Yeteneksizliği fark edilmesin, büzülemeyen ağızlardan fışkıran zehir zemberek alaylar canını yakmasın diye Erravan’dan olabildiğince uzağa çadırını kurmuş, gözden ırak bir fundalıkta talim etmeye karar vermişti. Kentleri birbirine bağlayan ana yol bir, en yakın köy iki fersah ötesindeydi. Ara vermeden vızıldayan çekirgeler, gezinen tavşanlar, karasinekler, kelebekler ve ihtimal odur ki ovada kaybolmayı becerebilecek kadar aptal maceracılardan başkası onu rahatsız edemezdi. Kovulmuş olduğunu hatırlatan bu yalnızlık hoşuna gidiyordu. Güneşin batmasını beklerken gölgesinde dinlendiği ağacı kimsesizliğinin bir yansıması olarak addetmişti. Kimsesiz miydi? Belki, bir ihtimal, muhtemelen ve kim bilir… Kendini bir başına hissettiği böyle zamanlarda aklına leşin üstüne üşüşen akbabalar gibi başkentte bıraktığı ailesi gelirdi. Son zamanlarda siluetini seyrettiği kentte bıraktığı arkadaşlarının hatırına geldiği oluyordu. Bir başına hissetmesi adil miydi? Başkalarının vereceği yığınla niteliksiz cevabın aksine Kimeru’nun birkaç kelimelik bile olsa sözü yoktu bu konu hakkında. Adil veya değil… Yanıt her ne olursa olsun Kimeru kendini herkesin uzağında hissediyordu. Bu duygu, aklı yeryüzünde yaşananları algılayabilecek kıvama geldiğinde zerk edilmişti benliğine. Doğal değildi. Yaşıtlarının altını ıslattığı günlerde o kimsesizliğini sorgulardı. Oysaki kimsesiz değildi. Hiçbir zaman da olmamıştı. Penas Timanar’ın kaybedildiği o elim güne dek kendisini seven anne ve babası, kılına zarar gelse kesilmedik baş bırakmayacak üç ağabeyi, mutluluğu için elinden gelenin fazlasını yapan iki ablası vardı. Elim günde babası ve ağabeylerini ateş ve kanın koynunda terk etse de annesi ile ablaları hayattaydı. Mesele bir ailenin ferdi olmak ise Kimeru bu konuda hiç eksiklik çekmemişti. O halde neydi onu bu kadar yalnızlaştıran?

           

Kaybedilen kuşatma sayılmadığı takdirde Penas Timanar’da geçirdiği yıllar kesilebilecek kadar yoğun bir sis tabakasının ardında kalmıştı. Kimisine gülümsediği, bazısına üzüldüğü birkaç silik olaydan başka hatırlayabildiği bir anısı yoktu. Hepermiyon’a sığınmalarından sonra yaşadığı olaylar daha netti. Kocasının katledilişine tanık olan annesinin günden güne eriyişini, soylu olarak yetiştirilen ablalarının evi geçindirebilmek için alelade mesleklerde çıraklık yapmasını, onların avuçlarını ele geçiren nasırları, yaralanmalarını, her sofraya hâkim olan suskunluğu, bir gün bile eksik olmayan kavgaları, ağlamaları, iç çekmeleri, uzaklara dalıp gitmeleri ve annesinin yaşama tutunmasını sağlayan aile tarihini anlatma ritüellerini gayet iyi hatırlıyordu. Eksik kalan ailenin her ferdi vakit geçtikçe kendi ruhuna gömülmüş, diğerlerinin varlığından bağımsızlaşmıştı. Bunun sonucunda Kimeru halihazırda yüreğini ele geçirmiş olan yalnızlığa yekten teslim olmuştu. Annesi ve ablalarına kan bağından ileri gitmeyen aciz bir yakınlık hissediyordu sadece. Fakat bazı günler onları tekrar bir arada görmek için müthiş bir istek duyardı. Bu istek bazen vücudunu bile ele geçirir, başkente doğru yola çıkmak için hazırlandığı olurdu. Bir keresinde Aetir’i terk etmek üzereyken vazgeçmişti bu yolculuk kararından.


Kimeru onuru üzerine bir yemin etmişti Hepermiyon’dan ayrılmadan önce. Ailesini saygıdeğer bir büyücü olarak selamlanacağı güne kadar görmeyecekti. Kahramanlara yakışan o meşhur beyaz atın üzerinde başkente girecek, halkın tezahüratları ve hayranlık dolu bakışları eşliğinde ilerleyecek, hediye edilmiş çiçek buketini annesine verecek, kahraman da olsa saygıdan taviz vermeyip ablalarının nasırlı elini öpecekti. O gün gelene ve bu hikâye gerçekleşene kadar başkente gitmemeyi kafasına koymuştu. Bu hedefin tuhaf ve budalaca olduğunun farkındaydı. Büyü Akademisi’nden veya bizzat kraldan resmi davet gelirse bir an bile tereddüde düşmeden yola koyulacağının da farkındaydı. Sadece yakasından hiç düşmeyen aile buluşması hayalinin gerçekleşmesini meçhul bir geleceğe ertelemenin yoluydu bu hedef. Yaşadığı sefaletten kurtulup saygıdeğer bir büyücü olma hedefini mantıklı kılan bir sebep vardı aslında. Bu sebebin tohumu Büyü Akademisi’nde atılmıştı. Diğer sıfatlardan ziyade soylu olmayı umursayan onlarca Kasser hanedanı mensubunun arasında yıllarını geçirmişti. Kabokam’ın her şehrinde barbar diye anılan bir ailenin ferdi olmanın bedelini ödemişti onlar yüzünden. Sevgi zaten hiç beklememiş, görmesi gereken asgari ölçekte saygıya hasret kalmıştı. Gerçekleşmesine karar vermediği bir durumun cezasıyla yıllarını geçirmek içindeki nefreti körüklemişti. Yine de utanmamıştı aile geçmişinden. Karar verecek olsa yine bir Demirsancak olmayı isterdi. Ailesinin ötesinde kendisi de bir alay konusuydu. Büyücülükte bir geleceğinin olmadığı herkes için güneş kadar yadsınamazdı. Güneş kadar yakıcı bir gerçekti Kimeru için. Bazen hayallerini bir kenara koyup ablaları gibi alelade mesleklerde çıraklık yapmayı istedi. Böyle anlarda varlığını hatırlatırdı hedefi. Kendisini aşağılayanlara ders ve dert olsun diye saygıdeğer bir büyücü olarak girecekti başkentin kapısından. Zorbaların yüzüne bakma lütfunu bile bahşetmeyecekti.


Bir süredir duygular terazisinin diğer kefesini arkadaşları işgal eder gibiydi. Emin olamıyordu. Kalbindeki onlara ait ağırlığa tüm yaşananlara ve tanışma gününün üzerinden geçen bolca vakte rağmen alışamamıştı. Doğal bulmuyordu onların saçtığı hissiyatı. Sato’nun hiçbir zaman kül olmayan cesaretini, iyiliğe inanmasını, ölme ihtimalini umursamamasını aptalca buluyordu. Sato’nun içten içe kabul ve itiraf ettiği üzere bu hali onu kurtuluş gününe ermesinden alıkoyacaktı. Halkın refah ve barışa erdiğini kendi gözleriyle görmese de bu uğurda ölmeye razı olması Kimeru’nun nezdinde Sato’nun aptallığının bariz bir göstergesiydi. Ren’in masumiyetini, kötülükle hiç tanışmadığını düşündürten iyi niyetini, çocuksu sevecenliğini bir mecburiyetin eseri olarak görüyordu. Bir sırrı vardı. Bir sırrı kesinlikle vardı. Alaburun Köyü’nden ayrıldığı sırada rastladığı canavarla savaşırken göstermişti gerçek yüzünü. Sakin, saf ve iyi niyetli bir kadın maskesi takan bir canavardı. Neden böyle olduğu günün birinde anlaşılacaktı. Hikan’ın kalbinden gözlerine taşan karanlığı, bazen sesine yansıyan öfkeyi, sözlerine sızan nefreti korkutucu buluyordu. Ren’in aksine onun saklayacak bir sırrı yoktu. Ruhunda yatanlar suratında görülebiliyordu. Kimeru onu kendine benzetse de benzememesi gereken kişiler listesinde Hikan’ı üst sıralara koymuştu.


Kimeru onların yanındayken takındığı tavrı doğal bulmuyordu. Sato ağzını her açışında etrafına umut aşılıyordu. Kimeru da bundan payını alıyordu pek tabii. Gidişatın düzeleceğine inanıyordu birkaç dakikalığına da olsa. Sürü gibi gezinen binlerce insanın içinde sayısı az da olsa birilerinin mücevher gibi parladığını görüyor ve onların düzeni değiştirmek için elinden geleni yapacağına, gereken fedakarlıktan kaçınmayacağına inanıyordu. Üstelik onun yanında korkusuzluğu çelik gibi sarsılmaz oluyordu. Kotarin ile görüşmeden önce karşılarına çıkan akrep-insan kırması yaratıkla savaşırlarken zafere ulaşacaklarına emindi. Sato olmasa da yenebilirdi. Bundan hiç şüphesi yoktu. Yine de yanında genç keşişin olması içini rahatlatmıştı. Ren’in sahte de olsa çevresini aydınlatan sevecenliğini, masumiyetini, neşesini seviyordu. Kaldırdığı her halının altından, açtığı her sandığın içinden, gördüğü her insandan, uğradığı her şehirden, topraktan, sudan, ekmekten ve havadan kötülüğün fışkırmasından bıkmıştı. Ren’in güler yüzü karamsar düşüncelerden uzaklaşmasını sağlıyordu. Önemli değilse de değerliydi. Ren’in sağlığının bekçisi olan Hikan ise onun sevecenliğini suskunluğu ile dengeliyordu. Güneşli gündeki gölgeydi Hikan. Yağmurlu günde fırtınaydı. Birine kavuşmak için diğerine reva görülen ayrılıktı. Birini severken diğerine zerk edilen kıskançlıktı. Güzel olanın yanında mutlaka bulunacaktı. Değerli olmasa da gerekliydi. O olmasa olmazdı. Olmasa güzelliğin hiçbir anlamı olmazdı.


Kimeru yolun sonunu düşünenlerdendi. Doğası gereği yolculukla değil hedefle ilgilenmişti hep. Enine boyuna düşünülmeden alınmış gibi görünen ama aslında uzun süredir tasarladığı Aetir’i terk etme kararının üzerinden geçen günlerin istisnasız her birinde Asurah’ın ruhunu ele geçirmeyi düşünmüştü. Yaşanan olaylara, giriştiği savaşlara, kargaşaya ve acıya sırf bu yüzden katlanmıştı. Aklında hep ilk an vardı. Ruha kavuştuğu o ilk an… Bedenine giren tanrısal güç ona ne hissettirecekti? Yeni bir ruhla nasıl bakacaktı etrafına? Gördüklerini eskisi gibi yorumlayabilecek miydi yoksa basit ve aciz mi görünecekti gözüne? Bu soruların yanıtsız kalışının aksine kalbindeki boşluğun kötülükle dolacağına emindi. Ruhun sahibini yozlaşmaya sevk ettiğini öğrenmişti araştırmaları sırasında. Kişi önceki hayatında hiçbir zaman taviz vermediği değerlerinden zamanla uzaklaşır, gaddarlaşırdı ruh yüzünden. Kimeru’nun hedefinden vazgeçmemesi kötülüğü evcilleştirebileceğine inanmasından ileri geliyordu. Ingra’nın seleflerinin çoğu iyi anılmaktaydı. Onlardan biri olabilirdi Kimeru. Ruhun güç ve kudretine başvurarak Penas Timanar’ı yeniden fethedebilir, yeryüzünde huzuru ve mutluluğu sağlayabilirdi. Bu hedefini gerçekleştirirse ailesi onunla gurur duyacaktı. Büyü Akademisi’ndeki çeyrek asiller başta olmak üzere zamanında kendisini ezen herkes önünde diz çökecekti. Bunun için istiyordu ruhu Kimeru. Yalnızca bunun için yaşıyordu.


