Sevgili Livien, yazmaya söz verdiğim mektupların ilki böylesine kederli ve korkulu olduğu için senden özür diliyorum. Fakat elimden başka türlüsü gelmedi. Görünen o ki bundan sonra da gelmeyecek gibi… Ne zaman bir aydınlık geçse ruhuma binlerce gölge takip ediyor onu. Ne zaman bir çiçeği toprağa eksem geç kalmıyorum ölü olduğunu anlamakta. Belli ki hayat neşenin sahtesini bile vermeyecek bana. Bense ona gülümsemeyeceğim bundan önce olduğu gibi bundan sonra da. Bu, ceza veya intikam değil. Ceza veya intikam olsun diye çabalamadığımdan böyle diyorum tabi. Belki öyledir, bilemiyorum. Bana göre bu yalnızca bir cevap. Sürekli hakaretini işittiği birini sevemiyor insan. Ona gülümseyemiyor, ona sarılamıyor, ona yanaşamıyor, onsuz yaşayamam diyemiyor. Bu birisi hayatın kendisi olsa dahi insan onsuz yaşayamam diyemiyor. İşte bu yüzden ölümle aram iyi uzun süredir. Ondan korkmuyorum. Ondan korkmayı kendime yakıştıramıyorum. Kabustan kaçar gibi kaçmadım ondan. Yaklaştığı vakitlerde ömür dilemedim tanrıdan. Ölümümün bir anlamı olsun istedim sadece. Birine yaşamanın değerini anlatan bir anlam, bir başkasına ölümün o kadar da berbat olmadığını anlatan bir anlam, kimine yaşamın ölümsüz olmadığını anlatan bir anlam. Kim olduğumu bilmeseler de neden öldüğümü bilsinler istiyorum. Bir gün öleceğimi biliyorum. Bir gün öldüğümü bilsinler istiyorum nasıl yaşadığımı bilmeden. Neden istiyorum ki bu saçmalığı? Başkalarının buna vereceği yüzlerce cevap vardır muhtemelen. Bense hiç bilmiyorum.


Sevgili Livien, yazmaya söz verdiğim mektupların ilkinin böylesine kederli ve korkulu olmasını istemezdim. Başka türlüsü mümkün olsaydı, inan bana, böyle yazmazdım. Çünkü ben yaşayamayacağı bir hayatın hayalini her gün kuranlardanım. Mesela ben bir seyyah olsam kıtanın bir ucundan diğerine giden, sen yine sen olarak kalsan ne olurdu? Savaşmak zorunda kalmasam, terk eden değil gidenlerden olsam, sense beklesen beni ne olurdu? Köyüne geldiğimde beni üzüm bağlarında gezdirebilirdin. Sepete koyup azığımızı manzaranın en hoş halini bulana dek yürürdük. Sonra serip soframızı nemli çimenlerin üzerine hem ruhumuzu hem de karnımızı doyururduk. Manzarayı değil birbirimizi izlerdik tabi şarap yudumlarken. Sonra korkutan değil mahremi örten gece çökünce ikiyken bir olurduk şafak sökene dek. Sonra ben giderdim. Sense beklerdin gelişimi. Gelirdim çok veya az sonra. Terk eden değil gidenlerden biri olduğum için gelirdim söz verdiğim gibi. Bir avuç toprağın üzerine bir karışlık ev dikerdim. Önünde geçinelim diye bir bağ, birkaç elma ve nar ağacı, bir sürü begonvil ve sardunya… Sen sabahları çiçekleri sulasan, bense çapalasam toprağı akşama kadar, tohum eksem nasıl olurdu? Gece olunca ve yatağımızda buluşunca ektiğim tohumla büyüyen karnını okşasam, yaslasam göğsüne başımı, uyusam…


Sevgili Livien, gözünde beni kahramanlaştırma. Başka çaresi olmayanlara, kaybedecek bir şeyi kalmayanlara, benim gibilere kahraman denemez. Üstelik çamurum bulaşıyor yanıma yaklaşanlara. Taş olsa çatlar diyorum benim yanımdayken. Çatlıyorlar. Ölüyor birbiri ardına beni tanıyanlar. Ölümümün onlar için bir anlamı olsun isterken onlar ölüyor. İtiraf etmeliyim ki ölümlerin bir anlamı olmaz ölen ben olmadıkça. Sana anlattığım hayal hiçbir zaman yaşanmayacak, Livien. Sana üzerine sıçrayacak kan ve bağırsaktan, gözyaşının yanağında kurumasından, canının ölümü diletecek kadar yanmasından başka bir şey vaat edemem. Dedim ya, çamurum bulaşıyor yanıma yaklaşanlara. İşte şimdi çamuruma bulanmanı istiyorum senden. Erravan’ın tehlikede olduğunu öğrendim. Uzaktayım, üstelik arkadaşlarım kaynayan bir kazana girecek yakında. Bu yüzden senden bu koca kenti korumanı, gerekirse kurtarmanı istiyorum.


Sevgili Livien, bu satırları okurken benden nefret etme, bana üzülme, halime acıma. Yazmamak gibi bir ihtimal olsa, inan bana, yazmazdım. Arkadaşlarımdan uzaktayım. Yalnız ve üzgünüm günlerdir. Yıllarımı harcadığım yolun sonuna varamadım. Kabuslarımda katlettiğim katil gözümün önüne gelse de adım atacak kuvveti kendimde bulamadım. Ölümden korkmadım, ölülerden korktum o an. Annemden, babamdan, dostlarımdan, sesini bile hatırlamadığım komşularımdan korktum. Dedim ya, gözünde beni kahramanlaştırma. Ben hâlâ on bir yaşında bir çocuğum. Boğazına dayanan hançer körelmemiş, yüzüne sıçrayan kan kurumamış, gözyaşları dinmemiş on bir yaşında bir çocuğum. Ben kusursuz bir kayıbım, Livien. Biricik amacını başaramamış bir yüz karasıyım. Yazmaya söz verdiğim mektupların ilki bu kadar kederli ve çaresiz olduğu için beni affet, Livien. Nicedir halimi dinleyecek birini bulamadım. Yazmasam çatlayacaktım. Kendine iyi bak. Beni üzüm bağlarında gezdireceğin günde görüşmek dileğiyle…

                                                                                                                                    Sato

           

Mektubun son kelimesine varınca Livien bu buruşuk kâğıdı yakmak için müthiş bir istek duydu yüreğinde. Kızdığı veya kederlendiğinden değil utandığından imha etmek istedi mektubu. Bir arkadaşını acıyla kahrolurken buluvermiş, onu teskin edemediği yetmezmiş gibi acısını yaşamaktan alıkoymuş gibi hissetmişti. Yangına dökülen bir avuç su kadar da olsa işe yarayacak sözler sarf edebilmek için duyduğu istek de müthişti. Bir mektupla haberdar edilmek ona yetmemişti. Arkadaşıyla konuşmak, onun hislerini öğrenmek, onu derdinden kurtarmak, bunu beceremediği takdirde en azından destek olmak istedi. Bunu deneyecek fırsatının olmamasından memnun değildi. Ancak memnuniyetsizliğinin asıl sebebi mektubun içeriğinde gizliydi. Sato’nun acıya yenilmek üzere olduğunu anlamıştı okuduklarından. Belki de çoktan yenilmişti. Kendini yaşamanın güzelliğinden uzaklaştırmıştı belli ki. Ölümü özlüyordu. Ölümle birçok kez buluştuğundan ve hayatı gerektiği gibi yaşayamadığından ölümü özlüyordu. Bu durum arzuladığının aksineydi. Ölüm geldiği vakit ona kucak açan birinin ölümü ne kadar anlamlı olabilirdi ki? Ölümle de savaşmayan bir savaşçının ölümü kime ilham verecek, kime neyi öğretecekti? Pes etmeyi mi aşılayacaktı destanını anlatanlar aracılığıyla? Tanıdığı kadarıyla Sato bunu istemezdi. Tanıdığı kadarıyla Sato hayata sarılmayı öğütlerdi sözünü dinleyenlere. Livien’in gözünde kahramanların hiçbiri ölüm çığırtkanlığını üstlenmezdi. Sato tanıdığı kahramanlardan belki de en özeliydi. “Gözünde beni kahramanlaştırma.” dese de Sato gerçek bir kahramandı. Sebebi ne olursa olsun ömrünü kötülükle savaşmaya adayan ve bunu hiç gocunmadan yapan birine kahraman denmeyecekse kime denecekti? Başka çaresinin olmaması başka çareler aramamasındandı. Arasa bir yerlerde ve bir zaman bulurdu elbet. İşine yeni anlamlar yükleyerek çiftçi olabilirdi. Marangoz, aşçı, sahaf, değirmenci, manav, keçeci… İnsanlığı başka yollarla kurtarmayı deneyebilirdi. Bunu hiç denememesi, hatırına bile getirmemesi amacına bağlığındandı. Bu bağlılık da elbette ki takdiri hak edecek ölçüde değerliydi. Kaybedecek bir şeyinin olmaması da terazinin dengesini değiştirmezdi. Onun kaybedeceği şey hayatını kaybederek kahredeceği arkadaşlarıydı. Yaşadığı üzüntü sebebiyle hatırına getiremediği o “şey” dostlarıydı. Sato’nun çamuru bulaşsa bile, taş gibi çatlasalar da birbirlerine duydukları sevgi her şeyin üstesinden gelirdi.

          

Mektubun bütününe hâkim olan af dileyen tavır da Livien’i rahatsız etmişti. Ona göre dostluğun meyveleri yenecekse önce yağmurunda ıslanmak ve sıcağında kavrulmak lazımdı. Birlikte eğlenilecekse birlikte kederlenilmeliydi. Birinin acısını hafifletmeyenin mutluluğa eşlik etmesi düpedüz yüzsüzlüktü. Elbette ki istediği gibi üzüntüsünden bahsedebilirdi Sato. Bunun için özür dilemesi lüzumsuzdu. Üstelik bu mahcubiyet onun bir zaman sonra suskunluğa gömülmesine neden olabilirdi. Bir insan sonsuza kadar özür dilemek istemeyeceği için özür dilemesine neden olan davranıştan vazgeçerdi günün birinde. Sato derdinden bahsetmekten utanmayı bırakmazsa susabilir, kederiyle baş başa kalabilir ve mutlak sonunu erkenden getirebilirdi. Livien bunu istemezdi. Kimse istemezdi.

