildirmek için düzenlediğim tezgahın sonu hiç de iyi bitmedi. O gün sonumuz gelmediği için tanrıya şükretmeliyiz.” görmüş geçirmiş olduğunu hatırlatmak, saygınlık devşirmek için kurdu Eldrih bu cümleleri. Üstünkörü değindiği hadisenin köyünde yaşananlar olduğunu sanan Sato’nun zihnini bir deprem vurdu ve çocukluğundaki dehşeti yeşertti. Gözlerinin önüne kurban edilişler, kulağına kopardığı çığlıklar geldi. On bir yaşındaki hali aklının hakimiyetini ele geçirmişti sanki.


“Batıdaki başarısızlığın sebebi keşişlerdi. Alagossa onların desteğinden mahrum. Üstat Gonsijin gibi nefretten yoksun bir adam bile Tahres’ten tiksiniyor. Beslediği yaşlı itini dahi onun için göndermez. Perjev’in müdahale etmeyeceğini varsayarsak bize engel olacak kimse yok.” diyerek tilkinin itirazını da bilmişliğini de geçersiz kıldı İtago.


“Perjev’in müdahale etmeyeceğini neden varsayıyorsun? Kabokam’ın en kalabalık ordularından birine sahip olan kalenin kumandanı yardım isteyen bir lideri cevapsız bırakmayacaktır. Binbaşı Utarit adlı belayı makamından uzaklaştırabilmiş değiliz. Tahres’i derdest edeyim derken Alagossa üzerindeki Perjev etkisini artırmayasın.” dedi Eldrih. Bencil ve küstah diye adlandırdığı bir çocuğun planına uymak gururunu zedeleyeceğinden İtago’nun açığını arıyordu.


“Perjev bu meseleye bulaşmayacak çünkü yutmak zorunda kalacakları birkaç yem bırakacağım şehrin dibine. Erravan için de planlarım var. Bu iki devi kendi dertleriyle uğraşmak zorunda bırakırsam Tahres’in yardım çığlığını duyamazlar.” dedi İtago kendinden emin bir tavırla. Bu özgüven karşısında ne diyeceğini şaşıran tilki davayı onun kucağına bırakmayı uygun buldu. Yengi de yenilgi de senin olsun ukala diye söylendi içinden. İşin aslı onun yararsızlığı tilkinin lehineydi. İtago’nun her başarısızlığında bastırmakta güçlük çektiği bu hoppa gencin üzerindeki hakimiyetini artıracağı düşüncesindeydi tilki. Konuşulması gereken son meseleyi de karara bağlayıp görüşmeyi sonlandırmak istedi. “Tahres’in hak ettiği ceza nedir sence?” diye sordu matah bir cevap beklemediği halde.


“Tahtından veya kellesinden etmek için erken. Ona ölümlü olduğunu hatırlatmak yeter de artar. Perjev ile ilgileneceğim için Tahres’e dersini verme görevini sana devretmeyi uygun buldum. Anasından emdiği sütü burnundan getirebileceğine eminim.” Ricacı duruma düştüğü için yaranma sırası İtago’ya gelmişti. Övgüsünün işe yaramadığını görünce hayal kırıklığına uğrayacaktı. Eldrih af diler gibi bir sesle “Normal şartlarda zevkle kabul edeceğim bu teklifini maalesef ki reddetmek zorundayım. Sorumlusu olduğum kuzeybatıda işler yolunda gitmiyor. İtiraf etmeliyim ki buraya gelirken Alagossa meselesini Kotarin’in sırtına yüklemek niyetindeydim. Onun yokluğunun ceremesini çekmek, görev yerimi ihmal etmek istemiyorum.” dedi. Bunu duyan İtago makam hırsını bastırmasını sağlayan Asurah’ın tahtından kalktı. “Öyleyse bu işi merkezdeki aylaklara emanet etmek zorunda kalacağım. Üşengeçliğin yüzünden kahretsin tanrı seni Kotarin.” diye mırıldandı. Gözlerini yumup bir süre sessizce bekledi. Sato bu garip anın neden yaşandığını sorguladığı sırada yarasaların ciyaklamalarını andıran tiz sesler çıkaran bir geçit duvarın üzerinde açıldı. Kenarlarından mavi ve siyah renkte kıvılcımların fışkırdığı halka şeklindeki geçit İpekkuyruk Ormanı’na açılmaktaydı. Tilki geçide girmeden önce İtago’ya “Merkeze döndüğün zaman Kotarin’le karşılaşırsan lanetlerimi iletmeyi unutma sakın.” dedi. Onun gidişinden sonra kapattığı ilk geçidin hemen ardından bir yenisini açtı İtago. Bu seferki keşişin nerede bulunduğunu bilmediği bir köyü göstermekteydi. İtago taht odasına, özellikle tahta son kez baktıktan sonra geçidin içine girdi.


Onların gidişinden sonra sadece saray değil bütün yeraltı kaybettiği huzuru tekrar kazandı. Ağır hava bir nebze yumuşadı. Etraf sessizleşti. Öyle ki yeryüzündeki kuş seslerinin işitilmesi beklenebilirdi. Sessizliğin saltanatını ıslak etin taşa çarpmasından doğan tok bir ses yıktı. Sato ardında gizlendiği sütuna kafasını vurmaktaydı. Dudaklarından yalnız ve yanıtsız “Neden?” sözü dökülmekteydi. Öyle mahzun ve çaresizce söylemekteydi ki bu sözcüğü kanıyla ıslanan mermer dile gelecekti. Neden, neden, neden… Alnında açılan yarık kalbindeki hastalık kadar canını yakmıyordu. “Neden kalkıp savaşmadın? Neden gitmelerine izin verdin? Neden korkup saklandın? Neden korktun? Söylesene neden korktun? Yıllardır bu anı beklemiyor muydun? Sen değil miydin intikam yemini eden? Sen değil miydin yeryüzündeki tüm kötülüğü yok etmek isteyen? Az önce hemen önündeydi düşmanın. Sadece birkaç adım uzağındaydı. Söylesene piç kurusu neden savaşmadın?” Derisi tamamen soyulup kanına karışmış, alnında ezilecek et kalmamıştı. Sato son soruyu haykırdıktan birkaç saniye sonra bilincini yitirdi.