Kimeru bazen ruha kavuşma sürecini de düşünürdü. Şüphesiz ki tehlikeli bir yola baş koymuştu. Bu tehlike yalnızca canının yanmasından ibaret değildi. Başkalarının canının yanmasını da içeriyordu. Yol boyunca çiçekler ezilecek, böcekler ölecekti. Masum halkın zarar görmesinden yol arkadaşlarının ölmesine kadar onlarca yaşanmaması gereken ihtimal vardı önünde. Yine de vazgeçmiyordu hedefinden. Kötü biri olduğundan değil ruh peşinde koşmaktan başka seçeneği olmadığından vazgeçmiyordu. Hiçbir başarısı olmayan biri olarak yaşlanmanın ağırlığını kaldıramazdı. Mevcut haliyle otuzunu görmek bile korkutucuydu. Hiç kimseden korkmayan Kimeru bu ihtimalden çok korkuyordu.


Düşünce fırtınasında savrulması etrafında olan biteni algılamasının önüne geçmişti. Bu yüzden güneşin batışını fark edemedi. Bir karganın çığlık atarak uzaklaşması onu kendine getirdi. Vaktini boşa harcadığını anlayınca kendine kızdı. “Geçmişi düşünerek harcadığın vakti geleceğin için kullansaydın pişmanlık duyman gerekmezdi. Biraz kafanı çalıştırsan çok güzel olur, Kimeru.” diye azarladı kendini. Sırtını yasladığı ağaçtan uzaklaşıp fundalığın içine doğru ilerledi. Çevresini saran mor fundalara zarar vermemek için yükünü dazlak bir avuç toprağın üzerine yığdı. Yüzünü ardında bıraktığı ormana döndü. Kimsesizliğinin bir yansıması olarak gördüğü ağacı hedef aldı. “Hedefime kavuşana kadar çalışmalıyım. Başka çarem yok. Başka çare aramaya vaktim de takatim de yok.” diye içinden geçirdikten sonra yüksek sesle “Tai’sera Va’ad: Velutha Ros” dedi. Arzu ettiğinin aksine cılız bir ışık dahi çıkaramadı ejder başlı asasının ucundan. Baykuşları ürkütmekten başka bir halta yaramadı haykırdığı büyülü sözler. Yeniden denemeden önce biraz soluklandı. Zihnindeki kara bulutları dağıtamadığını gösteriyordu başarısızlığı. Bunun için çabalasa da daha da yoğunlaşmalarına sebep olmuştu. Bulutlar umutsuzluğun yağmurunu yağdırmasın, ruhunun mahsulünü telef etmesin diye bir an önce önlem almalıydı. Geçmişini zor da olsa silip attı aklından. Bileğine vurulan hislerin prangasını kırdı. Kendinden emin bir sesle tekrar etti büyülü sözleri. Bu kez asanın ucu hafifçe parıldadı. Elde ettiği başarının geçiciliği öfkelendirdi Kimeru’yu. Hiç vakit kaybetmeden üçüncü kez söyledi büyüyü. Asa onun aceleciliğini hoş bulmamış olacak ki gözleri kör edecek kadar kuvvetli bir ışıkla geceyi gündüze çevirdi. Bununla yetinmeyerek Kimeru’nun bütün vücudunu yıldırımla vurdu. Daha önce tatmadığı bir acıyla sarsıldı büyücü. Eti kızardı, beyni kaynadı, gözleri fırlayıp gitmek için zorladı yuvasını. Ayakta durmaya takati kalmayınca devrildi. Köz olan odun gibi tütmeye başladı. Bilinci kapanırken ölmemek için arasının iyi olmadığı tanrıya dualar etti.


Başarıya ulaşana kadar çabalamak için yemin etmiş Kimeru’nun ölümü talim sırasında olsaydı onu tanıyanlar şaşırmazdı. Vefatından haberdar olursa ailesi ve yol arkadaşları kahrolur, diğerleri bunu pek umursamazdı. Neyse ki ölmedi Kimeru. Maruz kaldığı yıldırım onu hafızasıyla baş başa bırakmıştı sadece. Büyü Akademisi’nde geçirdiği en önemli günlerden birini yeniden yaşamaya mahkûm edilmişti. O mühim gün aslında gece yarısında başlamıştı. Zar zor daldığı uykudan Joscelin Esterian tarafından kaldırılmıştı. Akademide teorik olarak öğretilen bütün büyülerin uygulanmasından sorumlu olan bu usta büyücü Kimeru’ya çalışmaları gerektiğini söyledi. “Uyan bakalım beceriksiz cüce! Sınıf arkadaşlarının gerisindeyken osurup horlayarak uyuyamazsın. Hemen benimle gel!” dedikten hemen sonra Kimeru ve diğer üç öğrenciye tahsis edilen odayı terk etti. Kimeru onun alay etmesine, iğnelemesine, azarlamasına alışmıştı. Gecenin köründe uyandırıp büyü çalıştırmasına da alışmıştı. Ustası sözlerini bitirmeden önce yatağından fırlayıp pijamalarının üzerine büyücü cübbesini geçirdi. Deri çizmelerini giydikten sonra koşar adımlarla ustasının peşine düştü. Joscelin ile arasındaki mesafeyi yatakhaneyi, banyoları, sınıfları, kurultay odasını, yemekhaneyi geçip bahçeye varmasıyla kapatabildi. Nefes nefese kalan Kimeru onun talimhaneye yöneleceğini zannetti. Fakat güzergâh akademiyi kuşatan ormana doğruydu. Neden ormana gittikleri sorusuna Joscelin “Her büyü yaptığında talimhanenin duvarlarını yaktığından olabilir mi acaba küçüğüm?” diye soruyla yanıtladı. Kimeru onun soruyu soruyla yanıtlamasına da alışmıştı.


Ormanın göbeğinde büyü yapmalarına uygun bir alan vardı. Etrafı kayın ve kestane ağaçları ile çevrelenmiş alan ufak bir şehir meydanı kadar genişti. Usta ile öğrenciden başka birisi bulunmadığından yaralanacak kimse yoktu ağaçlardan gayrı. Birkaç yaprağı yandıktan sonra su büyüsü ile söndürüleceği için Kimeru’nun ateş büyüleri fazla hasar bırakmayacaktı doğaya. Kimeru büyü yapmasının emredildiği ana dek asasının yanında olmadığını anlamadığı için odasına dönmek zorunda kaldı. Kan ter içinde geri döndüğü zaman ıstırap ve yorgunlukla geçecek gece başladı. Joscelin dinlenmesine fırsat vermeden art arda büyüler yaptırdı Kimeru’ya. Bunların birçoğu yalnızca lafta kaldı. Boğazını parçalarcasına haykırsa da Kimeru ateş büyülerinin sıcaklığını hissedemiyordu. Joscelin ise onun yorgunluğunu umursamadan söylemesini istediği büyüleri hatırlatıyordu öğrencisine. Yüzlercesinin içinde birkaç kere Kimeru ufak parıldamalar elde edebildi. Sevinç içinde ustasına dönse de her seferinde duvar gibi bir suratla karşılandı başarısı. Tebrik edilmemek yüzünden kırılan hevesi uyuyan hırsını silkerek uyandırdı. O andan sonra ustasının talimatını beklemeden sıraladı ezbere bildiği bütün büyüleri. Öfkeyle coşan zihni gerektiği gibi davranmasını engellediği için onlarca dakika boyunca boşuna çabaladı. Sakinleşmesinin gerektiğini fark edince durdu. Joscelin onu uyarana dek sessizce bekledi karanlığın içinde.


Joscelin’in tazyiki üzerine "Kai'moru Va'ad: Sebas Kuroru" diye haykıran Kimeru beklentisinin üzerinde, yoğun bir ateş püskürttü gökyüzüne. Mutlu olmaya vakit bulamayan kalbi korkuyla doldu ne yazık ki. Havada biraz ilerledikten sonra sönmeye yüz tutan dağınık ateşler birleşerek dev bir kuş halini aldı. Kaçınılması imkânsız bir hızla ilerleyip Kimeru’yu vurdu. Alev alan öğrenci ustasının su büyüsü sayesinde söndürüldü. Erkenden alınan önlem sayesinde canı yanmayan, zarar görmeyen Kimeru korku ile olduğu yere çöktü. Ardından yükselen kahkahalar sinirlerini bozdu. “Kaçıncı kez kendini kendi ateş büyünle vuruyorsun? Hatırladığım kadarıyla bu on ikinci… Senden daha beceriksizini bulmak çok zor küçük dostum.” diye söylenirken gülüyordu Joscelin. Alay edilmeyi hiçbir zaman kabullenemediği için Kimeru buruşturduğu yüzünü başka tarafa çevirdi. Muhatap olduğu kişi küsebileceği birisi değildi. “İyi tarafından bakmak lazım. Bu gece ilk defa büyüyü sözden gerçeğe çevirmeyi başardın. Tabii buna başarı denebilirse…” diyen Joscelin yüreklendirmek istediği çocuğun daha fazla üzüldüğünü görünce “Bir kez deneyip başarısız olduysan bin kez deneyeceksin. Öğrencimin hemencecik pes etmesine izin vermem. Doğrul ve çalış! Bu sefer aklını kullanmayı unutma. Yaptığın hatayı düzeltmenin yolunu kızıl saçlarının altındakini çalıştırarak bulacaksın.” diye bitirdi sözlerini. Onun sözlerine önem veren Kimeru korku ve hayal kırıklığına pabuç bırakmamak için doğruldu. Derin bir nefes aldıktan sonra kendisini rezil eden büyüyü söyledi: Kai'moru Va'ad: Sebas Kuroru! Sonuç aynı ve korkutucu olsa da Kimeru akıl yoluyla hatasını düzeltmesi gerektiğini öğrenmişti. Bu sebeple sakinlikten ödün vermeyecekti. Düşünüp doğru kararı verebilmesi için birkaç saniyesi vardı yalnızca. Ne yapabilirdi? Su büyüsünde başarısızdı. Toprak büyüsünde başarısızdı. Diğer bütün büyülerde başarısızdı. Elinde sadece ateş büyüleri ve faydası sınırlı destek büyüleri vardı. O an aklına “ateşe ateşle karşılık ver” sözü geldi. Bunu denemenin tam sırasıydı. “Kai'moru Va'ad: Sohire Katen” diyerek ateş kuşlarıyla arasında alevden bir sur çekti. Ateşten kuşlar sura değince biçimini yitirdi. Kimeru böylece yeteneğinin yetmediği yerde aklını silah olarak kullanması gerektiğini tecrübeyle öğrenmişti. “Yeryüzündeki hiçbir kudret iyi değerlendirilen zekâ ve bilgi ile boy ölçüşemez. Akıllının dili aptalın kılıcından keskindir. Bunu sakın unutma, küçük dostum.” dedi Joscelin. Bu sözüyle öğrencisini hedef belirlediklerine ulaşabilme umudunu aşıladı.