 

Livien aklını anlatılan hayalden uzaklaştırmak için çaba harcasa da beceremedi. Mektubun diğer satırlarında kaybolmak için uğraşsa da başaramadı. Gözleri ve kalbi sadece Sato’nun gerçekleşmeyecek dediği hayaldeydi. Sato’nun kendisine âşık olmadığını, kendisinin Sato’ya âşık olmadığını, yazılanların bir evlilik teklifi olmadığını ve yalnızca bir iç dökme olduğunu gayet iyi biliyordu. Ruhunu yanılsamaya kaptıracak bir kadın değildi. Buna rağmen zihninde gezinen her zerre bu hayalin yağmuruyla ıslanmıştı. Sevmediği bir işi daha fazla üstlenmese, kimseden medet ummama ve ölene kadar yalnız yaşama inadını bir kenara bırakıp Sato ile evlense, sıradan ve sıradan olduğu için sevilesi bir ömür sürse, çocuklara ve torunlara sahip olsa, onların büyüyüşünü seyretse, yaşlılığı bir ceza değil ödül olarak görüp kocasıyla el ele ölse… Bu hayalin gerçekleşmesi konusunda Sato kadar ümitsiz değildi Livien. Olabilirdi. Bir ihtimal hoş olurdu yuva kurmak. Ama temsil ettiği anlamın zedelenmesine gönlü bir türlü el vermiyordu. Eziyet gören kadınların, hayal kurmaya korkan kız çocuklarının örnek aldığı ve “Bir gün ben de onun gibi birisi olacağım!” dediği bir kadın olmaktan çıkıp kalabalığın arasına katılmak istemiyordu. Acizlik gömleğini yırtması kolay olmamıştı. Ailesi, akrabaları ve çevresi ile yıllarca savaşmış, birçok yenilginin sonucunda yengiye ulaşmıştı. Bununla birlikte nihai zafere kavuşmuş sayılmazdı. Zafer addettiği konum Misaki’nin gölgesi değildi çünkü. “Bir gün ben de Binbaşı Utarit gibi olacağım!” diye ant içerek başladığı yolculuğu onu binbaşıyla kıyaslanabilmesini sağlayacak bir mevkiye getirmemişti. Bu yüzden ne Sato ne de evlilik teklifini reddettiği kontlardan biriyle aile kurmayı düşünmüyordu.


Mektubu yaktı. Saklamak istemedi. Hafızasındaki Sato’nun tablosu kirlenmemeliydi. Bu durum başkaları için de geçerliydi. Şüphesiz onun da umut aşıladığı insanlar vardı. Kazara veya art niyetli biri tarafından mektubun ifşa edilmesi onların pes etmesine yol açabilirdi. Kâğıdın kül oluşunu seyrettikten sonra birkaç kitap, çiçek ve yatağından başka eşyasının bulunmadığı ufak odasını terk etti. Sonu gelmez gibi görünen merdivenleri dakikalar içinde geçti. Kararlı adımlarla Misaki’nin makam odasına yürüdü. Kararlılığı öyle kabarmıştı ki kapıyı çalması gerektiğini unutturdu ona. Düşünmeden açıverdiği kapının ardında onu aşk yaşayan karı koca bekliyordu. Misaki ile eşinin birbirine kenetlenmiş dudakları hızlıca çözüldü. Kadın utançla koca memelerini elbisesine tıkıştırmaya çalışırken Misaki sinirlenerek bağırdı. “Aileni tanımasam kapısız köyden mi geldin diyeceğim. Koca kadınsın. Sana edep kurallarını öğretmem gerekiyor mu?” dedi bir çırpıda. Livien başka gün duysa gururuna dokunacak bu cümleleri umursamadı. “Ailemin yanına gitmeliyim. Acil bir durum söz konusu. Birkaç günlük izin vermenizi talep ediyorum.” dedi sakince. Bunun üzerine Misaki’nin öfkesi hiç var olmamış gibi sönüp gitti. “Ne oldu? Yardımıma ihtiyacın varsa ben de gelebilirim.” dedi samimi bir endişeyle. “Teşekkür ederim. İzin vermeniz yeterli.” diye cevap alınca Misaki değil eşi “İzin ne demek, canım! Senin şatodaki varlığın önemli olsa da gitmen gerekirse gidersin. Aile işten daha değerlidir. İstediğin süre kadar izinlisin.” dedi sahici bir samimiyetle. Livien minnetini ifade ettikten sonra oradan uzaklaştı. Çıktığı gibi hızlıca indi merdivenlerden. Kilerden azık, çamaşırhaneden temiz kıyafet, silah sandığından meç, ahırdan özenle yetiştirdiği beygirini aldıktan sonra yola koyuldu. Sato’nun tanımlamadan haberini verdiği tehlikenin başını büyümeden ezmek, bunu başaramadığı takdirde en az hasarla imha etmekten başka düşünceye zihninde yer vermeden ilerledi ve köyü terk etti. Efendisinden izin isteme biçiminde yalan göze çarpsa da sarf ettiği sözler tek başına ele alındığında yalan sayılmazdı. Uzun süredir baba evine uğramadığı için ailesinin yanına gitmesi lazımdı. Sato’nun bildirdiği üzere acil bir durum söz konusuydu. İki cümlenin birbiriyle ilgili olması gerekmezdi.


Misaki’nin idaresindeki, doğal olarak Livien’in sorumluluğundaki köy ve kasaba kalabalığından ayrılması normalden daha uzun sürdü. Her adımında önüne sorunlarından ağlayıp sızlanarak bahseden ve adeta yalvararak çözüm isteyen insanlar çıkıyordu. Aslında yakınılan sorunların ne bir aciliyeti ne de ehemmiyeti vardı. Birisinin tarlasına köstebekler dadanmış, birisinin danası kendi buzağısını emzirmeyi reddetmiş, bir başkasının bal peteğinde arılar çalışmayı bırakmıştı. Livien atının sırtındayken çözümler sundu. Köstebeğin tünellerine kuru buz koymak, buzağıyı başka bir danaya emanet etmek, bal peteğinde başka bir kraliçe arının doğmasını beklemek gibi… Köy ve kasabalardaki düzenin makul işlediğine emin olduktan sonra yoluna devam etti. Kırk dakikalık at sürüşün ardından sorumluluk sahasından uzaklaşmış oldu. İlk olarak görüş açısına Erravan’ın en önemli müdafaa tedbirlerinden olan ve şehrin kurucu önderi ve kahramanlarının en ünlüsünün adıyla anılan Egalfarin Kulesi girdi. Başkentteki resmi tarih anlatımına göre Kangiri bir başına Asurah ve kalıntısıyla savaşmış olsa da çoğu kentin kendine has efsaneleri vardı. Erravan’ın benimsediği ve diğer kentlere kabul ettirmek istediği rivayete göre Kangiri’nin arkadaşı olan Egalfarin ve akrabaları Balarg karakolunun bulunduğu ovaya saldırmış, destansı bir mücadeleden sonra çoğunu öldürmüş, hayatta kalanları kovmuştu. Savaşacak düşman kalmadıktan ve kıta sükunete erdikten sonra Kangiri çabası ve fedakarlığının ödülü olarak ovayı Egalfarin’e teslim etmişti. O ve çocukları halk refah içinde yaşayabilsin diye yorulmak bilmeden gece gündüz çalışmışlar, bu sayede karakolun enkazı, birkaç ev ve çadırdan ibaret olan yerleşim yerini Kabokam’ın en ihtişamlı şehrine çevirmişlerdi. Balarg askerleriyle savaşırken bacağından yaralanmış ve topal kalmıştı Egalfarin. Dostları ona Kadim Lisan’da topal anlamına gelen “Erravan” lakabını vermişti. Bu lakap zamanla şehrin adının yerine geçmişti. Ünlü Egalfarin Kulesi’nin ardından kalenin burçları, ana surlar ve nihayetinde gecekondu kalabalığı göründü. Teptiği yol onu direkt kente yöneltse de Livien atının vakur başını ovanın doğusuna doğru çevirdi. Atının demir nalları tertemiz çimenleri otuz dakika dövdükten sonra Livien hedefine vardı.


Livien’in kedininkini andıran güzel gözleri buğulandı. Sırtını tepe demeye bin şahit isteyen bir yükseltiye dayamış eski bir konaktı önündeki. Bir tarafında etrafı kalın çitlerle çevrilmiş ağılda koyunlar otluyor, diğer tarafında nar ve karadut ağaçların üzerinde sakalar, ispinozlar, arılar yuva için çekişmeyi hiç düşünmeden geziniyordu. Kapının önünde oturan ve solucanlar ilginç vücutlarını göstersin diye ıslak toprağı eşeleyen şirin kız çocuğu kendisine gülümseyen ve sarılması için kollarını açan misafiri görünce olduğu yerde sıçradı ve Livien’e doğru bütün gücüyle koşmaya başladı. Koşarken “Livien ablam gelmiş! Anne, baba buraya bakın. Ablam gelmiş!” diye bağırarak konağı ve ovayı inletmeyi ihmal etmedi. Bu bağırışı işiten hane halkı kapının önünde belirdi bir dakika içinde. Annesi, babası, ağabeyleri, ablaları, enişteleri, yengeleri ve bazı yeğenleri… Livien o sırada yüzlerinde içten bir gülümseme olan ve bir arada duran ailesinin resmini hafızasına kazıyabilmek için müthiş bir çaba sarf etti. Kardeşi kirli ellerini beline, terli başını göğsüne koymasaydı sonsuza dek bu tabloyu izleyebilirdi. Ak giysisinin kirlenmesine aldırış etmeden kardeşine sımsıkı ve bunu hak etmişçesine sarıldı. Kalbindeki kurumuş güller tazelendi. Sanki aylardır çektiği çile ve kahır bu kavuşma içindi. Livien bu ödüle razıydı.


Livien kardeşinin alnına bir öpücük kondurdu. Sonra bununla yetinemeyerek devamını getirdi. “Beni özledin mi, canımın içi?” diye sordu cevabını bildiği halde. “Özlemez olur muyum? Daha geçen hafta seni rüyamda gördüm. Birlikte çiçekten taç yaptık. Hayırsız bir abla değilsen bugün yaparız.” dedi yaşından beklenmeyen bir ciddiyetle. Livien kahkahayı koyuverdi. “Bak sen şu bücüre! Ne ara büyüdün de bu kadar konuşkan oldun, Rina?” dedi kardeşinin ciddiyetinin aksi sevecenlikle. Rina bunun üzerine Livien’den uzaklaştı, parmak uçlarının üzerinde tam bir tur döndü ve “Kocaman kız oldum ben. Bundan sonra beni kimse susturamaz.” dedi. “O zaman bak sen şu koca hanıma diyeyim. Mademki büyüdün o tatlı yanaklarını pişirmenin vakti gelmiş demektir. Gel bakayım sen buraya!” dedi. Yüzüne korkunç ama sahte olduğu aşikâr bir ifade yerleştirdi. Ablasının kurduğu bu mizansene çabucak uyum sağlayan Rina “Yardım edin! Canavar yanaklarımı yiyecek!” diye bağırarak kaçmaya, Livien kovalamaya başladı. Bu oyun Rina’nın annesinin ardına gizlenmesiyle son buldu. Livien uzun süre sonra ilk defa gördüğü annesi, babası, dokuz ağabeyi ve yedi ablasına sarıldı. Özlemlerinin ne kadar şiddetli olduğu güç bela bozulan sarılmalardan anlaşılıyordu. Ailesiyle hasretini giderdikten sonra sıra yengeleri, enişteleri ve yeğenlerine geldi. Onlarla da kucaklaştı ve her birine hiç erinmeden halini hatırını sordu. Ailenin kalabalığı sebebiyle uzun süren selamlaşma faslı sona erdikten sonra eve girdiler.