Kimeru’nun gururu kolayca sönmeyecek derecede kabarmıştı. Bir gecede canını yaksa da sonuç veren bir saldırı büyüsü ile gelecekte rakipleri karşısında işine fazlasıyla yarayacak bir savunma büyüsü öğrenmişti. Bunun da ötesinde sınıf arkadaşlarının önüne geçebilme ihtimali doğmuştu gözünde. “İyi ki uykusuz kaldım bu gece. Öğrendiklerimi sergilediğimde sınıftaki şerefsizlerin yüzü mosmor olacak!” diye mırıldandı sınıftaki şerefsizlerin akrabası olan ustasının duymasını umursamadan. İyi ki demek için erkendi henüz. Gururu bir dakika içinde sönüverdi. Usta Joscelin Esterian rakip olarak karşısına geçmiş, dört ana elementte ustalaştığını gösteren taçlı kartal, büyük ahtapot, boz ayı ve ejder başlı asasını gözleri heyecan ve şaşkınlıkla kocaman açılmış Kimeru’ya doğrultmuştu. “Başıbozuk büyülerine rakiplerinle savaşırken hâkim olamazsan vızıldayarak rahatsız etmekten başka zararı dokunamamış karasinekler gibi ezilirsin. Benimle savaşarak bu geceki kazanımlarını pekiştirmelisin, küçük dostum.” dedi ve asasıyla emrine boyun eğmesini istediği toprağa vurduktan sonra “Ma’ithir Va’ad: Gan Nudarga” diye fısıldadı. Büyüyle harekete geçen toprak uysal bir kedi gibi inledi, bir süre kabarıp dalgalandı. Bu sırada Kimeru bolca vakte sahip olmasına rağmen büyüyü daha önce duymadığından nasıl bir önlem alması gerektiğine emin olamadı. Elinde kullanabileceği iki kozu vardı ve hangisinin uygun olacağını bilmiyordu. Toprağın inleyerek hareket etmesi bir an sonra bıçak gibi kesildi. Kaşla göz arasında topraktan iki dev el yükseldi ve Kimeru’nun üzerine kapandı. Tehlikeyi sezdiği an geriye doğru sıçrayarak kurtulan Kimeru ustasının benzetmesinin bu kadar kısa sürede gerçeğe evirileceğini tahmin etmemişti. Saldırıya cevap vermek için asasını doğrulttuğu an yine kaçmak zorunda kaldı. Aralarındaki mücadeleyi tanımlamak için kullandığı savaşmak terimini boş yere söylemediğini kanıtlayacak cinsten, kuvvetli bir su büyüsü yaptı Joscelin. “Enki’rida Va’ad: Vankila Ovonin” dedikten sonra asasıyla havada çemberler çizdi. Meydana getirdiği dev su güllesi Kimeru’yu vurmak için fırlatıldı. İki kozundan birini kullanabileceği zaman geldiği için memnun olan Kimeru ise “Kai'moru Va'ad: Sohire Katen” büyüsüyle sudan güllenin önüne ateşten sur çekti. Kendini kurtarsa da iki zıt elementin buluşmasıyla orman sise kurban gitti, göz gözü görmez oldu. Tam bu sırada Joscelin az önceki büyüyü yineledi. Sudan güllenin geldiğini göremeyen Kimeru bu sefer önlem alamadı ve kaçamadı. Rakibini vurduktan sonra dağılmayan gülle öğrenci için bir hapishane oldu.


Öğrenci Kimeru boğulmadan önce büyüyü bozan Usta Joscelin o kendine gelene kadar herhangi bir hamlede bulunmadı. Onun yuttuğu bolca suyu istifra etme, öksürerek nefesini düzenleme çabasını izlerken savaşa benzer talimin amacını aştığına karar verdi. Zincirlerinden kurtulması için Kimeru’nun üzerine gitmek işkenceden farksız olacaktı. Joscelin bunu hiçbir zaman istemedi. Bu an ve sonrasında isteyecek değildi. Avuç içiyle hafif darbeler indirerek Kimeru’yu boğulmaktan kurtardı. Ölüm korkusu ile sarsılan zavallıyı sırtını yaslayıp dinlenebilmesi için bir ağacın önüne bıraktı. Alanın başka köşesinde duran kayanın üzerine oturdu. Etkisini sertçe hissettiren utanç ve pişmanlık onu konuşmaya mecbur etti. “Bana kızdığını ve hatta bazı günler benden nefret ettiğini biliyorum. Neden sana bu kadar acımasız ve tahammülsüz davrandığımı sorup duruyorsun kendine. Yanıtlayayım, küçük dostum. Geldiğin güne dek büyünün Kasser soyuna has olduğunu zannederdik. Özel olduğumuzu düşünürdük. İki büyülü sözü yan yana getiremeyenler bile soyundan ötürü mutlu olurdu. Sonuçta istisnası görülmemiş biçimde hepimiz öyle ya da böyle Kangiri Kasser’in torunuyuz. Sen gelince bu yanılgıdan suya değmiş kedi gibi irkilerek kurtulduk. İyi ki de kurtulduk. Geceden gündüze varınca gördük ki tahtı tehdit edemeyecek kadar aciz, vasıfsız ve önemsiz olduğumuz için hayatta bırakılan birkaç solucandık. Büyü akademisinin amacı bizi oyalamaktı yalnızca. Bu farkındalık yüzünden haricimdeki herkes alaşağı oldu. Babamın hali bile utanç vericiydi. Ölme vakti gelmiş gibi yüzü sarardı, yemeden içmeden kesildi, günlerce bir söz bile etmedi.” dedikten sonra bir süre ara verdi sözlerine. Kimeru geçmiş günlerde anlamak üzere olduğu durumu tüm ayrıntılarıyla idrak etti. Ancak ne hissetmesi gerektiğine karar veremedi. Hisler yelpazesinin üyeleri bir anda birbirine girdi. Üzülmek de sevinmek de eşit oranda gereksiz ve aptalca göründü gözüne.


Kendisine göre kısa, duyacaklarını merakla bekleyen öğrencisine göre oldukça uzun bir aradan sonra sözlerine devam etti Joscelin. “Ben ise mutlu olmuştum. En sonunda bahçede koşuşturup bulduğu ıvır zıvırı annesine gösteren birkaç veletten fazlası olabilecektik. Senin gibi bir yabancının gölgesinde kalmamak için çabalayacak, kuvvet ve erdemler kazanacak, yüce amaçlar edinecek, önemli görevlerden sorumlu olacaktık. Akademinin kuruluşu sırasında hedeflendiği gibi eşkıyaları, çeteleri, asileri, tiranları derdest edebilecektik. Fakat bunların hiçbirine gerek kalmadı. Yeteneksiz olduğun kesinleşti, başarısız olacağınsa muhtemeldi. Bir yabancının gölgesinde kalmayacağını gören akademililer için endişelenme devri son erdi. Dersi savsaklamaya, aylaklık etmeye, erdemden uzaklaşmaya, görev bilincini unutmaya kaldıkları yerden devam ettiler. Bu gidişle hiçbirine ideal olanı gösteremeden mezun olacaksın, Kimeru. Soylular akademinin kendi bahçeleri olduğu yanılgısıyla yaşayacaklar. Soylu olmayanlara akademiye katılma ihtimali imkânsız görünmeye devam edecek. Sonuçta sen önemsiz bir istisna olarak kalacaksın. Bizi ölüm uykusundan kurtararak binlerce insanı umutlandırma ihtimalini berbat etmene göz yumamam. Kimeru Demirsancak’ın Büyü Akademisi tarihindeki yeri alay edilen, hor görülen bir palyaçodan ibaret olmamalı. Herkesin iyiliği için başarılı olmalısın, Kimeru. Başka çaren yok.”


 Uzun olsa da eğreti hissettirmeyen bir sessizlik hâkim oldu ormana. Joscelin’in söyleyecek sözü kalmamıştı. Kimeru içinse anlama ve anladığını hazmetme vaktiydi. Demek yüzlerce kişiye aslında ne olduğunu gösterdiği için düşman bellenmişti. Yıllar boyu özel olduğu yanılgısıyla yaşayanların elinden biricik sıfatını aldığı için sevilmiyordu. Demek var olması bile huzursuzluk sebebiydi akademililer için. Aynı amaç için savaşsalar da hiçbir zaman aynı safta bulunmayacaklardı. Kimeru ne hissetmesi gerektiği konusunda bir süre kararsız kaldı. Üzülmemeliydi. Aralarında zayıf bir bağ dahi kurulmamış yüzlerce insan kendini önemsiz görmeye başladı diye üzülemezdi. Sevinmemişti. Başarısıyla birilerini rahatsız etseydi elbette ki sevinirdi. Ancak hal bambaşkaydı. Hayal kırıklığına uğramıştı sadece Kimeru. Penas Timanar’ın düştüğü gün kurmaya başladığı büyücü olma hayalini budalaca bulmaya başladı. Kaideyi bozamayacak bir istisnanın peşinden gidiyordu belli ki. İsmini bilmediği o büyücü inanılmaz bir gayretle savaşmıştı Penar Timanar kaybedilmesin, tanımadığı insanlar katledilmesin diye. Savaşın hiçbir anında dehşete yenilmemiş, sakinliğinden ödün vermemiş, korkup kaçışan askerleri yüreklendirip örgütlemişti. Savaş sırasında birçok insanın canını kurtarmış, savaşın kaybedileceği kesinleşince Kimeru ve ailesinin aralarında bulunduğu silahsız halkı kaleden kaçırmayı başarmıştı. Kaçırdığı kafileye güvenli bir yere varana dek eşlik etmiş, sonra uğradığı akıbeti bilmediği Penas Timanar’a dönmüştü. Savaşta göz gözü görmese de Kimeru onu görmüş, her adımına şahit olmuş ve hayran kalmıştı. Ve o gün büyücü olmaya karar vermişti. Joscelin’in sözleri üzerine kaideyi bozamayan bir istisnanın peşinden gittiğini anlamıştı.


Süren sessizlik Kimeru’ya yalnızca hayalinin gereksizliği konusunda düşünecek vakti sunmadı. Ormanın suskunluğu Joscelin’in sözlerinin amacını kavramaya yaradı ayrıca. İşittiği kesinlikle bir sitem veya azar değildi. Bir destek çağrısıydı. Joscelin hayalini kurduğu büyü akademisini yaratabilmek için Kimeru’ya muhtaçtı. En azından onun temsil edeceği anlama muhtaçtı. Fildişi kulelerinden ayrılmayan, sefahatten usanmayan, elini taşın altına koymaktan çekinen bir güruh ile yola devam edilemez, akademi onların eline bırakılamazdı. Bu sebeple büyünün Kasser hanesine has olduğuna dair yanılgı yıkılmalıydı. Bu yıkımın balyozu Kimeru olacaktı. Onun başarısı Erravan, Temalin, Etros, Mirabel gibi başkente uzak kentlerde yaşayan hamalın, kasabın, manavın çocuğuna ilham verecekti. Bu ilhamla başkente gelenler Kasser hanesinin akademideki saltanatını yerle bir edecekti. Yüce amaçlar uğruna savaşan asil olmayan büyücüler sayesinde akademinin lakabı mavi kanlı solucanların yuvası olmaktan çıkacaktı. Kimeru’nun başarılı olmasından sonra gerçekleşebilecek bu ihtimaller hiç şüphesiz Joscelin’in himayesine bağlıydı. Onun anlattığı üzere Başkan Thagir dahil kimse Kimeru’nun varlığından memnun değildi. Kutlu amaca doğru yürüyecekse Joscelin haricinde yol arkadaşı bulamayacaktı Kimeru.