Yol yorgunluğundan bir an önce kurtulsun diye annesi tarafından hamama götürülen Livien daha sonra eksiksiz hazırlanan akşam yemeği sofrasının baş köşesine oturtuldu. Babasının yerini işgal ettiğine ve bu durumdan rahatsız olduğuna dair sözleri annesi tarafından “Bir gün de başka yere otursun baban.” denilerek geçiştirildi. Livien pos bıyıklarına rağmen gülümsemesini gizleyemeyen babasının halinden memnun olduğunu görünce baş köşeden ayrılmadı. Sofra gerçekten de görülmeye, yemekler tadılmaya değerdi. Kuzu tandır, pirinç pilavı, tavşan yahnisi, köfte ve salata kısa sürede hazırlansa da tek kelimeyle nefisti. Livien için keyif kız kardeşine yemeğini elleriyle yedirmek olsa da Rina bunun için fazla büyük olduğunu söyleyerek reddetti. Sonra ablasının bu reddedişe içerlediğini görerek büyüdüğü konusundaki ısrarından vazgeçti ve çocuk rolünü bugünlük oynamaya karar verdi. Yemeğin bitişinde ablasının sözleri Rina’yı bin pişman etti. “Yemeğini hâlâ başkası yediriyorsa kocaman bir kız olduğun söylenemez küçük hanım.” bu sözün üzerine Rina “Beni kandırdın demek. Livien Abla ne kadar da kötüsün!” dedi ve küser gibi dudaklarını büzdü. Onun bu tepkisi bütün ailenin hoşuna gitti ve kahkahalara bir yenisi eklendi.


Akşam yemeğinden sonra Livien’in en sevdiği tatlı olan çam fıstıklı revani ile sütlü çay getirildi. Tatlı ikram etmekle amaçlanan tatlı aile sohbeti başlatmaktı. Ne yazık ki annesinin sorduğu soru aksinin gerçekleşeceğine dair bir göz kırpış oldu. “Ne zaman evleneceksin?” bu birkaç kelimelik sorunun altında bir mazi ve başka sorular da vardı. “Evlenmek gibi bir niyetim yok.” diyen Livien ne kadar duyulduğunu umursamadan “Şimdilik…” diye fısıltıyla ekledi. Kocasının “Bari bu akşam tadımızı kaçırma, hanım.” diyerek tartışmanın önünü alma gayretini önemsemeyen kadın “Yaşın iyice ilerledi, kızım. Bundan sonra evde kalabilirsin. Otuzuna varmış bir kadını kimse almaz.” dedi ve fitili ateşledi. “Birinin beni almasına muhtaç değilim. Evde kalırsam da bundan gocunmam.” diyen kızına cevaben “Hayat böyle yaşanmıyor, kızım. Yaşlandığın ve yalnız kaldığın zaman anlarsın evlenmenin niçin gerektiğini. Aşını pişiremediğin, temizlenemediğin ve hastalandığın zaman anlarsın. Çalışan bir kadınsın. Diyelim ki bir hizmetçi işe alıp bu ihtiyaçlarını giderdin. Üzüldüğünde, sevindiğinde ne yapacaksın? Kim sana destek olacak kederinde? Sevincini kiminle paylaşacaksın?” dedi hem azarladığını hem de tavsiye verdiğini belli eden bir tavırla. Kızını en kıymetli hazinelerden biri olarak görüyor, onun için iyi olanın gerçekleşmesini diliyordu. İsteği hiçbir zaman habis niyetlerle kesişmemiş, kesişmesi olası bile olmamıştı. Ancak kızının hayata baktığı pencerenin perdelerini o çoktan örtmüştü. Aralarındaki anlaşmazlığın sebebi yalnızca buydu.


“Hayatın böyle yaşanamayacağını öğrendim sayende. Ama hayatımı böyle yaşamam gerektiğini hissediyorum. Nasıl yaşlanacağımı, yaşlandığım zaman nelerle sınanacağımı açıkçası düşünmüyorum.” Bu kısımda erken bir ara vermek zorunda kaldı sözlerine. Düşünmüştü çünkü. Bu sabah… Düşündükleri de hoşuna gitmişti aslında. Sato ile yaşlanmak… “Kuvvetim yerindeyken düşkünlere yardım etmekten başka bir amacım yok. Tanıdıklarıma huzur, sevdiklerime sevinç getirmek istiyorum bu sancılı günlerde. Kendimce belirlediğim bu görevi ne ölçüde başardığım da gelecekte başarabilme ihtimalim de tartışılır. Saygıdeğer bir konuma erişmediğim herkesçe biliniyor. Gücüm az, nüfuzum kısıtlı… Ancak bu noktada söylemem gerekir ki gücüm de var nüfuzum da. Nişan yüzüğünü parmağıma takarsam bunlardan feragat etmek zorunda kalacağım. Bunu istemiyorum. Ben mücadeleyi sürdürmekten hoşlanıyorum. Yangına su taşıyan karıncaysam bununla yetinecek, ihtiyarlığımda bununla övüneceğim.” dedi hızlıca. Annesi onun düşüncelerini bin kez dinlemişti. Bu yüzden konuşmasının nasıl devam edeceğini iyi biliyordu. “Binbaşı Utarit bana nasıl ilham verdiyse ben de gelecek nesillere ilham vereceğim.” diyecekti. Dememesi garipti. Annesi ise içinden “Seni arkadaşımla tanıştırdığım güne lanet olsun.” dedi nefretsiz bir sinirle. Bu tatsız sohbetten sonra Livien’in enişteleri kaynata evinde bir araya gelmelerinin sebebi olan işlenmemiş demir ticareti hakkında konuşmaya başladı. “Tadımızı kaçırma.” diyerek eşini uyaran babasının ağzını fıstıklı revaniden daha fazla tatlandırdı bu muhabbet. Annesinin de hali ondan farklı değildi. Mülk edinebilmek için yıllar boyunca çalışıp didinen karı kocanın nihai amacı bir kez daha konuşuldu. Damatların bulduğu sermayeyle oğullar işletme kuracak, oğulların kazanacağı parayla damatlar kıymetli hammadde madeni kiralayacak, buradan çıkarılan cevherler oğulların işletmelerinde işlenip satılacaktı. Paranın beraberinde gelen nüfuzu değerlendirebilmek için aralarında güven ve saygı bağı olan kalabalık bir aile lazımdı. Karı kocanın çocuklarını evlendirmek konusundaki ısrarı bu sebepleydi. Para, nüfuz ve kudret… Nihayetinde kıtanın merkezinde kudretli bir hanedan kurulacaktı. Annesinin adı olan Nieven veya babasının adı olan Girard diye anılabilirdi bu hanedan. İkisi de kabul edilebilirdi karı koca için.


Evlilik meselesinin konuşulması Livien’in neşesini tamamen söndüremese de biraz zedelemeyi becermişti. Damağında buruk bir tat bırakmıştı tartışmak. Livien kaçan iştahına rağmen annesine dargın olduğuna dair bir izlenim vermemek için tatlısını ve çayını bitirdi. Muhabbeti salonun uzak bir köşesinde sessizce dinleyen ve ablasını anlamak adına çaba harcayan Rina’yı yanına alıp avluya çıktı. Hayırsız bir abla olmadığını kanıtlamak için birlikte bahçeye geçtiler. Meyve ağaçlarının çevresinde yetişmiş yabanıl çiçeklerden beğendiklerini koparıp kucaklarında biriktirdiler. Daha sonra bir karadut ağacının gövdesine yaslanarak çiçekten taç yapmaya başladılar. Livien kısa sürede farekulağı, keklikgözü ve ballıcadan hoş bir taç yapmayı becerdi. Rina ise yerli çuhaçiçeği ve yakalı çandan bir taç yapmayı denese de ufak elleri bunun için yetersizdi. Denemeleri sırasında ter içinde kalsa da çiçekleri ezmekten fazlasını başaramadı. Onu gülerek seyreden Livien “Annemiz gördüğün gibi düşüncelerimi beğenmiyor. Ona kızdığımı sakın düşünme. Fikirlerimiz uyuşmuyor sadece. Büyüdüğünde senin de bazı duyguların ve doğruların olacak. Hayatını bunlara göre yaşamanı tavsiye ederim.” dedi. Bunu söylemeseydi eksik kalacaktı aile ziyareti. “Ben zaten büyüğüm, abla.” diyen Rina’nın elinden tutup konağa yönelen Livien “Öyle diyorsan öyledir. Yetişkin olsan da uyuyup dinlenmen ve gelişmen lazım, koca hanım. Şimdi direkt yatağına gideceksin.” dedi ve kız kardeşinin elinden taç yapma konusunda başarılı olma şansını mecburen aldı. Rina’nın güzel yüzü hüzünle gölgelense de Livien onun başına biraz önce yaptığı rengarenk tacı koyarak gönlünü aldı. “Üzüldüğünü görmek istemiyorum, Rina. Çünkü sen benim prensesimsin.”

           

Rina’yı yatağına yatıran ve alnından öpen Livien’in de bir an önce uyuması gerekiyordu. Sabah olunca Erravan’a gidecekti. Babasının şeker sevkiyatı, kendisinin de babası aracılığıyla öğrendiği şehrin henüz bir tehlikeyle yüzleşmediği, olağandışı bir hadisenin yaşanmadığıydı. Livien bir seyyarın verdiği bilgiye güvenerek iş göremezdi. Mutlaka kentte bir süre bulunmalı, etrafı incelemeli, sorunları belirleyip düzeltmeli, tehlikeyi sezip önlemeliydi veya imha etmeliydi. Herhangi bir resmi sıfatı olmaması, Misaki tarafından görevlendirilmemesi işini bir açıdan zorlaştıracak başka açıdan çok kolaylaştıracaktı. Erravan sorumluluk sahasına dahil olmadığından orada faaliyette bulunduğu fark edilirse en iyi ihtimalle zindana atılırdı. Askerler tarafından engellenmediği takdirde tanınmadığı bir kentte bulunduğu için hareket alanı bol olacak, istediği ile istediği gibi muhatap olabilecekti. Gerçekleşebilecek her ihtimalin yorucu ve zor olacağını tahmin ettiğinden kuvvetini tazelemesi, bunun için de uyuması gerekiyordu. Ama uyuyamadı. Aklı annesinin sözleri ile Sato’nun mektubundaydı. Okuduğu mektubu annesinin fikirlerine uyarlamıştı. Kocamış bir çift olarak yemeği birlikte pişirecek, ahşap küvette birbirini yıkayacak, hastalandıklarında omuz omuza verip bir şifacıya gideceklerdi. Üzerini örttüğü çarşafı savurup attı. Sinirlenmişti. “Ettiğini beğendin mi Sato? Aklım bulandı senin yüzünden. Mantıklı düşünemiyorum.” diye söylendi. Yatağında biraz kıvrandıktan sonra uykuya daldı. Uzun süre sonra ilk defa hafif olmayan bir uykuya daldı.