Boğulma tehlikesiyle yüzleştiği için sarsılan yüreği sakinliğe erince gövdesine yaslandığı ağaca tutunarak doğruldu. Derin bir nefesle ciğerlerini ferahlattı. Gözlerini yumup söyleyeceği sözü tasarladı. “Başarısız olmayacağım. Şerefli büyücülerin istisna olmadığı bir gelecek yaratacağım. Bunun için ne gerekiyorsa yapacağım.” dedi kimseyi şüpheye sevk etmeyecek kararlı bir tavırla. Ustası gülümsemeden edemedi. Üzerinde heybetli bir dağ gibi yükseldiği kayadan indi. Öğrencisinin başını babacanca okşayıp “Senin gibi inatçı bir keçiden başka bir cevap beklenemezdi zaten. Beni hayal kırıklığına uğratmadın. Hadi hazırlan. Görev vakti!” dedi. Bir dava sona ermişken yenisini başlatmakta gecikmemişti usta.


Kimeru yakın vadede bir göreve davet edileceğine ihtimal vermezdi. Bir göreve davet edileceği de vade fark etmeksizin gözüne zor görünürdü. Hal ve gidişat fark etmeksizin akademide yüzlerce mahir büyücü bulunurdu. Fakat bir göreve şevkle atılacak, görev sürecinde gereken fedakarlıkta bulunmaktan gocunmayacak kimi bulabilirdi ki Joscelin? Bu konuda Kimeru’nun muadili yoktu akademide. Çantasını hazırlarken düşündüğü buydu. Pijamalarından kurtulup cübbesinin altına yün içlik giyerken ise nereye gidileceğini düşündü. Birbirini kovalayan, her biri öncekinden daha sancılı geçen isyanlarla çalkalanan doğunun incisi Etros’a gidebilirlerdi. Bereketsiz ve tecrit edilmiş olduğu yetmezmiş gibi taç mücadelesi ile mahvolan Güneydibi’ne gidebilirlerdi. Bir türlü boyun eğdirilemeyen, üstelik Gizara gibi dehşetengiz bir koza sahip olan Reksa’ya gidebilirlerdi. Kimeru keşişlerin nefretini kazanmak istemediği için diğer ihtimalleri daha sevimli buldu. Keşişler geveze akademililerin ateş başında anlattığı korku hikayelerinin en gözde konusuydu. Yeryüzünün farklı kentlerinde, tarihin farklı zamanlarında geçen hikayelerin ortak özelliği “keşiş” diye geçen ama tasvir edilme biçimi bir canavardan farksız olan kötü adamın “büyücü” diye anılan ama kendini savunmaktan aciz bir kız çocuğundan farksız olan ana karakteri akla gelebilecek en korkunç yöntemlerle katletmesiydi. Bu hikâye anlatma geleneğini başlatanın amacı muhtemelen genç büyücülere keşiş nefreti aşılamaktı. Sonuç ise bundan tamamen farklıydı. Çocuk büyücülerin yüreği korkuyla öyle bir doluyordu ki savaşa kararlı bir keşişe rastlasalar altlarını ıslatacak hale geliyorlardı. Genç büyücüler ise safsatayı gerçekten ayırabildikleri için gülüp geçiyordu yalnızca. Kimeru ise çocuk olduğu halde safsatayı yutmamıştı. Akademinin de manastırın da kurulmadığı tarihlerde geçen hikayeler ona göre aptalcaydı. Keşişler büyücülerin doğal rakibi olduğu için korkuyordu. Suyun ateşi söndürmesi gibi keşiş de büyücüyü yenerdi. Büyü için dikkate değer ölçüde vakit harcayan büyücü hareketi herhangi bir sınırlandırmaya maruz kalmayan keşişe gereken cevabı vermekte zorlanırdı çoğu zaman.


Kimeru’nun korkusu biraz sonra harlanıp kalbini tutuşturdu. Batıya gidiyorlardı. Joscelin henüz görevin mahiyetini açıklamasa da tahmin etmek zor değildi. Ustasının sütten beyaz atının yedeğindeki eşeğe binen Kimeru derin bir nefes alıp “İşte başlıyoruz.” dedi içinden. Onun aklını okumuş gibi ustası da “İşte başlıyoruz, küçük dostum.” dedi ve atını vurduğu bir fiskeyle yürüyüşe geçirdi. Kimeru da eşeği yola koyulmaya ikna etmek için kalçasına birkaç kez vurdu. Doğmaya hevesli güneşin yaydığı ilk ışıklar onların sırtını aydınlatırken gözleri sadece batının alacakaranlığına dikilmişti. Kimeru rakiplerinden korkmak yerine ustasına güvenmenin daha akılcı olduğuna karar verdi. Yol boyunca onun gölgesinden ayrılmayacaktı. Joscelin ise onu ışıkla tanıştırmaya karar vermişti daha öncesinde.


Büyü Akademisi’nin arazisinden ayrılmaları uzun sürmedi. Onları ilerleyişten alıkoyacak kimse yoktu görünürde. Hiç kimse uykunun sıcak koynundan ayrılmamıştı çünkü. Güneş ışığı perdeleri aşana kadar uyuyacak, lüzumsuz sohbetler eşliğinde kahvaltı edecek, terden kurtulmak bahanesiyle hamamda vakit öldürecek, öğle yemeğini yine gevezelik ederek yiyecek, ikindi uykusunu canları nerede isterse orada alacak, bu disiplinsizlik bir ustanın sinirlerini bozarsa talimhanede çalışırmış gibi davranacaklar, bozmazsa ormanda gezintiye çıkacaklardı. Bu rutini bozmaya kimsenin niyeti yoktu. Dolayısıyla göreve çıkan usta ile öğrencisini oyalayacak kimse de yoktu. Başkente hâkim olan ferahlıkla hoşluk akademinin arazisinde de net bir biçimde görülebiliyordu. Birbiriyle müthiş bir uyum içinde olan onlarca çeşit çiçek, haşmetli ağaçlar, biçilmiş gibi görünen çimenler izleyeni mutlu etmeye yeterdi. Emekli ustaların ikamet ettiği ufak şatolara bakanlar ise kıskanmadan edemezdi. Şüphesiz ki onlar yaşlı olmanın bütün yükünü unutturan bir yerde yaşıyorlardı. Onların muadili Bereketli Bağ’da meskûn emekli şövalyelerdi.


Yolun devamında kesintiye uğramadan ilerlemek o kadar da kolay olmadı. Joscelin Esterian’ın adını işitmeyen kimse bulunamazdı kıtanın batısında. Bu yüzden hâl hatır sormalar olağandan fazlaydı. Ağaç dibinde mantar, nehir dibinde kıymetli maden arayanlar, tarlasını ayrık otundan arındıran çiftçiler, kervan liderleri, seyyahlar, avcılar onu görünce samimi bir gülümseyişle selamlıyordu. Joscelin onların gösterdiği sevgiyi saygıyla kabul ediyor ve her birine kibarca cevap veriyordu. Bazen mesleklerine göre biçimlenen uzun sohbetlere giriştiği de oluyordu. Kimeru sessizce yola devam etmeyi bekliyordu sohbet sırasında. Espriler onu güldürmüyor, kederlenmeler onu üzmüyor, saniyeler süren sessizlikler onu adeta boğuyordu. Amacı bir an önce sona ulaşmaktı. İyi ve kötü… Bunun için biraz beklemesi gerekecekti.


Öncesinde sevecenliğinden ödün vermeyen Joscelin tuhaf bir biçimde Hepermiyon’a yaklaşınca ak pelerininin bol başlığını kafasına geçirdi. Kara kaftanının yakasıyla yanaklarını örttü. Birinden veya birilerinden çekinir gibi bir hali vardı. Kimeru onun ölümden yahut yenilgiden korktuğuna inanmadığı için kendince bir öykü uydurdu. Ona göre Joscelin’in kendisine yasaklanmış bir aşığı vardı. Fulvia adını koyduğu bu aşık asil olmadığı için Kasserit liderleri tarafından Joscelin’in çevresinden uzaklaştırılmıştı. Ustası onunla evlenebilmek için mücadele etse de başarıya ulaşamadı. Mavi kanlı olmanın getirilerinden mahrum edilmeyi kabul etse de aynı akıbete ailesinin de maruz kalacağını öğrenince aşkından vazgeçti. Kimeru hem ustasının çekingenliğine sebep bulmak hem de can sıkıntısından kurtulmak için uydurduğu bu öykünün detaylarını tasarlamakla meşgul oldu bir süre. Damağında kekremsi bir tat bıraksa da çoğu insanın saygıyla selamladığı karizmatik ustasını tuhaf hallere sürüklemek onu eğlendirdi.


Huzurlu yolculuğun tadı kaçmakta gecikmedi. Kangiri Lejyonu’nun karargahına yaklaştıklarını gören iki lejyoner yamağı onların yolunu kesti. Bununla yetinmeyerek ustanın da çırağın da bineğinin gemini yakaladı. Joscelin’in önünde duran yamak muhatap olduğu kişinin kimliğini öğrendikten sonra konuşacak kadar zeki değildi. Görmezden gelinemeyecek bir küstahlıkla, ağzından tükürükler ve biraz önce yediği çöreğin kırıntılarını saçarak konuştu. “Mektup mu getirdin? Getirmediysen git. Getirdiysen bana ver. Tüccar mısın? Değilsen git. Öyleysen malını önce bana göster. Gezgin misin? Gezginsen başka yerde gez. Değilsen ne olduğunu söyle.” dedi hızlıca. “Mektup getirmedim. Ne tüccarım ne de gezgin. Batıya gidiyorum, dostum.” diye yanıtladı onun sorular yumağını Joscelin. “Buradan sonrası keşişlerin toprağı. İzin kâğıdın varsa göster. Yoksa git. Başımızı ağrıtma.” dedi adam çöreğin son kırıntılarını atın gövdesine saçarak. “Gördüğün gibi yalnızca iki kişiyiz. Bu halimizle kimsenin başını ağrıtamayız. İzin ver de geçelim.” dedi Joscelin sabrının taştığını gizlemeyen bir tavırla. “İzin kâğıdı yoksa izin vermek de yok. Git!” dedi adam onun sinirlendiğini anlamayarak. Joscelin başlığını indirdi, kaftanının yakasını yüzünden uzaklaştırdı. “Beni tanımıyorsun sanırım, lejyoner yamağı. Ben hizmetinde olduğun Kasser soyundan Joscelin Esterian. Yolumdan çekilmemek için ısrar edersen soluğu Güneydibi’nde alırsın. O kıymalı çörek kokan ağzından kaba bir cümle daha çıkarsa hakkettiğin cevabı alırsın. Seçim senin.” bu tehdit üzerinde adam elini atın geminden çekti. Beklemediği anda suratına vurulan bu tehdit onu o kadar korkuttu ki istemsizce biraz geriledi. Arkadaşına oradan uzaklaşmasını emrettikten sonra “Özür dilerim efendim. Garnizon kumandanı gelene geçene dikkat etmemiz gerektiğini söylediği için sizi durdurdum.” diyerek kabalığına bir sebep sunmaya çalıştı. Joscelin bu zavallı adam ile uğraşmayı gereksiz bularak yoluna devam etti. Öğrencisi ve eşeği onu takip etti.