           

Şafak sökünce suya değmiş kedi gibi uyandı. Alacakaranlığın hoşluğu “İzle beni!” diye emretse de Livien’in görev bilinci yeterince kuvvetliydi. Gece yarısı odasına konmuş bir kova suyla elini yüzünü yıkadı. Yatmadan önce üzerine geçirdiği geceliğini çıkarıp vanilya rengi gömlek ile ceketini, gece mavisi pantolonunu giydi. Köylüsü de olan bir arkadaşının yaş gününde hediye ettiği fildişinden tarağı ile küt kesilmiş kahverengi saçlarını fazla özenmeden taradı. Çantasını yanına aldıktan sonra odasından ayrıldı. Uyuduklarını tahmin ettiği ailesini uyandırmamak için kedi adımlarıyla koridordan geçti, merdivenden indi. Ama tahmininde yanılmıştı. Ailesinin biri hariç tüm üyeleri kapının önünde onu bekliyordu. Livien onlarla vedalaşma fırsatını bulduğu için memnundu. Her biriyle uzunca sarıldıktan sonra “Kendine iyi bak. Rina’yı benim yerime bolca öp.” dedi annesine. “Gitmeden önce kendin öpsene. Tüm gece çiçekten taç yapmak için uğraştı.” cevabını alan Livien kardeşinin odasına yöneldi. Yatağının üzerindeki onlarca yaprak ile daldan rahatsız olmadan ve hatta memnun olarak uyuyan Rina’nın kucağında yerli çuhaçiçeği ve yakalı çan çiçeğinden bir taç, yüzünde zor bir görevi başarmış olmanın gülümsemesi vardı. Kusursuz olmasa da güzeldi taç. Belki de kusursuz olmadığı için güzeldi. Kardeşinin kucağındaki taçtan daha hoş kokan saçlarını öpüp kokladı Livien. Bu sırada Rina uyanmakla uyumak arasında bir kararsızlıkla açtı gözlerini. “Şimdi mi gidiyorsun? Keşke birkaç gün daha kalsaydın bizimle ablacığım.” dedi dudaklarını aralamakta zorlanır bir halde. “Sonra yine gelirim, canımın içi.” diyerek teskin etti onu Livien. “Bu taç sana hediyem olsun, abla. Çünkü benim prensesim sensin.” dedi Rina. Bu söz üzerine Livien’in gözleri doldu. Rina’nın yanaklarını okşadı ve oradan uzaklaştı. Birkaç dakika sonra konağı ardında bırakmıştı.

           

Erravan’a varması kaşla göz arasında oldu Livien için. Aslında kırk dakika at sürmekle mümkün olmuştu varmak. Dalgınlığının ilk sebebi köyünden ayrılırken kuvvetli olan ama ailesiyle vakit geçirince zayıflayan ciddiyetini harlamaya çalışmasıydı. Sevgi ve şefkatle ıslanan ciddiyetin yumuşayacağı, yerini laubaliliğe bırakacağı kesindi. Bunu istemediği için herkesin aşina olduğu soğukkanlı haline bürünmeye çalıştı. İkinci sebepse olası senaryoları onlarca kez yazıp silmesiydi zihninde. Herkesin aşina olduğu bir diğer özelliği fiziksel kuvveti ve marifetinin yetersizliğiydi. Savaş sanatının meç kısmına hâkim olsa da şövalyelerle boy ölçüşemez, büyücüleri yere seremez, keşişlerin hücumuna beş dakika bile direnemezdi. Bildirilen tehlikenin savaşmayı gerektirmeyecek türde olmasını umut ediyordu. Bu iki sebeple gerçekle arasındaki bağı yitirmişti. Neyse ki şehir surlarına yaklaşınca aklı başına geliverdi. Halka sağlanan refah ile asillerin kudretini misafirlere ilk görüşte anlatmak için gümüşten zırh ve silahla donatılmış askerler onu bir süre bekletti. Zayıf bir kadın olarak kılıcını müdafaa amacıyla taşıdığı ve bunun haricinde birinin canını yakabilecek eşyasının olmadığı anlaşılınca kente girmesine izin verildi.


Livien şehrin ihtişamını solur gibi içine çektikten sonra yürümeye başladı. Yavaşça canlanan ve insanlarla dolmaya başlayan sokaklarda gezinirken kimse onu tanımadı. Abartısız güzelliğinden başka dikkat çekici bir özelliği yoktu mağrur Erravan halkına göre. Kadınlar evlerinin önünü süpürür, erkekler dükkanlarını açar ve çocuklar gün boyu oynayacakları oyunları hazırlamaya çalışırken Livien olağanın aksine işleyen bir olay bulmak amacıyla dolaştı. Sabahtan öğlene, öğlenden akşama ulaştı fakat amacına ulaşamadı. Bu durumun iyi mi yoksa kötü mü olduğuna karar veremedi. Felaket yokluğunda yaşanmışsa hali fenaydı. Sato’nun ilk ve belki de son ricasını yerine getirememiş olacaktı. Doğumu ve büyümesine tanık olduğu çocukları kurtaran Sato’yu hayal kırıklığına uğratmak istemiyordu. Felaket yaşanmazsa da hali fenaydı. Ne kadar bekleyecekti bu kentte? İşine ne zaman dönecekti? Sonsuza kadar bekleyemezdi. Mutlaka bir gün terk edeceği Erravan’da kalacaktı aklı haftalarca. En iyi ihtimal felaketin o buradayken yaşanmasıydı. Livien birilerinin hayatını karartabilecek bir olayın yaşanmasını istediğini fark edince ara verdi düşünmeye. “Hayırlısı olsun. Hayırsızı defolsun.” dedi. Annesinin meşhur laflarından biriydi bu.

           

Geceyi geçirmek için fiyatı uygun bir han aradı. Kesesindeki para en fazla yedi gün yeterdi ona. Bayağı cimri davranırsa on iki gün… Parası bitince ailesinden istemesi garip kaçardı. Çalışan ve tutumlu bir kadın olan Livien’in ailesinden para istediği görülmemişti. Kesesini doldurmak için köyüne dönerse cevaplaması zor sorulara maruz kalabilirdi. Fiyat araştırmasından sonra diğer taraflardakinden daha ince ve zayıf olan kuzey surlarına yakın bir hana yerleşmeyi uygun buldu. Sur dibinden cılız bir su aktığı için her yer ıslak, yosunlu ve çamurluydu. Fazla nem sebebiyle evlerin sıvaları soyulmuştu. Boğucu olmaya meyilli bir hava hakimdi etrafa. Yine de arada sırada esen hafif yel insanları ferahlatıyordu. Livien hana girdiği an yoğun bir alkol ve ter kokusu yüzüne vurdu. Aydınlatma birkaç gazyağı lambasının ışığından medet umularak düzenlenmişti. Hanın meyhane kısmı loş ve ağır havalı olsa da içki içmeyi düşünmediği için Livien bu durumu umursamadı. Oraya buraya konmuş masalarda kafayı çeken ayyaşlarla göz göze gelmemeye özen göstererek hancıya yöneldi. Semirmiş ve sandalyeye sığamamış müşterilerinin aksine hancı iş yerinin önündeki çalı çırpıdan farksızdı. Yaşlı mı yoksa genç mi olduğu belli değildi. Yaşı ancak iddialaşmaya konu olabilirdi. Gür kaşlarının gölgesinde, hayat ışıltısından yoksun iki çukur gibi görünen gözleri vardı. Alımlı ve saygıdeğer bir müşterinin yaklaştığını görünce bu çukurlar para hırsıyla tutuştu. O sırada kendisini meşgul eden daha az paralı müşterilerini başından savdı ve Livien’e odaklandı. Ancak bu yeni müşterisi pazarlık konusunda sandığından daha dişliydi. On dakika süren konuşmanın ardından Livien sudan ucuz bir fiyata hanın odalarından birine yerleşti.

           

Sudan ucuza kiralanan oda hiç su görmemiş gibi kirliydi. Lekeli pencerenin hemen önüne konan masa gecenin karanlığında olduğundan daha kara ve iğrenç görünüyordu. Yakınına vardığında masanın cilasının eridiğini ve ahşabının çürüdüğünü gördü Livien. Masanın üzerindeki yağ ve sümüğe bulanmış koca tortu bir zamanlar sürahi olmalıydı. Bardağa benzer bir eşyanın bırakılmaması isabetli bir karardı. Kimse bu sürahiden dökülecek suyu içmek istemezdi çünkü. Yatak ise odanın geri kalanına kıyasla temiz sayılırdı. Nemli çarşafın üzerine ceketini serdiği takdirde uyumaktan gocunmazdı. Sonrasında ceketini giyerken huylanacak olsa da şimdilik dinlenmesi temizlikten daha önemliydi. Yarının ne getireceği belli değildi. Kapının önünde mayışmış bir halde duran teke böceğini mendili ile tutup pencereden dışarıya attı. Tavanda gezinen geyik böceği o kadar da kolay bir rakip değildi. Hem kocamandı hem de Livien’in midesini bulandıracak kadar iğrençti. Üzerine atılmaması için dua ederek elini uzattı Livien. Dualarını işiten tanrı daha iyisini nasip ederek böceğin kendiliğinden uçup gitmesini sağladı. Pencereyi kapattıktan sonra rahat bir nefes alan Livien yatağın üzerine ceketini serip uzandı.

           

Halkın uykuya dalması için henüz erkendi. Çay bahçelerine müşteriler uğramaya devam edecek, akşam tiyatroları son gösterimleri sahneleyecek ve evler misafir kabul edecekti. Sarhoşlar ve serserilerin mesaisi ise gece başlayacaktı. Bu yüzden köyündeki gibi sessizlik ve karanlığın içinde uyuması mümkün değildi Livien’in. Büyük şehrin heyecanlı doğasına lanetler ettikten sonra yatağından kalktı. Huylanarak ceketini giydikten sonra odasından ve handan ayrıldı. Güneye doğru ilerlemek güzel mekanlar görmesini sağlayacak olsa da kuzey surlarının çirkinliği bir mesaj verir gibiydi. Gelecek felaketi saklıyor gibiydi. Kuzeydoğuya dikilen ve kenti Balarg hakimiyetinden kurtarmak için verilen savaşta hayatını yitiren ilk askerin adıyla anılan Mrin Kulesi’nden başlayarak batıya doğru ilerledi. Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri kovalasa da Livien esnemelerini bastıramadan yürüse de şüpheli bir duruma rastlamadı. Geceyi boşa harcadığını düşünerek üzüldü. Hana dönmek üzereyken yetkililerin keskin kulağına kaçmasın diye fısıltılar halinde edilen bir sohbet dikkatini çekti. “Senin o kalın kafana tüküreyim. Kürekle taş duvar mı deldireceksin bize?” bunu takiben sızlanan bir ses “Geçen gece yeterince uğraştık zaten. Birkaç darbeyle gedik açabiliriz bence.” diye cevap verdi. İlk ses bu yanıta kızarak, bağıramadığı için gıcırdattığı dişlerin arasından “Bu sevkiyat başarısız olursa patron o dilini kesip boynuna asar. Duvarın delinmediğini gören müşteriler malı beraberinde götürürse yandığımızın resmidir.” dedi. Livien seslerin geldiği, temizlikten de ışıklandırmadan da nasibini alamamış dar sokağa geçti. Kaldırıma hâkim olmuş, kökleri ve dallarının bir kısmı yola taşmış dev ağacın ardına saklanıp fısıldayanlara baktı. Birisi yürüyünce yeri göğü sarsacak kadar iri, yüzü görünmeyecek kadar sakallıydı. Tüysüz olan diğerininse kemikleri belli oluyordu. “Biraz daha oyalanırsak geç kalacağız.” dedi tüysüz adam ince vücuduna yakışmayan bariton bir sesle. Onların vücutları, sesleri ve tavırları arasındaki uyumsuzluk başka bir vakit karşısına çıksa Livien’i güldürürdü. Gülmenin sırası değildi. “Tuhaf bir ikili olmuşsunuz. Ne halt ediyorsunuz acaba?” diye geçirdi içinden.

           

Livien kendini hiç fark ettirmeden tuhaf ikilinin peşine düştü. Aralarına mesafe koyarak, görüş açısını yitirmeden takip etti şüphelileri. Fakir fukara mahallerinden hiç ayrılmamışlardı takip esnasında. Güvenliğin sıkı tutulduğu zengin mahallerine bulaşmaya cesaret edemeyen suçlular yoksul yerleşimine ağlarını örmüştü belli ki. Livien on dakikalık yürüyüşten sonra fark etti ki kuzeybatıya dikilen Azariah’ın Kara Kulesi’ne varmışlardı. İki asır önce iki şehir arasındaki bereketli otlak yüzünden Erravan ile Perjev bir savaşa tutuşmuş, harp meydanında yüz kızartıcı bir yenilgiye uğratılan Erravan daha sonra kuşatılmış ve o devirde zayıf olan surlar hasar almıştı. Kalenin düşmesi an meselesiyken Azariah adlı bir tacir daha öncesinde Temalin rahiplerine sattığı ve tespih yapımında kullanılan kara taşları kulenin inşası için hurda bakır bile istemeden bağışlamıştı. İstese de alamazdı. Erravan’ın tükenmez sanılan hazinesi ücretli asker kiralamak için harcanmıştı. Sular durulduktan ve barış antlaşması imzalandıktan sonra rahipler tacirden kara taşları istemiş, tacir teslimatın gerçekleşmeyeceğini ve aldığı parayı ödeyeceğini onlara bildirmişti. Borcunu ödedikten sonra serveti de sermayesi de kalmayan Azariah birkaç sene açlık ve sefalet çekmişti. Erravan’ın zenginlerinden birisi onun fedakarlığını öğrenince kule inşasında kullanılan her taş için bir altın vermişti. Bununla yetinilmeyerek onun cömertliğini unutulmaz kılmak ve hatırasını onurlandırmak için kuleye adı verildi. Azariah’ın Kara Kulesi’nin dibindeki hasarlı kısmı Livien ilk bakışta fark etmişti. Tuhaf ikili bir çalılığın içine sakladığı kürekleri alıp çalışmaya başladı.

           

Çam yarmasının tahmin ettiği gibi birkaç dakikalık uğraşın sonunda surda insan hacminde gedik açıldı. Eş zamanlı olarak bir sandık geçirildi gedikten. “Biri sizi görmeden önce gidin buradan. Paranızı patrondan alırsınız sonra.” diyerek kimliği meçhul mal sahibini başından savan tüysüz adam endişelenen iri ortağının “Maldan aşırdığını patron fark ederse ihtiyar babanın derisini yüzdürür. Çizme diye giyer.” diye uyarmasını duymazdan gelerek sandığı açtı. Cebinden ince ve kare bir kâğıt, ay ışığının aydınlattığı sandığın içinden kızılağaç yaprağı renginde ufak bir yumru aldı. Yumruyu kâğıtla sardıktan sonra evlerin birinin penceresine konmuş gazyağı lambasının sıcaklığıyla kâğıdın ucunu ateşe verdi. Acemi bir gizlilik ile yürütülen operasyonun afyon kaçakçılığından ibaret olduğunu anlayan Livien oradan uzaklaştı. Zihni uyuşturan her türlü zehirden tiksinse de müdahale etmek istemedi. Erravan şövalyeleri bu iki budalayı yakalayacak, suç şebekesini çökertecek kadar yetenekliydi. Hayatın olağan akışına çomak, başkalarının işine burun sokmak hayırlı sonuçlar doğurmayabilirdi.

           

Davayı bir gün içinde çözebileceği yanılgısıyla bilinmeze atılmamıştı Livien. Rutubetli odasına eli boş dönmek onu üzmedi bu sebeple. Uyumak istemediği için pencerenin yanına koyduğu sandalyenin üzerine oturup sokağı seyretti. Görülmeye değer biri, olay veya manzara bulunmuyordu sokakta aslında. Yine de uzun süre pencerenin önünde bekledi. En sonunda uyku onu ele geçirdi. Pencerenin pervazına dirseğini, başını da avcuna yaslayarak uyudu. Güneş ilk ışıklarını bahşettiği an uyanıverdi. Seyyar esnaf takımından birkaç kişi hariç kimse yoktu yine sokakta. Onlar da müşteri bulamayacaklarını iyi bildikleri halde sırtlarındaki küfede ne taşıyorlarsa onu tanıttılar sokaktakilere. Kuru soğan, taze süt, dumanı tüten ekmek… Aslında soğan mayışmış, süt bozulmuş, ekmek bayatlamıştı. Garibanlar karnını doyurabilsin diye birkaç bakıra bunları satıyor, asıl kazançlarını zenginlerden ediniyorlardı. Rahatsız bir pozisyonda uyuduğu sırada tutulan sırtını açabilmek için gerindi Livien. Yatağın üzerinde duran ve kınında bekleyen meçini kemerine astıktan sonra odasından ayrıldı. Kahvaltı için güzel bir çay bahçesine gitmek istiyordu. Bir günlük ücreti ödedikten sonra handan çıktı. Birkaç dakikalık yürüyüşten sonra tam da istediği gibi bir çay bahçesine vardı. Bir ıhlamur ağacının dibine konmuş masaya geçti. Lavanta ve yaseminlerin hoş kokusu ile ispinozların ötüşü ruhunu doyurdu. Peynirli börek, çilek marmelatlı çörek ve taze öğütülmüş kahve ise karnını… Matarasını satın aldığı buz gibi limonata ile doldurduktan ve hesabı ödedikten sonra hiçbir ipucu olmadan yürüttüğü sorun arayışına devam etti.

           

Maddi veya manevi bir dert çekmediklerini düşündürtecek kadar mutlu ve huzurlu görünüyordu meydandaki insanlar. İstisnasız her birinin yüzünde abartıya kaçmayan bir gülümseme vardı. Mutsuzluk yasaklanmış gibiydi. Komşular birbirine selam veriyor, esnaflar birbirine bol kazanç diliyor, arkadaşlar kucaklaşıyordu. Livien bir evin yüksekçe eşiğinin üzerine oturup olan biteni izledi. Vaktini heba ettiğine dair bir düşünce belirdi zihninde. Tehlike meydanda değil kuzeyde olmalıydı. Hanın bulunduğu muhite gitmek üzereyken bir gariplik vuku buldu. Bir adam dans etmeye başladı. Bir adam neden dans etmeye başlardı ki müzik duyulmazken? Topuklarıyla yeri döverek henüz sulanmamış meydanın tozlarını etrafa saçtı. Fırtına koparken kabaran okyanus gibi kollarını dalgalandırdı. Kalçasını kıvırdı. Bunlar ve bunlara benzer dans figürlerini hiç usanmadan yineledi. Yüzünde çılgınca bir gülümseme vardı. Var mıydı sahi? Dudakları görünmez parmaklar tarafından iki tarafa çekilmiş gibiydi aslında. Onu izleyen kalabalık bir süre yadırgayıcı sözler mırıldandı. İçlerinden bazılarının yetişmesi gereken yerleri, yapılmayı bekleyen işleri vardı. Onlar gidince yerlerini başka meraklılar aldı. Kalabalık seyirci kitlesi dansçının gösterisini çeşitli hisler içinde izlerken umulmadık bir olay daha yaşandı. Dört genç dansçıyı abes haliyle baş başa bırakmak istemediğinden midir yahut canları kurtlarını dökmek çektiğinden midir bilinmez tüm figürleri kopyalamaya başladı. Beş kişilik dans ekibi önce on beşe sonra elliye, yüze, iki yüze ve nihayetinde bin kişiye yükseldi. Meydan inlemeye başladı tepinen insanlardan ötürü. Dayanılamaz bir gürültü ele geçirdi Erravan’ı. Öyle ki Livien kulaklarını tıkamak zorunda kaldı.


Önce askerler geldi bu garip duruma müdahale etmek için. Sağlam zırhtan yoksun olan zavallılar darbeler alarak yürüdüler ve delirmiş vatandaşları dil dökerek, bağırarak ve omuzlarından tutup sarsarak kendine getirmeye çalıştılar. Bu çabaları nafileydi. Kimsenin düzelmeye niyeti yoktu. Dans edeceklerdi. Ne zaman heveslerini alacakları belli değildi. Çılgın kalabalığın arasında kaldığı için canı yanan askerler sabrını yitirip mızraklarının sapıyla insanları dövmeye başladı. İntikam alıyorlarmış gibi bir halleri vardı görevlerini yerine getirmekten ziyade. Ancak onlar da sessiz müziğe kendilerini kaptırdılar en sonunda. Daha sonra şövalyeler geldi. Parlak zırhlarının içindeki koca adam ve kadınlar kendilerinden önce gelen askerlerden daha etkili çareler biliyordu. Kadim Lisan’daki rünlerin gereken sırayla havada çizilmesine dayanan ve en akılsızının dahi kolayca öğrenebileceği destek büyülerine başvurdular. Bu pratik büyüler dansçıların birkaç saniyeliğine uyanmasını sağladı yalnızca. Onlar da dansın büyüsüne kapıldı.


Sato’nun bildirdiği tehlikenin vahametini anlayınca dumura uğradı Livien. Çare sunmaktan aciz olduğu için kendine kızdı. Çaresiz birinin omuzlarına bu sorumluluğu yüklediği için Sato’ya kızdı. Daha sonra yine kendine kızdı. Erkenden pes etmemesi lazımdı. Aslında dansın büyüsüne esir düşmeden önce kentten kaçmasını hiç kimse yadırgamazdı. Bunun mantıklı bir karar olduğunu düşünerek takdir edenler bile olabilirdi. Başvurabileceği bütün çözüm seçeneklerini askerler denemişti. Başvuramayacağı çözüm yollarını şövalyeler harcamıştı. Sıradan bir köy idarecisi çıldırmış bir güruhu nasıl kendine getirebilirdi? Öncelikle sakince düşünebileceği bir yere sığınmalıydı Livien. Oturduğu eşiğin yanındaki caddeye girdi. Birkaç öküz arabasının yan yana rahatça ilerleyebileceği kadar geniş olan caddedeki yüzlerce zavallının da berbat bir halde olduğunu görünce koşmaya devam etti. Görünürde varabileceği bir yer olmadığından umutsuz, bulaşıcı deliliği gördüğünden korkulu bir koşuydu bu. Geçtiği yahut uzaktan gördüğü caddeler, ara ve çıkmaz sokaktakilerin de hali fenaydı. Livien endişeli koşuşturması sırasında fark etti ki şehirdeki herkes aynı oranda etkilenmemişti lanetten. Merkez ile güneydekilerin neredeyse tamamı dans büyüsüne kapılmıştı. Kuzeydekiler ise belki de ilk defa yaşadığı muhitin bir faydasını görmüştü. Onlardan bazıları mantığını yitirmiş olsa da arkadaşları tarafından zapt edilip kalın iplerle bağlanmış, saman balyaları gibi bir ahırın önünde istiflenmişlerdi. Etraftakilere emirler yağdıran, yağdırdığı emirleri uygulatacak kadar nüfuzu olan bir adama yaklaştı Livien. Adamın üzerinde makam sahibi olduğunu belli edecek bir arma yoktu. Sinekkaydı tıraş olduğu için sakallarının renginden değil yüzündeki kırışıklıklardan anlaşılıyordu yaşını başını almışlığı. Çözüme yönelik bir bilgisi, en azından tahmini olabilirdi. “Ben kendi adını bile yazamayan bir adamım. Nasıl bilebilirim ki nasıl çözülürmüş bu mesele?” diye sert bir yanıt alınca hayal kırıklığına uğradı Livien. Yine de üstelemekten vazgeçmeyecekti. 