Tat kaçıran sinekler savıldıktan sonra Kimeru’nun korkusuyla yüzleşme vakti gelmişti sonunda. Yasaklı toprakların başladığı noktada her halinden keşiş olduğu besbelli olan iki kişi onları bekliyordu. Kimeru asasına kendisini kurtarmaya yetmeyeceğini bildiği halde sarıldı. Ellerinin hafifçe titremesi ona yeteneksizliğini yeniden hatırlattı. Gerçekten kurtarıcısı olabilecek Joscelin’e bakınca onun korkmaktan tamamen uzak olduğunu gördü. İçinin rahatlaması gerekse de iki rakibe karşı bir çeyrek olmaları canını sıkmaya bir süre devam edecekti. “İşe yarayabilsem keşke.” diye geçirdi içinden. Bu dileği ve çeşitlerini zihninde sıralarken hiç acelesi olmayan bineklerin yavaşça ilerlemesinin sonunda iki taraf buluştu. Fakat onun beklediği üzere bir savaş başlamadı. En ufak bir tartışma bile kopmadı taraflar arasında. Aslında “taraflar” mevcut bile değildi. Keşişlerden daha yaşlı görüneniyle Joscelin kucaklaştı. Daha genç olanı ise tokalaşmak için elini uzattı Kimeru’ya. Üzerine çöken hayreti defettikten sonra Kimeru bu kuvvetli eli sıktı. Bir savaşın değil ittifakın başladığını anladı.


“Seni rahatsız etmek zorunda kaldığım için özür dilerim, Joscelin. Manastırdakiler kendi görevi ile meşgul olduğundan sana başvurdum.” dedi yaşlı keşiş. Joscelin bu sözün üzerine kibarca gülümsedi. “Beni çağırdığın için memnunum, Usta Kitaro. Akademide ne kadar sıkıldığımı bilirsin. Benim için tatil oldu bu görev diyebilirim. Bu bacaksızlar ile uğraşmak beni en azılı düşmanlardan daha fazla yoruyor.” dedi Kimeru’nun kızıl saçlarını okşayarak. Usta Kitaro’nun gözleri ona çevrildi. Sevecenlikle parıldayan ela gözler Kimeru’nun kalbindeki son korku kırıntılarını da imha etti. “Bir bakışla ne kadar çetin ceviz olduğunu anlayabiliyorum. Seni yorduğuna eminim, Joscelin. Benzer dertten ben de mustaribim. Ancak benimkinin adı Taspar.” dedi Kimeru’nun az önce selamlaştığı keşişi göstererek. Bu sohbetin ardından yola devam etmenin vakti gelmişti. Öğleden sonra olduğu için güneş insafsızca davranıyordu gölgeden uzak olanlara. Buna rağmen Joscelin saygısızlık olmasın diye atından inip Kitaro ile yan yana yürümeye başladı. Birkaç adım önde sohbet ederek yürüyen ustalarını Taspar ile Kimeru sessizce takip ediyordu. Kimeru’ya kalsa yolculuk böyle devam edecekti. Taspar ise garipsediği suskunluğu bozmak için sohbeti başlattı. “Usta Kitaro göreve gideceğimizi söylediğinde benimle dalga geçtiğini düşündüm. Aramızda kalsın, özellikle sarhoş olduğu zamanlarda garip sözler savurmak gibi berbat bir huyu vardır. Bu yüzden yola koyulana kadar hiç umursamadım şu görev mevzusunu. Sizi görünce hiç de sıradan bir meselenin içinde olmadığımı anladım. Başkentten misafir gelmez genelde. Gelenlerse bildiğin gibi misafir edilmek istemezler.” dedi Kimeru’nun üzerindeki çekingenliği kovan samimi bir tavırla. “Al benden de o kadar. Buraya gelene dek ne hikayeler uydurdum kendimce. Görüyorum ki işin aslı tahmin edilenin ötesinde.” bunun üzerine Taspar bir süredir zihninde beklettiği ihtimali gün yüzüne kavuşturdu. “Yalnız başımıza baş edemeyeceğimiz bir düşmanla savaşacağımızı düşünüyorum. Başka türlü büyücülerle keşişler ittifak kurmazdı. Muhtemelen birkaç Balarg ile savaşacağız.” diyen Taspar bu meseleyi eşelemeyi istemese de Kimeru “Burada mı? Başkentin kıyısında bir Balarg mı?” diye sorunca devam etti. “Garip olduğunun farkındayım. Ama garip olayların ardı arkası kesilmiyor bu günlerde. Hayatta kalmak istiyorsan hayret etmekten vazgeçmelisin. Böylece kimse seni hassas yerinden vuramaz.” diye son verdi sözlerine.


Hakkında çeşitli dedikodular duyduğu, Kangiri Öncesi Kıta Tarihi dersinde birçok kez işlenen, artık görülmediği için memnun olduğu Balarg ırkından bir veya birkaç kişiyle savaşmak istemediği belli olsa da önlerinde yürüyen ustalar sayesinde güvende hissediyordu. Hissettiği güvenin kaynağı olan bu iki ustayı bir süre inceledi. Aralarındaki zıtlık görülmeye değerdi. Kitaro’nun beline kadar uzanan siyah ve gür saçlarının aksine Joscelin’in sarı saçları omuzlarında sona eriyordu. Kitaro’nun güneşte kararmış esmer teninin aksine Joscelin bembeyazdı. Kitaro’nun tombul yüzü ve iri bedeninin aksine Joscelin’in yüzü kemikli, vücudu inceydi. Kitaro eskimiş çizmeler ve cübbe giymekle yetinirken Joscelin en şık ve kalitelisinden bir kaftan ve pelerin giymişti. Gözle görülen her özelliği birbirinden farklı olan bu iki kişi yan yana gelince eksiğin giderilmesi gibi keyif verici bir manzara yaratmıştı. Kimeru içinse önemli olan sahip oldukları kuvvetti. Kimse onların alelade adamlar olduğunu iddia edemez, kimse onların nefretini kazandıktan sonra rahat uyuyamazdı yatağında. “Keşiş olduğum andan itibaren hiç hayatım için endişe etmedim. Hangi dipsiz çukura düştüğüm, başıma nasıl bir bela açtığım, kiminle husumet yaşadığım fark etmeksizin gelip beni kurtaracaklarını biliyorum. Yoldaş olduğumuz için aynısı senin için de geçerlidir. Gönlün rahat olsun. Canının yanmasına izin vermeyiz.” dedi Taspar. Her konuştuğunda aklından geçeni bildiğini hissettiren bu keşiş Kimeru’nun gülümsemesini sağladı.


Ölmeden önce kişinin Kabokam’da görmesi gereken birçok yer vardı. Her biri eşine az rastlanır türden güzellikler sunardı bakana. Kimeru’yu ilk bakışta büyüleyen Reksa ise yıllar süren çaba ve emek sayesinde yücelmenin kentiydi. Bir düzen gözetilerek inşa edilen beyaz mermerden sevimli evler üzüm asmalarıyla gölgelendirilen damlara sahipti. Pencereler geniş ve korkuluksuzdu. Kaldırımlar birbirinin ikizi olan dev taşlarla örülmüş, yollara zifte bulanmış görece daha küçük taşlar serilmişti. Evlerin yanına mutlaka bir ağaç dikilmişti. Yaşlı olanların bazılarına çocukların eğlenebilmesi için ağaç evler kurulmuş, fidanlar haşarı veletlerin hışmına uğramasın diye etrafına çit çekilmişti. Meydana şehrin kuruluşu adına dikilen yüzlerce yıllık sütunun doğusunda kolezyum, batısında forum vardı. Kuzeyde külliye olarak inşa edilen hamamlar, yetimhane ve huzurevi, güneyde işlevini yitirmiş hükümet binası ile yerli soyluların malikanesi bulunuyordu. Bunların ortak noktası hayalperest mimarların dehasıyla yaratılmaları, çalışkan işçilerin yıllar boyunca ter dökmeleri ve sanatçıların keyif alarak süslemeleriydi. Göz alıcı derdi görenler manastırı görene kadar. Kıtanın diğer binalarıyla kıyaslanmaması gereken manastır saray kadar güzel, kale kadar sağlam ve katedral kadar uhreviydi. Manastırın çevresine dikilmiş çan kulelerinin tepesine keşişlerin barışa düşkünlüğünü ifade etmek için güvercin heykelleri konulmuştu. Diğerlerinin ablası gibi görünen iki kulenin çanı vurulduğu zaman kıtayı inletecek derecede büyüktü. Yağmur suyu yüzünden kararan manastırın gövdesinin çatıya yakın kısmı Reksa’nın özerkliğini kutlamak adına zafer takı olarak kullanılmış, kahraman keşişlerin siluetleri ve savaş sahneleri oyulmuştu. Ön cephede yer alan bir ve dev kapı ceviz ağacındandı. Ceylan, aslan, sincap, tavşan, tilki gibi hayvanların biçiminde olan payandaların bazısı pişmiş toprak bazısı taştandı. Manastırın avlusu ise iki kısma ayrılmıştı. Dış kısım meyve ağaçları ile çiçekler güzelleşirken, iç kısım komşu kentlerdeki zenginlerin hediye ettiği heykellerle süslenmişti. Şehir usta bir ressamın çizdiği pahalı bir tablo olsa da eserin tamamlanabilmesi için doğanın da desteği gerekmekteydi. Bu konuda elinden geleni esirgememişti doğa. Kentin yarım fersah ötesindeki okyanus engin bilgeliğiyle kendini gösteriyordu. Kentin çevresindeki göletler benekli geyik görüntüsü veriyordu kente. Göz alabildiğine uzanan orman ise insanın ruhunu gündelik kaygılardan arındıracak ululuktaydı.