“Dün gece şehre bir sandık afyon getirildiğini gördüm. Sizce bu çıldırmaların afyonla bir ilgisi olabilir mi?” diye sordu Livien. Yanıtın olumsuz olacağını tahmin etse de bu soruyu sormaya mecburdu. Müdahale etmemeyi seçtiği kaçakçılığın bu felakete sebep olmadığını bilmeliydi. Aksi takdirde utanç ve vicdan azabından ötürü kimsenin yüzüne bakamayacak hale gelirdi. Özellikle Sato’nun… Yaşlı adam içinde bulundukları duruma hiç uymayan bir kahkaha attı. “Öncelikle bizim salakları suçüstü gördüğün için seni tebrik ederim. Onları dikkatli olmaları konusunda uyarmıştım halbuki. Hayır, küçüğüm. Bizim bir sandık afyonumuz koca bir şehri delirtemez. Delirtmedi de zaten. Henüz kimseye satmadım çünkü.” diyerek Livien’in yüreğine su serpen ihtiyarın yüzü düştü aniden. “Bu kaosun sorumlusu ben değilim.” diye mırıldandı hüzünle ve kendisini kahreden, Livien’in yaşadığı dehşeti perçinleyen bir olayı anlattı.


“Arkadaşımın yeğeni öldü. Kalbi zayıf, bünyesi hassastı. Onun ölümün kıyısında yürüdüğünü herkes bilirdi. Bu sebeple onu ürkütmemek için özen gösterirdik. Mahallemizin kuralları çocuklarımızın sarsılmaz bir iradeye sahip olmasını emreder. Evladımıza her türlü eziyeti çektiririz ki ileride hiçbir olay onları üzmesin, korkutmasın, ambale etmesin. Ama o hasta olduğu için çocukluğu boyunca pamuk kadar yumuşak bir muamele gördü. Koca bir adam olunca geçimini sağlayabilmek için bir çiçekçi dükkanında tezgahtar olarak işe girdi. Bu sabah her zaman olduğu gibi en güzel kıyafetlerini giyip, saçlarını tarayıp, güzel kokulu yağlar sürünüp sokağa çıktı. Birkaç adım attıktan sonra dans etmeye başladı. Altı gün önce âşık olduğu kadınla nişanlanmıştı. Bu başarısı hatırına geldiği ve mutluluğu tazelendiği için dans ediyor sandım. Sonra yüzündeki ona ait olmayan o gülümsemeyi gördüm. Bunun normal olmadığını anlayarak engellemeye çalıştım. Beceremedim ama. Az sonra düşüp öldü. Tüm hayatını yakından seyrettiğim biri öldü. Hayır, küçüğüm. Bu krizin sorumlusu ben değilim.” Böyle sancılı bir zamanda merhametli tarafını göstermek otoritesinin zayıflamasına neden olabileceğinden gözleri yaşaran yaşlı adam ağladığını kimse görmesin diye yüzünü başka bir tarafa çevirdi.


Uzak diyarlarda can verenlerin acısını layığıyla çekenlerden değildi Livien. “Başınız sağ olsun.” demekten ileri gidemezdi bir yakınını yitirenlere. Bir yakınını yitirmediği için bu acıyı anlayamıyordu. Fakat ihtiyarın sözleri onun zihninde ölümün ve ölünün bir portresini çizdi. Ölüm bir destan kahramanı gibi tozlu sayfalarda mahpus, gerçeğe aykırı değildi. İnsanlar gibi kanlı canlı, insanın aksine zamandan bağımsızdı. Ölü ise ölümün bizden çalıp kaçırdığı sevinçler, hüzünler, anılardı. Birinin divanın üzerinde kalan gömleği, bardağın dibindeki iki yudumluk şarap, hiç dokunulmamış yemek, kokusu geçmesin diye saklanan yorgandı ölüm. Bir ölünün hikayesi şüphesiz ki etkilemişti Livien’i. Onu sarsan asıl farkındalık delirmişlerin tümünün uğrayabileceği akıbetti. İnsan yorgunluğa ve hararete belli bir süre dayanabilirdi. İsteğe bağlı olmayan bu dans takati kalmayanları canından edebilirdi. Livien şehrin cesetlerle dolduğunu düşündü. Çürümüşlüğün acı çekmeyi imkânsız kılan, kaçıp uzaklaşmayı emreden kokusu burnuna gelir gibi oldu. Daha sonra kötü sonu düşünmekten vazgeçti. Elinden geleni henüz denememiş, elinden neyin geldiğini öğrenmemişti. Ölüme önlem ve lanete geçici bir çözüm olarak lanetlenenleri bağlayarak dans etmekten alıkoyma yöntemini mantıklı buldu. Ancak bu yöntemi bütün şehirde uygulamak için organize olmak ve eş zamanlı bir operasyon yürütmek gerekiyordu. Bu düşüncesini ihtiyara aktarınca “Kendimizi güvenceye alıp bir kenara çekileceğimizi sanmıyorsun, değil mi? Burası benim şehrim. Önce mahallemi sonra şehrimi kurtaracağım.” cevabını ve sonra bir görev aldı ihtiyardan. “Bizler okuma yazmayı bilmez kimseleriz. Bu lanetin sebebini de çözümünü de bulamayız. Kıyafetin ve tavırlarından eğitimli bir kadın olduğun anlaşılıyor. Bu işi sen hallet. Biz de insanların kendine zarar vermesini engelleyelim. Olur mu?” Etrafına bakınan Livien anlatıldığı gibi sarsılmaz bir iradeye sahip insanlar gördü. Ne endişeliydiler ne de korkulu… Dediğini mutlaka başaran insanlara benziyorlardı.


Livien’in şüphelendiği bir mesele vardı. Su… Kuzey ile güneye farklı kaynaklardan su verilirdi. İhtiyardan görevi alınca aklına gelen ilk sebep su oldu bu yüzden. Diğer evlerden de barakadan da farksız olan bir evin kapısını çaldı. Çürük kapı aralanınca karanlığın içinde yaşardığı için parıldayan kara gözler belirdi. Bu gözler endişe ve korku dolu bir bakışla üzerine dikildi. Livien bu ürkütülmüş ev sahibesinden işi bittiğinde getireceğinin sözünü vererek iki kavanoz istedi. Kavanozlardan birini biraz ilerisinde aktığı bin şahit isteyen bulanık suyla doldurdu. İki aşamalı tasarısının ilk kısmı kolayca hallolmuştu. Yüz misli daha zor geçeceği aşikâr olan ikinci aşama için güneye doğru yürüdü.


Sokaklar onlarca bedenden akan ter yüzünden ıslanmıştı. Islanan tozlar önce çamurlaşmış sonra gün ışığında ısınıp sertleşmişti. Çıldırıp dans edenlerin saçları veya sakalları terli alnına yahut çenesine yapışmıştı. Nefesleri ağırlaşmış, gözleri kızarmış, hareketleri yavaşlamıştı. Bazıları öylece uzanıyordu yerde. Ölü mü yoksa baygın mıydılar? Livien bilmiyor, bu kaos sona erdiğinde hiçbir olay yaşanmamış gibi doğrulabilsinler diye dua ediyordu. Delilere dokunmamaya özen göstererek, kaldırımların binalara yakın yerlerinden ilerledi. Olması gerekenden daha uzun süren bir yolculuktan sonra yağmur sularının biriktirildiği sarnıçların idare ve muhafaza edildiği binaya vardı. Onu binaya girmekten menedecek hiç kimse yoktu kapıda. Buraya bekçi konulmuş muydu öncesinde? Konulmamışsa birisi buraya girip suyu zehirlemiş olabilirdi. Livien’in tahmini buydu. Boş kavanozu sarnıçtaki suyla doldurdu. Kavanozlardaki suları kıyasladı. Görünürde belirgin bir fark yoktu. Livien gözüne güvenemezdi ama. Bir uzmanın fikrini almalıydı mutlaka. Uzmanın delirmiş olmamasını umarak sarnıçtan ayrılıp rasathaneye ilerledi. Uzakta sayılırdı çatısında dev bir teleskobun yükseldiği, kırmızı kiremitleri sıva bile görmemiş bina. Görüyordu ama bir türlü varamıyordu Livien. On dakika yürüdü ama varamadı. Yirmi dakika yürüdü ama varamadı. Kırk dakika yürüdü ve yine varamadı. En sonunda sabrı taştığı için koşmaya başladı. Ağırbaşlı yönetici portresi çizmek için ağır adımlarla ilerlerdi köydeyken. Onu görüp de yadırgayacak kimse olmadığı için koşmasının bir mahzuru yoktu. Birkaç dakika sonra hedefine varmıştı.


Rasathanenin çatısı gökbilimcilere, zemin katı öğrencilere, mahzeni simyacıya tahsis edilmişti. Livien nefesini düzenledikten sonra gün ışığının ele geçirmekte zorlandığı ve kötü kokulu mahzene indi. Delirmenin sebebi olan zehir burada üretilmiş olabilirdi. Doğal olmayan koku yüzünden böyle düşündü. Suçluyu yakalama ihtimali doğan Livien zedelenmiş dikkatini canlandırdı. Omuzlarını dikleştirdi ve bir elini gerektiğinde çekivermek için meçinin kabzasına koydu. İçinde yeşil, mavi ve sarı sıvılar olan beher, mezür ve erlenlerle çocuk gibi neşe ve hevesle oynayan bir ihtiyar görmeyi beklemezdi Livien. Zamanın birini bu kadar hırpalayabileceğini düşünmezdi. Tepesi kelleşmiş başının yanlarında kıvırcık ve ak saçlar vardı. Karga burnu üst dudağına, alt dudağı çenesine değiyordu neredeyse. Kırışık derisinin rengi bayağı tuhaftı. Ebru sanatının iğrenç bir örneğiydi sanki. Bir zamanlar beyaz olan derisinde sarı ve yeşil çizgiler birbirine geçmişti. Kambur sırtı o kadar eğikti ki göğsü ile dizleri arasında gayet az bir mesafe kalmıştı. Livien onu görünce ürperdi. O ürperince ihtiyar korktu ve bir beheri düşürdü. “Yaptığını beğendin mi? İki günlük emeğini heder ettin. Bizmutu eritmenin ne kadar zor olduğunu biliyor musun?” dedi öfkeyle. “Özür dilerim.” dedi utanarak Livien. Sonra muhatabının suçlu olabileceğini hatırladı ve ciddi bir tavır takındı. “Meşgul görünüyorsun. Ne işle uğraşıyorsunuz acaba?” diye sordu. “Ufak ve gelişmemiş beynin anlatacaklarımı algılayamayacağı için nefesimi boşa harcamayacağım.” dedi ve cisimleşmeye başlayan bizmutu bir kürekle kirli zeminden kazıdı. Uğradığı hakaret öfkelendirdi Livien’i. Uzun sürmesi gereken sorgulamayı kısaltarak direkt sonuca geçti. “O halde ufak ve gelişmemiş beynimin algılayacağı biçimde cevapla sorumu. Şehrin suyunu neden zehirledin?”