Kimeru uzaktan seyrettiği bu tabloyu yakından görebilmek istese de bu şans ona verilmeyecekti. Ustalar önce görev sonra eğlence ilkesini benimsemiş kimselerdi. Bu sebeple adımlar kente değil kenti bir sur gibi çevreleyen Ulu Dağlar’a yöneltildi. Dost mu düşman mı olduğu belirsiz bu dağlar adını hak ediyordu kesinlikle. Güzergahı zemine göre ayarlamadan ilerlemek neredeyse imkansızdı. En azından büyücüler için durum böyleydi. Keşişler herhangi bir yorulma emaresi göstermeden dağı gezebiliyordu. Buna rağmen misafirleri yorulmasın diye yerini gayet iyi bildikleri patikaları tercih ediyorlardı. Kimeru için işkence gibi geçen kırk dakikanın ardından engebe bolluğundaki nadir düzlüklerden birine ulaştılar. Kimeru yorgunluğun darbesiyle olduğu yere yığılsa da Joscelin onun dinlenmesini erteledi. Taspar’ın bulup getirdiği çalı çırpı ve dalları demet yapıp tutuşturması için öğrencisinin önüne koydu. Kimeru her seferinde bir öncekinden daha çok utandığı birkaç başarısız denemeden sonra cılız da olsa ateş yakabildi. Diğerleri dinlenmek için karlı toprağın üzerine otururken Taspar bu kez avlanmak için onların yanından ayrıldı. Günün ilk öğününü yiyebilmek için uzun bir müddet bekleyeceğini zanneden Kimeru onun on dakika sonra omuzuna asılı dağ tavşanı ve sincabı ile gelmesine şaşırdı. Geldiği gibi Taspar hayvanların derisini belindeki çantadan çıkardığı hançer ile yüzdü. İç organları bir torbanın içine boşalttıktan sonra ateşin üzerine kurduğu düzeneğe etleri yerleştirdi. Bu yemek hazırlığını sürdürürken “Savaş öncesinde enerji versin diye bunu pişiriyorum. Sakın misafirlerimize sadece bunu sunduğumuzu düşünmeyin. Asıl ziyafet manastırda bizi bekliyor.” dedi kibarca. Birkaç dakika sonra yağı cızırdayan, kokusu ciğerlerde bayram havası estiren etler yenilmeye hazırdı. Taspar diğerlerine yemeğini verdikten sonra kendi payını alıp Kimeru’nun yanına oturdu. Aşçıya teşekkür etmekten ve dağ hayvanlarının tadını övmekten ibaret olan sohbeti uzun bir sessizlik takip etti. Sessizliğin birçok sebebi olabilirdi. Yorgunluk, keyifsizlik veya gerçekleşmesi kuvvetle muhtemel savaşa zihinsel olarak hazırlanmak… Kimeru için bunların tamamı geçerliydi. Şafaktan akşama kadar yürüdüğü, akşamdan geceye kadar tırmandığı için vücudunun her bir zerresi ağrıyordu. Kiminle mücadele edeceğini bilmediğinden savaş senaryoları tasarlıyordu aklında. Derste işlenen canavarların özelliğine göre sahip olduğu iki büyüyü nasıl uygulayacağını düşünüyordu. Durum vahimdi. Her senaryonun sonunda kaybeden Kimeru oluyordu. Bu durum tadını kaçırdı. Ancak yanı başında oturan Taspar’ın sözü aklına gelince rahatladı: Canının yanmasına izin vermeyiz.


Kimeru’nun elinden gelse erteleyeceği ama içten içe bir an önce deneyimlemek istediği görevin son aşamasına nihayetinde geçildi. Karnını doyuran, az da olsa dinlenen ittifak yoluna devam etti. Dağın kalbine doğru ilerleyen yirmi dakikalık bir yürüyüşün ardından Kitaro kendisini takip edenleri durdurdu. Varılan yer ciddiye alınamayacak kadar az eğime sahip geniş bir alandı. Ela gözlerini tertemiz bir çarşaf gibi uzanan karlı araziye dikti. Uzun süre tek bir kelime bile söylemedi. Bu sessizlikten usanmış olacak ki “Göz kırpmadan bakışma yarışmasını kazandın diyeyim de gönlün hoş olsun. Umurumda değil zaten. Yanılsamayı sonlandır ki dostlarım da seni görebilsin.” dedi. Kimeru onun kimle konuştuğunu anlamadı. Keşişlerin garip huyları olsa da sayıklama olacak iş değildi. Usta Kitaro sayıklamıyordu. Az sonra karlar çırpılan bir sofra gibi dalgalanmaya başladı. Kimeru’nun midesini bulandıran bu hal çok sürmeden sona erdi. Üzerinde bulundukları arazi asıl ve dehşet verici halini gösterdi. Ürkek bir kedi gibi irkilen Kimeru gördüğü manzarayı tanımlayacak olsa yozlaşmış bir mezhebin mabedi derdi. İşi bilmeyen bir inşaatçının özenmeden inşa ettiğini düşündürtecek kadar berbat görünen salondaki kutlu semboller kanla çizilmişti. Nerede bir tanrı figürü varsa yanında çürümüş et ve kemik vardı. Uzun ve gümüşten şamdanların üzerine konmuş kafataslarının içinde mumlar yanıyordu. Işığın etrafında iri karasinekler geziyordu. Yerler kan ve dışkıdan basılmayacak haldeydi. Bu iğrençliğe alışmak mümkün olsa da Kitaro’nun hemen yanında beliren cinayeti kabullenmek mümkün değildi. Taştan bir sunağın üzerine yatırılmış adamın her yerinde kesik ve oyuklar vardı. Göğsü yarılmış, göğüs kafesi kanat gibi açılmış ve kalbi sökülmüştü. Kitaro’nun gözleri önce hüzünle karardı, sonra öfkeyle parıldadı. Kurbanın memleketlisi olduğu anlaşılabiliyordu. Gördüğünden çok etkilenen Kimeru’nun hassas bünyesi öğürmemek için direnirken Taspar dua etmeye başladı. Mırıldandığı bir matem duası değildi. Savaş hazırlığıydı. İntikam almadan yas tutmak keşişlerin huyu değildi. Kalbindeki nefretin sızdığı sesiyle “Dievas kilen mosila. Sua asih, peseria visilen. Natemi saut, talinami nahratien. Giredani marrem, asinavi ziviraien. Kilam isteni flih, ashe refegien. (Tanrı çobanımdır. Onu sever, emrettiğini gerçekleştiririm. Kurdu kovar, koyunu beslerim. Katili öldürür, masumu korurum. Öfkemden kaçın, sevgime sığının.)” dedi. Son kelimenin de telaffuz edilmesiyle mavi bir buğu Taspar’ın çevresini sardı. Kahverengi gözleri maviye evrilip akları yuttu. Savaş vakti gelmişti.


Kimeru birkaç dakikadır görse de algılayamadığı düşmanın varlığını fark etti sonunda. Az önce Kitaro’nun baktığı yerde bir kadın vardı. Gri saçları topuklarına uzanan, soluk teni ölümü, karanlığın içinde parlayan yeşil gözleri çürümeyi hatırlatan bu kadın her tarafında çelik dikenler olan kızıl bir zırh giymişti. Onunla savaşmak değil ona yaklaşmak bile ölümcül görünse de Taspar ölümden korkmuyordu. Kimeru onun ne zaman harekete geçtiği göremese de kadının kafasına tekmesini indirdiğini görebildi. Kadının başı yere öyle sert çarptı ki zemine mi kafatasına mı ait olduğu belirsiz bir kırılma sesi duyuldu. Daha sonra Taspar kadını boynundan yakalayıp havaya kaldırdı. Nefes almakta zorlanan kadın “Teslim olmak gibi bir seçeneğim yok mu?” dedi boğulmadan önce. “Normal şartlarda olurdu tabi? Sence şartlar normal mi?” diye cevap verdi Taspar. Kimeru savaşın beklediğinden kısa sürdüğünü görerek rahatladı. Kendisine iş düşmemişti sonuçta. Yanılmıştı. Rahatlamak için erkendi. Nereden geldiği belli olmayan kocaman ve kıllı örümcek bacakları Taspar’ı kıskıvrak yakaladı. Aynı anda boğulmaktan kurtulan kadın onun dudaklarını uzunca öptü. Ne olduğunu anlamayan Taspar’ın teni yeşil bir ışıkla parlamaya başladı. Dudaklarında başlayan çürüme hem yukarıya doğru ilerleyip burnunu ve gözkapaklarını hem de aşağıya doğru ilerleyip çenesini ve boynunu mahvetti. Derisi soyulup eridi, eti kararıp söküldü. Taspar bilincini yitirip yere devrildi. Kimeru ise bir çığlık kopardı. Ancak bu olayın korkuttuğu tek kişi oydu. Usta Kitaro öğrencisi öldürülmemiş, Usta Joscelin bu cinayete şahit olmamış gibi sakindi. Taspar’ın okuduğu duaya başvuran Kitaro kadına saldırdı. Üzerine yıldırım gibi gelen keşişle savaşmak için kadın belindeki kında bekleyen kılıcına davrandı. İnce ve uzun kılıcı sallasa da hedefini tutturamadı. Kitaro onu yakaladığı gibi en yakındaki duvara savurdu. Çarpmanın etkisiyle sarsılan kadın kendine gelemeden Kitaro’nun art arda vurduğu yumruklara maruz kaldı. Birkaç dakika boyunca dövülen kadın tanınmayacak hale geldi. Onun öldüğünden emin olmak isteyen keşiş bir pelte halini almış cesedin boynunu koparmak istedi. Bu sırada ensesinde bir sıcaklık hissetti. Ne olduğunu anlamak için eliyle yokladığı zaman fark etti ki boynu kesilmişti. Öldürdüğünü sandığı kadın ardında belirmiş, kılıcını savurup keşişin boynunu yarmıştı. Gözü kararan Kitaro’yu sarmalayan turuncu buğu söndü. Kanamayı durdurmak için çabalayan keşiş dizlerinin üzerine çöktü. Bir müddet kıvrandı. Kıvranması bir işe yaramadı.


Büyücülerin kabuslarından eksik olmayan keşişlerin koyun gibi katledilmesi Kimeru’nun başka zaman olsa rahatlatmasını sağlayabilirdi. Ancak içinde bulunduğu hal aksine neden olmuştu. Ölme sırası kendilerine gelmişti. Kadın sakin adımlarla üzerlerine geliyordu. Buna mukabil Joscelin de sakindi. Hiç etkilenmemişti arkadaşının başına gelenden. Üstelik en ufak bir müdahalede bile bulunmamıştı savaşta. Kimeru’nun tanıdığı Joscelin sevdiği birisinin zarar görmesine göz yummazdı. Belki de hemen yanında duran kişi Joscelin değildi. Belki de en başından beri bir yanılsamaya kurban edilmişti. Belki de sıradaki maktul kendisiydi. Belkilerin hırpaladığı öğrencisinin biraz gerilediğini gören usta “Ne oldu, Kimeru? Korkuyor musun yoksa? Endişelenme, ben buradayım.” dedi gülümseyerek. Sonra pelerinini sıyırıp attı. Birkaç adım ilerleyerek kadına iyice yaklaştı. “Kara büyücülerden hazzetmem. Adımızı lekeliyorsunuz. Bu yüzden işimi hemen halledeceğim.” dedi ve asasıyla yere vurdu. Eş zamanlı olarak “Ma’ithir Va’ad: Gaiaflore” diyerek büyülü sözleri söyledi. Kanlı zemini yaran dağın temiz toprağı iki adam boyundaki etçil bir çiçeğe dönüştü ve kara büyücüye saldırdı. Taştan dişlere yem olmamak için kılıcını savuran kadın bunun fayda vermediğini görünce çiçeğin yaklaşmasına izin verdi. Bu cesareti ödülünü sunmakta gecikmedi. Kara büyücüyü ısırmak için ilerleyen çiçek kadının dokunuşuyla birlikte tarafını değiştirip eski sahibine hücum etti. Joscelin bunun olacağını tahmin ettiği için “Enki’rida Va’ad: Vankila Ovonin” diyerek çiçeği suladı. Dağın toprağı ait olduğu yere kavuştu bu sayede. Rakibinin savunmasız kaldığını gören kara büyücü kaplan gibi üzerine atılarak kılıcıyla yaralamak istedi Joscelin’i. Onunla göğüs göğse dövüşmek isteyen usta kaftanının altında gizlediği palasını kınından sıyırdı. Asillerin aldığı yakın dövüş eğitimi küçümsenecek seviyede olmasa da yaşı ve dolayısıyla tecrübesi tahmin edilemeyen kara büyücü bu konuda ondan daha üstündü. Düellonun başlangıcında kimin kazanacağı belli olmuştu aslında. Yine de usta erkenden taktik değiştirmek istemedi. Büyülerinin saf değiştirdiği bir savaşta büyüye başvurması alınmaması gereken bir riskti. Yine de bu riski az sonra alacaktı çünkü düellonun gidişatı iç açıcı değildi. Sadece hasar almaktan kaçınıyordu Joscelin. Hasar veremiyordu. Kara büyücü kılıcını öyle bir maharet ile savuruyordu ki uygun cevabı vermeyi imkânsız kılıyordu. Kimeru da bu halden hiç memnun değildi. Çarpışan çeliklerin çıkardığı kıvılcımları izlemek hoş olsa da ustasının yenilmesine tahammül edemezdi. Joscelin’in mukavemet göstermekteki başarısı takdire değer olsa da aldığı yaraların ardı kesilmiyordu. Bazısı derin bazısı yüzeysel olan kesikler Joscelin’in kuvvetten kesilmesine neden oluyordu.