“Ben mi zehirlemişim şehrin suyunu? Ne zaman yapmışım bunu?” dedi ihtiyar sesine hislerini yansıtmadan. “Fark eder mi? Dün, iki gün veya bir hafta önce… Beni, seni ve herkesi ilgilendiren suyun zehirlenmiş olduğu…” diye çıkıştı Livien. “Fark eder. On gündür laboratuvarımı terk etmedim çünkü.” dedi ihtiyar ve beherleriyle oynamaya devam etti. “Bu dediğini onaylayabilecek biri var mı?” diye soran ve henüz suratına bakmadığı Livien’e cevaben “Sokağa çıkıp rastgele birisini durdur ve ona sor “Raziel Avicenna’yı en son ne zaman gördün?” diye. Sana dediğimi onaylayacaktır.” dedi. Affedilemez bir suçla itham edilmiş, yüzlerce insanın hastalanmasından sorumlu tutulmuş olan o değildi sanki. “Beraber çıkıp soralım istersen.” dedi Livien iğneleyici bir tavırla. Birlikte geçirdikleri iki dakika bu misafiri baş belası olarak tanımlamasına yetmişti Raziel’in ve baş belasını başından savmak için isteklerine boyun eğecekti. Birlikte sokağa çıktılar. On gündür doğal ışık görmeyen simyacının kamaşması geçen gözleri fal taşı gibi açıldı. Maruz kaldığı tedirgin edici ve tuhaf manzarayı hazmetmesi uzun sürmedi ama. Bu sırada onun tepkilerini değerlendiren ve samimi olduğunu düşünen Livien’in şüphesi azaldı. Bir hayret nidası olarak “Neler olmuş bu insanlara?” diyen Raziel’in zihnindeki taşlar oturdu. Kentin bir felakete sürüklendiğini ve bundan sorumlu tutulduğunu anladı. Bu sırada gelişmiş beyni işlemeye başladı. Davetsiz misafirinin bahsettiği su konusunu düşündü. “Suyu inceledin mi?” diye sorunca eline iki kavanoz tutuşturuldu. Belli ki incelemesi gereken kişi kendisiydi.


Raziel koşar adımlarla laboratuvarına döndü ve şömineyi yaktı. Aydınlanan mahzenin ayrıntıları görünür oldu. Duvarları saklayan raflarda kitaplar, içinde canlı örnekleri ve fosillerin bulunduğu kaseler, çizimler ve edevat vardı. Şöminedeki odunlar kömürleşince Raziel üzerlerine ızgara koydu. Daha sonra kavanozlardaki suları beherlere farklı miktarlarda döktü. Birkaçının üstüne tuhaf kokulu tozlar ve Livien için yabancı otlar serpti. Beherleri ızgaranın üzerine dikkatlice koydu. Bir süre hiç kırpmadığı gözlerini kaynayan sulardan ayırmadı. Sonunda hayal kırıklığına uğradı. “Bu sular gayet normal. Bildiğim sentez çeşitlerini denedim. Emin ol ki küçüğüm sentez çeşitlerinin çoğunu bilirim. Hiçbiri tepkimeye girmedi. Başka bir sebebi olmalı bu delirmenin.” dedi ve ipince cam tüpleri değişik yoğunlukta ve renkte sıvılarla doldurdu. Aklında başka bir sebep vardı şüphesiz. Düşüncelerini dile getirmeden çatı katına çıktı. Raziel hastalıklı halinden beklenmeyecek bir atiklikle hareket ettiğinden Livien onu çatı katında elindeki tüpleri havaya kaldırırken yakalayabildi. “Zehirli gaz salınmış olabilir diye düşünmüştüm. Ksenon ile argonun bileşimi böyle bir etki yaratabilir. Öyle değilmiş ama. Ne yapacağımı bilmiyorum artık. Ne su ne hava… Bunca insanı ne delirtmiş olabilir ki? Aklımı yitireceğim. Bana yol göster Yüce Yondaru!” diye söylendi. Yüce Yondaru ona yürümesi gereken yolu göstermişti zamanında. Bu yol simyaydı. Raziel mahzenine döndü önce sebebi sonra çözümü bulmak için. Livien onu takip etmek istemedi. Teleskop ile göğü değil şehri izleyecekti. Teleskopun merceğine gözünü dayadı. Gördükleri onu rahatsız etti. İkindi olduğu için sıcak iyice artmış, bayılanların sayısında müthiş bir artış olmuştu. Livien onları böyle adlandırıyordu. Bayılanlar… “Ölenler” demek istemiyordu. Aklına öyküler geliyordu çünkü. Bir ömrün özet öyküleri… Yeni doğan torununu görmek için neşeyle evden ayrılan hanımlar, kızına elbise almak için terzileri gezen adamlar, hiç dinmeyen bir hevesle sevdiceğinden bahseden genç kızlar, sevdiceğini sevindirecek güzel bir hediye bulmak için çiçekçiye akın eden genç erkekler ve çiçekçide çalışan altı günlük nişanlı o genç adam… Birbirinden uzak olduğu kadar yakın, birbirine sebep olduğu kadar sonuç onlarca öykü…


Kuzeyli ihtiyar ve beraberindeki az sayıda insan delirmiş kalabalığı zapt etmekte yetersizdi. Bu gidişle son hazmedilemeyecek kadar acı olacaktı sağ kalanlar için. Bu sırada Livien bir eksiği fark etti bu felaketteki. Şifa büyücüsü neredeydi? Teleskop ile şehrin tümünü dikkatle ve hiçbir sokağı atlamadan araştırdı. Yoktu. Kendisine en çok ihtiyaç duyulduğu zamanda ortalıkta yoktu şifa büyücüsü. Livien onu bulup deliğinden gerekirse zorla çıkarmak için sokağa inecekti ki bir ses bütün şehri sarsıverdi. İnlemeyi andıran bir haykırıştı bu. Bir değil binlerce ağızdan çıkan ulumaydı doğrusu. Livien ne olduğunu görmek için teleskobun merceğine yeniden gözünü dayadı. Gördüğü bu sefer onu rahatsız etmekten öte korkuttu. Delirenler dans etmekten vazgeçip ulumaya, titremeye, kasılıp gevşemeye başladı. Daha sonra dehşetin nefesi gelip çöktü kentin üzerine. İnsanlar hayatta kalması buna bağlıymış gibi kulaklarını koparmaya çalıştı. Kopan kulaklar avuçlarda ezilip bir kenara atıldı. Bununla yetinemeyenler tırnaklarıyla yüzünü yardı. Livien bu kâbusu daha fazla izlemek ve işitmek istemedi. Yere çöküp gözlerini yumdu, kulaklarını tıkadı. Gelip kendini kurtarsın diye Yüce Yondaru’ya yalvardı. Yüce Yondaru’nun tüm bu yaşananların bir kâbus olduğunu söylemesi için yalvardı. O mektup gelmeseydi, imzasız zarfı eline geçtiği gibi çöpe atsaydı, okusa ama umursamaydı daha iyi olmaz mıydı? Olmazdı. İnsanları kaderiyle baş başa bırakmayı isteyen birisi nasıl karanlıktan kaçamayanlara yol gösteren bir meşale olabilirdi? Nasıl ilham verebilirdi ki Binbaşı Utarit gibi? Livien derin bir nefes alıp doğruldu. Üzerindeki tozları silkeledi. Dağılmış saçını eliyle düzeltti. Az sonra sokaktaydı. Kararını vermişti. Şifacıyı bulup felakete son vermeye zorlayacaktı.


Meydandaki hastaneye vardığında kapının kilitlenmiş, pencerelerin kapanıp perdelerin çekilmiş olduğunu gördü. Alınabilecek en alçakça karar! Öfkeden kuduran Livien’in yumrukladığı kapı açılmadı. Perdeler bile kımıldamadı onun bağırışlarından sonra. Böyle bir durumla karşılaşmayı beklemediğinden nasıl davranması gerektiğini bilemedi. Şifacının evine sığınmış olması muhtemeldi. Evini nasıl bulacaktı peki? Erravan’ın yabancısı sayılmazdı Livien. Misaki’nin evrak işlerini halletmek, keyif için gezmek, festivale katılmak ve alışveriş yapmak için gelmişti daha öncesinde belki kırk kez. Biraz yardım gördüğü takdirde kentin krokisini çizebilirdi. Ama büyücünün yaşadığı yeri bilmiyordu. İşi düşmemişti şifacıya. Onun izini sürmekten vazgeçti Livien. Yitirecek vakti kalmamıştı çünkü. Aniden yükselen ve kulaklarını ağrıtan ikinci çıldırma nöbeti onun dizlerinin bağını çözdü. Bir an önce ne yapacağına karar vermeliydi. Meçiyle yakınındaki pencereye vurdu ve tuzla buz etti. Daha sonra içeri girdi. Hasta odalarından birine aitti kırdığı pencere. Burada kimsenin bulunmadığını görünce karanlık ve sessiz koridora geçti. Birini dahi es geçmeden bütün kapıları açıp ardında saklanana baktı. Kimse yoktu. Yalnızca iğneler, pamuklar, neşterler, makaslar, eter ve ilaç şişeleri vardı. Livien yetkili ve yetenekli birilerini bulacağına inanıyordu. Onları tombul bir mumun aydınlattığı morgda birbirine sarılmış halde bulmayı beklemiyordu. Ölülerin yanı başında yaşayanlar için tanrıya yakarmalarını tahmin bile edemezdi. Hünerlerini göstermek yerine dua ederek ağlaşmaları bir komedya sahnesi gibiydi. Livien morgda ne halt ettiklerini sordu. “İnsanların ne hale geldiğini görmedin mi? Lanetin bize de bulaşmasından korktuk ve can güvenliğimiz için buraya sığındık.” dedi “korktuk” sözü ağzına yakışmayan iri yarı bir hastabakıcı. Livien’in siniri tepesine çıktı. “Can güvenliğiniz için buraya sığındınız demek. Bravo! Erravan’da işler böyle mi yürür? Yangın çıkınca tulumbacılar korkup kaçar mı? Ben adını bile bilmediğim insanların derdini çözmek için çabalarken siz neden saklanıyorsunuz?” diye azarladı onları. Hiçbiri tepki göstermeye yeltenmedi. Sessizlik uzadı.


Sessizlik o kadar uzadı ve öyle ağırlaştı ki dil dökmenin işe yaramayacağını anladı Livien. Kan dökmenin vakti gelmişti ona göre. Elini meçinin kabzasına koydu. Onların öldürülmesi halkın kaderini ve felaketin gidişatını etkilemeyecekti. Zaten kendilerini etkisiz eleman seviyesine indirmişlerdi. Onları öldürmek Livien’in hayatını karartmazdı muhtemelen. Felaket bittiğinde hayatta kalan yetkililer birkaç hırsız kargaşadan yararlanarak onları öldürmüş diye düşünür, diğer ölülerle birlikte onları da gömerlerdi. Livien’in peşine düşmezlerdi yani. Felaket bitmediği takdirde mesele olmazdı onların ölümü. Binlerce ölünün arasındaki birkaç ölü… Delilerin yanından gelen Livien ölülerin yanındaki yaşayanları öldürmek için meçini kınından sıyırdı. Cinayet işlemek konusunda kararlı olsa da ilk adımın devamını getiremedi. Güçlü bir el onu bileklerinden yakalamış gibiydi. Kıpırdayamıyordu. Bu birkaç saniyelik bocalama ona mantıklı düşünme fırsatını verdi. Ruhunun karardığının farkına vardı. Gerçekten de adını bile bilmediği insanların derdini çözmek için çabalıyordu. Bu çabası ona adını bile bilmediği insanları yüreği hafiflesin diye öldürme hakkını verir miydi? Vermezdi. Bu yüzden meçini kınına koydu.