Yenilişine yaklaşan Joscelin kendisinden beklenmeyen bir hamlede bulundu. Kara büyücünün kılıcını çıplak eliyle yakaladı. Avcunun kemiğine kadar yarılması canını yaksa da gecikmeden büyülü sözleri söyledi: Kai’moru Va’ad: Vitsika. Kesik avucunda oluşan kanla sıvalı ateşten karıncalar kadına saldırdı. Değdiği yeri yakan bu karıncalar kadının tenini ısırıp derinlere inmeye başladı. Savaş boyunca bir canavar olduğunu belli eden kara büyücü ilk defa insani bir tepki olarak acı çığlıklar kopardı. Onun yavaşça piştiğini gören, dumanların yaydığı pis kokuyu soluyan, haykırışları işiten biri istemsizce hüzün ve dehşete sürüklenirdi. Joscelin bu halin sürmemesi için palasını kaldırsa da kadın onun hamle etmesine izin vermedi. Bu sefer rakibinin silahını yakalama sırası ondaydı. Palayı tuttu ve ustanın elinden söküp aldı. Kendi silahıyla saldırıya maruz kalmamak için geri çekilen Joscelin kadına kendine gelmesi için gereken rahatlığı istemeden de olsa verdi. Kadının teninden yükselen parlak yeşil ışık ateş karıncalarının kaçışmasını ve ufak közler halinde yere düşmesini sağladı. Bazı yerleri kömürleşen bazı yerleri kabarıp su toplayan kadın sabrının sonuna gelmişti. Kara büyünün minyatürüyle yürüttüğü dövüşte asıl kudretini hiç göstermemişti. Canının yanması kara büyüye başvurmasına neden oldu. “Unh khasur aleq beusven” dedi hırçın bir tavırla. Nereden geldiği belirsiz yeşil dumanlar salonu doldurdu. Onlarca günahkarın ruhu savaş naraları atarak geldi kara göğün koynundan. Dokunulsa dağılacak ama kimseye dokunma fırsatını vermeyecek gibi görünen bir kâbus bulutu olarak yükseldi tavana doğru. Naralar hırıltılara evrildi, bulut ise kemik ve çeliğe. Tavandan yere bir canavar halinde döküldü gürültüyle. Bakanların ilk gördüğü dev soyundan bir şövalye olsa da saniyeler içinde canavarın korkutucu ayrıntıları kendini ele verdi. Görmeye ve solumaya muhtaç değilmiş gibi kafası deliksiz, yekpare ve kirli bir miğfer ile örtülmüştü. Göğüs zırhı da aynı ölçüde özensiz bir çelik tabakadan ibaretti. Bütün zırhı ve insansı yanı bu kadardı. Kırçıl ve sert kıllarla örtülü kol ve bacaklarında böceklere has bir incelik, keskin ve uzun tırnaklı elleri ve ayaklarında yırtıcılara has bir öldürmeye yatkınlık vardı. Garip anatomisinin en göz alıcı yeri gövdesiydi. Omuzları dar, sırtı geniş ve kalçası uzundu. Dev soyundan bir insan değil de dev soyundan bir böcekti kesinlikle.


Joscelin son kozlarını oynayıp masadan ayrılmayı çırpınıp durmaktan daha uygun buldu. Galip neredeyse belli olmuştu. Belkilere güvenmek işine yaramazdı. Kesinlere göre hamlelerini ayarlamalıydı. Yaklaşan canavarı yenemese bile yavaşlatacağına inandığı iki büyüyü art arda söyledi. “Ma’ithir Va’ad: Rozav Chinor” ve “Hai’zera Va’ad: Krahthyes” dedi nefesleri ağırlaşmaya başlarken. İlk olarak toprağın içinden bir filiz baş gösterdi. Onlarca yıllık gelişim saniyeler içinde tamamlanarak bu filiz koca çınara, çınar ise bir dövüşçüye dönüştü. Onun ardından sert bir rüzgâr esti salonun içinde. Başlangıçta yalnızca tende hissedilebilen rüzgâr yoğunlaşarak gözle görülebilir hale geldi. Koza gibi bir noktada birleşen bu rüzgarları az sonra zıt yönde çırpılan kanatlar sonlandırdı. Üzerinde sarı kumaştan bir kıyafet olan, yine de vücudunun tamamını örtmeyen, bir elinde aybalta tutan, sırtında altı kanat olan bir kadın göründü. Cesur bir serdengeçtinin ruhu gibiydi. Onların zuhura gelmesiyle Joscelin için nihai savaş başlamış oldu. Sırtını duvara yaslayıp curcunayı izlemeye başladı. İçinde zafere dair bir umut yoktu. Vakit kazansa ona yeterdi. Birisi kara büyüden diğerleri sıradan büyüden vücuda gelen bu yaratıklar müthiş bir mücadeleye tutuştu. İlk hamle fırsatı daha çevik olduğundan serdengeçtideydi. Gökdoğan gibi hızlıca uçup böceğin yanına kondu ve aybaltasını onun sırtına indirdi. Bu darbe kara kabuğundan ufak bir kısmın parçalanıp kopmasından başka bir hasar vermedi böceğe. Çetin cevizdi. Kolayca kırılmayacaktı ve cevap vermekte hiç gecikmeyecekti. İğrenç pençesini serdengeçtinin çıplak bacağına geçirdi. Açılan yaradan kan akmak yerine büyünün doğasına uygun olarak yel esti. Kanatlanarak imha edilmekten kaçan kadının yerini koca çınardan dövüşçü aldı. Böceğin kafasına balyoz gibi görünen yumruğunu indirse de savrulup devrilen kendisi oldu. Vakit kaybetmeden doğrulup yine kafa ezmek için atılsa da sonuç aynıydı. Böceğin çirkin miğferi fazlasıyla sağlamdı. Kara büyüden canavar kendisi için tehlikeli bulduğu ağaçtan kolları tereyağı keser gibi kesip attı. Canı yanmış gibi kıvranan dövüşçünün kısa süre sonra yeni kollara kavuşması ise savaşın devam etmesini sağladı. Doğanın şerre boyun eğmeyen gücü en az kara büyü kadar azametliydi. Koca çınar cüssesinden beklenmeyen bir atiklikle sarmaşık gibi böceğin gövdesine sarıldı. Onun parmak vazifesi gören dalları her yerini sardı düşmanının. Doğanın kafesinden kurtulamayacağını anladığından çığlığa benzemeyen çığlıklar koparan böceğe saldırdı serdengeçti. Aybaltası darbesiyle çökertebileceği, kesip geçebileceği bir yer bulabilmek için onlarca darbe indirdi böceğin muhtelif yerlerine. Bu çabasının karşılığını alamadı. Kara kabuktan toz almaktan başka bir başarı kazanamadı.


Koca çınarın böceğe sarılması, serdengeçtinin saldırması sonsuza kadar sürmeyecekti. Sürmesi kimsenin işine gelmezdi. Bir süre çırpınan kara büyünün ürünü en sonunda tepki verdi. Başındaki miğfer kendiliğinden düşüverdi. Solu kertenkele, sağı sivrisinek biçimindeki iki yüze sahip gudubet sıfatı açığa çıktı. Asıl tehlikenin bu hali olduğu belliydi. Sivrisineğin iri iğnesi hemen koca çınarın omzuna saplandı ve büyü özünü sömürdü. Bu öz kara büyü ile kirlenip kertenkelenin koca ağzına aktarıldı. Bir gülle gibi püskürtülen öz kadını göğsünden vurdu. Koca çınardan dövüşçü kuruyup kayboldu. Serdengeçtinin ruhu yine öldürüldü. Saniyeler içinde Joscelin’in iki kozu da saf dışı bırakıldı. Buna üzüldüğü söylenemezdi. Halinden memnundu. Üzerine gelen kara büyücüye korkusuzca baktı. Yakasından tutulup kaldırılması da canını sıkmadı. “Ne oldu büyücü? Kara büyücülerden hazzetmediğini, beni yeneceğini söylüyordun. Ceviz kırmaktan daha fazla yoramadın beni.” dedi alaycı bir tavırla. Joscelin ise gülerek “Seni yenmeye çalışmıyordum ki. Ona vakit kazandırıyordum.” dedi. Kara büyücü kastedilen kişinin Kimeru olduğunu sanarak ona baktı. Ondan başka savaşabilecek biri kalmamıştı geriye çünkü. Bir bakışla zavallı çocuğun vakit kazanmaya değil kaçmaya muhtaç olduğunu anlayarak “Kime?” diye sordu Joscelin’e. Hırıltılı ve boğuk bir ses “Bana!” diye yanıtladı onu. Hemen ardından Taspar kuvvetli yumruğunu oturttu kadının suratına. Bu sırada iyileşmesi henüz sona ermemişti. Önce tombul yanakları iyileşti. Sonra fındık kadar burnu, dolgun dudakları, sivri çenesi ve boynu eski haline geldi. “On beş yaşındaki bir çocuğu öpmeye utanmadın mı? Terbiye edilmelisin hemen. Sonra cezalandırılman lazım. İlk öpücüğümü benden çaldın çünkü, ihtiyar cadı!” diye bağırdı sahte bir öfkeyle. Önemsediği öpülmek değil savaşı kazanmaktı. Art arda indirdiği yumruklarla rakibini sersemletti. Sonra belinden tuttuğu gibi ikiye böldü kara büyücüyü. Kimeru bedenin kâğıt gibi hassas olduğunu öğrendiği için ürperdi ve gecenin üçüncü çığlığını kopardı. Bunu takiben efendisini kaybeden kara büyüden böcek de haykırdı ve keşişin üzerine yürüdü. Taspar’ın kılını kıpırdatmasına gerek kalmadı. Usta Kitaro avuçlarının arasında eziverdi çünkü omuzlarına çıktığı böceğin başını. Yere devrilen dev ceset parlak yeşil renkte dumanlar çıkararak saniyeler içinde yok oldu.


Kimeru savaşın sona ermesine sevindi. Kara büyücü haricinde kimsenin ölmemesine de sevindi. Ama sevincinin asıl sebebi kendisine hayati bir sorumluluk yüklenmemesiydi. Mücadelenin gidişatını etkileyebilecek bir karar almak zorunda kalsaydı muhtemelen almamayı tercih edecekti. Kararsız kalma ihtimali korkutucu derecede yüksekti. O gereğini yapmaya ikna olana kadar ustası ölebilir, sıra kendisine gelebilirdi. Bu sebeple Kimeru harbin kayıpsız kazanılmasından memnundu. Kabuk bağlaması bile uzun sürecek onlarca yaraya sahip ustasının koluna girerek onun yürüyebilmesini sağladı. Bu işte ona Taspar  yardımcı oldu. İki öğrencinin dağ yolculuğunda sıkıntı çekebileceğini, Joscelin’in her adım atışında acı çekeceğini tahmin eden Kitaro büyücü arkadaşını onlara emanet etmek yerine sırtında taşımaya başladı. Yozlaşmış mezhebin mabedini terk ederken yüreklerinde zafer kazanmanın hafifliği vardı. Mutluydular. Bu yüzden arkalarına bakmadılar. Henüz yolun başındayken Taspar ensesinde gezinen bir örümcek ile irkildi. Bir fiske ile onu kovsa da bir başkası omzunda belirdi. Onu üfleyerek kovdu. Haşerattan korkan birisi olmasa da sinsi bir endişe ruhunu ele geçirmeye başladı. Ezmeye kıyamadığı örümcekler giderek çoğalıyordu çünkü. Önce üç, beş, yedi ve sonra onlarca örümcek… Az sonra bütün vücudunu kızıl başlı, kara gövdeli ve koca böcekler sardı. Bu belaya maruz kalan tek kişi o değildi. Kitaro ile taşıdığı Joscelin de aynı haldeydi. Olanları dehşet içinde izleyen Kimeru kuşatılmamıştı sadece. Örümcekler çevresinde geziniyor ama ona bulaşmıyordu. Sonra bir ses duydu: Gitmekte özgürsün.


Ardı arkası kesilmeyecekmiş gibi duran örümceklerle baş edemeyeceğini düşünen Kimeru’nun gitmesi mantıklıydı. Kaçıp kurtulabilir, Büyü Akademisi’ndeki yorganına sarılıp ağlayabilir, ustasının nerede ve ne halde olduğunu soranlara bir yalan uydurabilir ve gördüğü kargaşayı birkaç sene sonra bir akşam yemeğinde arkadaşlarına biraz değiştirip anlatabilirdi. Salonun karanlığından ayrılıp yıldızların aydınlattığı alana varan canavarı görünce bu düşüncesi kuvvetlendi. Belinden yukarısı kara büyücünün gövdesine, belinden aşağısı devasa bir örümceğin bacaklarına sahip canavar Kimeru’nun nefesini kesti. Nefesinin gerçekten kesilmesi mümkündü. Onunla savaşabilirdi Kimeru. Mağlup edemezdi. En azından böyle düşünüyordu. Adımları kendiliğinden canavarın aksi yönünde atıldı. Gidecekti. Gitmesi kendisi için en iyisiydi. Neden sonra etrafına bakındı? Görmesi gereken birisi mi vardı? Kehribar renkli gözleri ustasının kara gözleriyle buluştu bu sırada. Az sonra örümcek sürüsünün örttüğü bu gözler de Kimeru’ya uzaklaşmasını emretti. Kimeru kaçması için gereken en sağlam bahaneye kavuşmuştu. Ustasının emri… Fakat zihninde zayıf bir ışık ve onu çevreleyen koyu bir karanlık belirdi. Işık, hayatta kalmak ve yaşamın nimetlerinden faydalanmayı sürdürmekti. Karanlık ise hayallerini destekleyen yegâne kişiden mahrum kalmak, nefretle bir başına savaşmak ve muhtemeldir ki bozguna uğramaktı. Kararını verdi Kimeru.


“Kai…” diyebildi Kimeru. Büyüyü tamamlayamadı. Ejder başlı asası ihtiyar bastonundan, hasta değneğinden farksız göründü gözüne nedense. Cesareti daha başından kırılmıştı. Kullanmaya muktedir olduğu iki büyünün hangisine başvuracağına karar veremiyordu bir türlü. “Aptal olma, çaylak! Seninle bir derdim yok. Geç olmadan git buradan.” diye azarladı onu kara büyücünün yeni hali. Bu ve benzeri sözleri istediği kadar sarf edebilirdi canavar. Sonucu Kimeru’nun cesaretini perçinlemek olurdu. Son kez alır gibi derin bir nefes aldı Kimeru ve haykırdı: Kai’moru Va’ad: Abra fi Sangal. Ateş elementinin en güçlü büyüsünü neden söylediğini kendisi bile bilmiyordu. İçinden böylesi gelmişti. İçinden gelmesi yeterli miydi? Bir süre hiçbir değişim olmadı yeryüzünde. Bekledi. Beklemek ona zulmetti. Kalbi acıdı. Nefesi daraldı. En sonunda asasını düşürdü, dizlerinin üzerine çöktü. Son gelmişti.


Kara büyücünün talimatı üzerine örümcek sürüsü Kimeru’ya yöneldi. Ama davranışlarında bir gariplik vardı. Karın üzerine görünmez bir çizgi çizilmiş ve geçmek yasaklanmış gibi hiç ilerlemeden geziniyorlardı. Efendilerinden daha kuvvetli birinden çekiniyorlarmış gibilerdi. Bu sırada Ulu Dağlar’ın her zerresini titreten, Kimeru’yu olduğu yerde sıçratan bir kükreme duyuldu. Başını çevirip baktığı an karşılaştığı manzaranın etkisiyle nutku tutuldu. Kara gök iki kızıl ejderin ateş saçan bedeniyle tamamen örtülmüştü. Ufukta görülecek başka bir varlık yoktu. Zaten gözler daha haşmetli bir manzara bulmamıştı yüzyıllardır. Kimeru bedenini ısıtan ejder nefesi sayesinde silkelenip doğruldu. Başarıya ulaşan büyüsü onun kasvetle dolan kalbini temizledi. Ejder başlı asasını düşmanına doğru savurarak ejderhalara saldırı emrini verdi. İlk olarak diğerinden daha zarif sayılabilecek Abra hücum etti. Ak ve sivri dişlerini geçirdi kara büyücüye. Onu tohum gibi attı dağın zirvesine. Canavar dengesini yitirerek kontrolsüzce düşmeye başladı zirveden şehre doğru. Abra onu yine dişleriyle yakalayıp dağın gövdesine onlarca kez vurdu. Bu sırada canavar mukavemet göstermeyi denese de başaramadı. Kara büyüyle sıvayarak bir mızrak haline getirdiği kılıcı fırlattı Abra’nın karnına. Koca ejder için bu saldırı bir kılçık kadar rahatsız ediciydi. Kara büyücüyü yenmek ise balık yemek kadar kolay olacaktı Abra ve Sangal için. Ejderhalar aynı anda ateş püskürttü. Saniyeler içinde örümcek kömür oldu. Kitaro, Taspar ve Joscelin’i saran örümcek yavruları ise biçimini yitirdi ve parlak yeşil ışıklar halinde karanlıkla bütünleşti.


İlk zaferine ulaşan Kimeru nasıl davranması gerektiğini bilemedi. Sevinse miydi? Bunun yerine eserini müthiş bir hayranlık içinde izledi. Madalyonun iki yüzü değil yapbozun parçaları olan ve birbirini tamamlayan Abra ve Sangal tanrının en iyi tablolarındandı. En ufak bir ekleme dahi güzelliği zedelerdi. Sangal bütün önlemleri geçersiz kılacak biçimde kudretliydi. Abra nefreti sevgiye, savaşı barışa, öfkeyi hoşgörüye çevirmeye kadir bir zarafete sahipti. Sangal’ın savaşçılığının kanıtı olan kara pul, boynuzlar, birçok yerinden çatlamış kabuğun aksine Abra kusursuz bir deriye sahipti. Sangal kertenkele gibi iriyken Abra bir su yılanı gibi inceydi. Karanın içindeki akı, akın içindeki karayı, yaşamı kuşatan yıkımı, yıkımı iyileştiren yaşamı sembolize ediyorlardı yan yanayken. Zihin ile yüreğin işbirliğiydi onların sergilediği. Kimeru onların sarı gözlerinin içine baktı. Orada kendisine ait binlerce kıvılcım buldu. Ateş büyüsünün zirvesi ve timsali olan bu ejderhalar yavaşça silinip giderken esrarengiz bir dilde seslendiler Kimeru’ya. Bir dilek hakkı olsaydı büyücünün kendisine ne denildiğini anlayabilmeyi dilerdi. Ne yazık ki yoktu. Ejderler insanın içini titreten mırıltılar eşliğinde çağrılacakları günde gelmek üzere sonsuzluğa gittiler. Huşuyla sarmalanan Kimeru ustasının “Tebrik ederim, meslektaşım.” sözü üzerine gururla dolup taştı.


Yüzüne değen yağmur damlaları onu uyandırdı. Gözlerini aralayıp göğe baktı. Yıldızlar ve ay onu selamladı sessizce. Bir süre hiç kıpırdamadı. Düşünceleri onu esir almıştı çünkü. Tanrının bu anıyla onu yüzleştirmesi sebepsiz olamazdı. Bir mesaj vermişti şüphesiz. Şartlar fark etmeksizin umudunu ve inancını yitirmemesi, korkunun önünde diz çökmemesi, savaşmaktan vazgeçmemesiydi mesaj. Gecenin en karanlık anı, şafak sökmeden az öncekidir diye buyurmuştu tanrı. Kimeru yağmurun ve gözyaşının ıslattığı yüzünü sildikten sonra ayağa kalktı. Bir kahramanın ruhunu kuşanmış gibi güçlüydü aydınlık günleri inşa edeceğine inancı. “Başarısız olmayacağım. Şerefli büyücülerin istisna olmadığı bir gelecek yaratacağım. Bunun için ne gerekiyorsa yapacağım.” dedi. Bayılmadan önce hedef bellediği ağaca baktı. Orada kara büyücüyü gördü. Asasını savurdu ve haykırdı: Tai’sera Va’ad: Velutha Ros. Ağacın üzerinde yıldırımdan bir çiçek belirdi. Ağacın kökünden yapraklarına kadar dokundu. Sarı ışıklar ve kıvılcımlarla çevreyi aydınlattıktan sonra sönüverdi. Uzaktan bakan Kimeru hedefinde hasar veya değişim göremedi. Yavaşça yaklaştı ağaca. Her adımında kalbinde beliren hüzün ve hayal kırıklığı büyüdü. İyice yaklaştığı zaman da durum aynıydı. Büyü tam olarak uygulanamamış, manevi ve maddi alem arasında kalmıştı. Tanrının bahşettiği umuttan kısa sürede mahrum kalmak onu mahvedecekti ki çimenlerin üzerindeki bir şey dikkatini çekti. Bu şey kavrulmuş bir kertenkeleydi. Kimeru gülümsemekten alıkoyamadı kendini. Üzerine dökülen onlarca yapraksa onu zafer naralarına sevk etti.