           

Hastaneyi kan dökmeden terk etmeyi başardı. Meydanı kimsenin yüzüne bakmadan terk etmeyi başardı. Sahipsiz bırakılmış bir evin içine girdi. Hiçbir eşyaya yani yarım kalmış hikayelere bakmadan dama çıktı. Bütün gün yürüdüğü için su toplayan ayaklarını dinlendirmek için çizmelerini çıkardı. Terli sırtını ferahlatmak için ceketini çıkardı. Matarasındaki limonatadan koca yudumlar aldı. Limonata ılıktı ve ihtiyacı olan içecek değildi. Buna rağmen biraz ferahlamasını sağladı. Livien ne yapması gerektiğini düşündü uzun bir süre. Kuzeyli ihtiyarın yanına gidip delirenleri bağlamasına yardımcı olabilirdi. Ama ihtiyar ona net bir ifadeyle çözüm bulmasını rica etmişti. Çözümü bulabilecek simyacı Raziel’in yanına gidebilirdi. Ne yapacaktı ki simyacının yanında? Çayını kahvesini mi getirecek, terini mi silecekti? Buna gerek duymuyordu muhtemelen simyacı. Livien’in varlığı yalnızca dikkatini dağıtırdı.


Serin bir yel esmeye başladı. Terini kuruttu birkaç saniye içinde. Saçlarını okşadı. Buna ihtiyacı vardı. Başını annesinin dizine yaslamaya, yalan da olsa “Bugünler de geçer. Üzme kendini, güzel kızım.” sözünü duymaya ihtiyacı vardı. Aniden ensesinde başlayan yoğun bir karıncalanma beline vardı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Nefesi önce daralıp azaldı, sonra uzayıp hızlandı. Oturduğu yerden kalkıp damın tam ortasına geçti. Görüş açısına giren binaları inceledi. Pencerelerden içeriye bakıp ne var ne yok diye baktı. Kaybolan umutları ve hevesi yerine gelmişti. Kara düşünceleri zihninden silinip gitmişti. Onların yerine gizemin çözümü gelip yerleşti. Bunun sebebi kulaklarındaki çınlamanın sona ermesiydi. Livien fark etti ki sabahtan beri kulağında bir çınlama vardı. Çay bahçesinde kahvaltı ederken, meydandaki delirmeleri izlerken, kuzeyli ihtiyarla konuşurken, sarnıçtan su alırken, Raziel ile tartışırken kulağında hep çınlama vardı. Delirenlerin arasında olduğu halde delirmemesinin sebebi buydu. Delirmenin sebebi ise sesti belli ki. Yaşadığı dehşet sebebiyle fark etmemişti bu durumu. Kuzeyliler sesin kaynağından uzak olduğundan, Raziel yalnız başına mahzende bulunduğundan lanete yakalanmamıştı muhtemelen.


Lanetin nasıl uygulandığını tahmin edemiyordu Livien. Edindiği bilgileri ve tahminleri bir araya getirince aklına yalnızca iki seçenek geliyordu. İlki lanetli sesi kente yayan kişinin devamını getirmeyip kaçmasıydı. İkincisi ise istediği etkiyi sağlayabilmek için laneti sürekli tekrarlamasaydı. İlki suçlunun cezalandırılamaması, ikincisi tehlikenin sürmesi anlamına geliyordu. Livien’in beynine dişlerini geçiren kaynağı belirsiz bir ses ikinci seçeneği doğruladı. Lanete yakalanmadan önce bir veya iki saniyesi vardı en fazla. Bir an önce lanetin kaynağını bulmalıydı. Gözlerini yumup dinledi. Güneydoğu istikametinden geldiğini anladı. Şansını fazla zorlamamalıydı. Gömleğinden kopardığı iki bez ile kulaklarını tıkadı. Pek yüksek olmayan damdan aşağıya atladı ve koşmaya başladı. Gözünün önündeki onlarca binanın birinde bulunuyordu muhtemelen lanetleyen. Hangisindeydi peki? Livien hedefini ardında bırakmak istemediği için durdu. Doğru kararı verebilmek için gözlerini yumup düşündü. Nerede olabilirdi suçlu? Sesin etki alanını artırabilmek için yüksek bir yerde olması lazımdı. Erravan’ın güneydoğusundaki en yüksek yer neresiydi? Gözlerini açan Livien cevabı karşısında buldu. Egalfarin Kulesi bütün haşmetiyle önündeydi. Girişindeki nöbetçiler delirdiği için kuleye girmesi hiç zor olmadı. Tepesine kaşla göz arasında çıkıverdi. Saniyeler içinde seksen basamak aşsa da bana mısın demedi. Yüz seksen tane daha olsa yine yorulmazdı. Hızını hiç kesmeden ilerledi ve önüne çıkmaya cüret eden meşeden çift kanatlı kapıya omzuyla vurdu. Başka zaman olsa kıpırdatamayacağı dev kapıyı mucizevi bir biçimde yıkıp geçti. Kapı gümbürdeyerek devrilince neredeyse hiç işlenmemiş daldan bir flütü öttüren kel ve cılız bir adam açığa çıktı. Endişeye kapılarak flütü ağzından uzaklaştıran adamın suratına tekmesini geçirdi Livien. Adamın burnu kırıldı ve şelale gibi kan akmaya başladı. Bu yetmezmiş gibi dengesini yitirdi ve kafasını ardındaki duvara çarptı. Livien meçini çıkarıp adamın boynuna dayadı. “Yolun sonuna geldin, şerefsiz.” dedi tıslayarak. Bir yılan gibi adamın esmer yüzüne tükürdü. “Tükürme. Boğazını kes!” diye emreden nefretine boyun eğmedi.


“Beni öldürmemeni tavsiye ederim, hanımefendi.” dedi cılız adam. Livien acılı sürecin sonuna vardığı için sevinmek yerine acı çekenler ve aileleri adına öfkelenmişti. “Seni ben öldürmeyeceğim. Bu zevki hayatını kararttığın insanların sevenleriyle birlikte tadacağız.” diye kükredi adeta. Sonra üzerinde iğrenç bir buğu olan flüte takıldı gözü. Lanetli alet olduğu aşikâr olan bu flütü topuğuyla kırdı. Ardından bu aletin incelenmesi gerektiğini düşündü ve odun parçalarını pantolonunun cebine yerleştirdi. O an fark etti yalın ayak olduğunu. Bunu önemsemedi ama. Adamın sırtına meçini dayayıp kuleden indirdi. Sivri ucunu biraz bastırarak ve kan akıtarak nefretini doyurmayı unutmadı. Kendine gelen nöbetçiler birbirine halini soruyor, ne yaşandığını anlamaya çalışıyordu bu sırada. Livien ile esirini gördüklerinde meseleyi anladılar. Livien suçluyu onlara teslim etti. “Yüce Yondaru seni ömrün boyunca mutlu ve huzurlu kılsın. Kurtulamayacağımızı sanmıştım. Sana ne kadar teşekkür etsek az gelir.” dedi içlerinden biri. Hepsi saygı ve minnetle eğildi onun önünde. “Sonra teşekkür edersiniz. Önce bu piçi sorgulamalı ve yargılamalıyız.” diye yanıtladı onu Livien.

           

Nöbetçilerin ardı sıra ilerleyen Livien meydana yaklaştıkça yükselen acı dolu haykırışlar duydu. Eşini, kardeşini, annesini, babasını, evladını yitiren birinin başka türlü tepki vermesi beklenemezdi. Bu haykırışlar daha sonra küfürlere evirildi. Katili gören mağdurlar başka türlü tepki veremezdi. Bileklerine kelepçe vurulmuş suçlunun etrafında nöbetçiler olsa da yağdırılan taşlar birçok yerini yaraladı. Sakladığı bilgileri mezara götürmesin diye nöbetçiler onu korusa da adliye binasına varana kadar kan içinde kaldı. Livien de hedefini ıskalayan bir taştan nasibini aldı. Adliye binasına varmalarının anlamı yoktu aslında. Hâkim ve savcı kim bilir neredeydi? Hayatta kalmışlar mıydı? Etrafa çığırtkanlar salınarak resmi yetkisi olan herkes buraya çağırıldı. Az sonra adliye binası insanlarla dolup taştı. Askerler, maliyeciler, hatipler, yazmanlar, siyasetçiler, tacirler, vali ve soylu aile… Mahkeme salonu hızlıca temizlenip düzenlendikten sonra insanlar yerini aldı. Sandalyeler doldu, oturamayanlar ayakta dikilmeye razı oldu. Bu sırada suçlu ortalarda yoktu. Onun yokluğunda Livien yaşananları hiçbir kısmı atlamadan ayrıntılarıyla anlattı. Şehre gelişinden kuleden inişine kadar… Sato’nun yolladığı mektuptan bahsetmedi yalnızca. Onun başına bela açmak istemedi. Açtığı takdirde yaşanacakları tahmin edebiliyordu. Şövalye ve suikastçılar genç keşişin peşine düşecek, yakalanırsa hapsedilecek, yakalanmazsa müthiş bir kriz başlayacaktı kıtada. Erravan ile Reksa arasında bir savaş başlayabilirdi. Kutsal Ağaç Manastırı bir keşişinden hiçbir zaman vazgeçmez, Erravan bu davanın peşini bırakmazdı. Olayları gerektiği kadar anlatan Livien’in cümleleri kaydedildi, teslim ettiği flüt ufak bir sandığın içine kondu ve incelemesi için Raziel Avicenna’ya verildi. Daha sonra işkence gördüğü sökülmüş tırnakları, kesilmiş burnu ve kulağı, derisi yüzülmüş omuzlarından anlaşılan suçlu askerler tarafından içeri getirildi. Kaçamayacak halde olsa da el ve ayak bileklerinde kelepçe vardı.


Salonun tam ortasına konan suçluya canını kurtarma ihtimali olmasa da savunmasını yapmasını emretti hâkim. “Savunmamı yapmayacağım. Verilecek hüküm her neyse razıyım. Ancak şunu söylemek zorundayım: Beni öldürmemeniz gerek. Bunun sonucu sizin için çok ağır olur.” dedi sakince. Tokmağı ile masaya vurdu hâkim. Kendine hâkim olamasaydı adamın kafasına atacaktı tokmağı. “Ocağına ateş düşmemiş bir ev bile kalmadı bu şehirde. Utanmadan bizi tehdit mi ediyorsun? Ölen her bir kişi için bin kez asılsan da adalet sağlanamaz. Öleceksin. Yaşamayı hak etmiyorsun.” diyerek verdi hükmünü. Cılız adam cılız bir sesle “Siz bilirsiniz.” dedi. Onun kendinden emin tavrı yüzünden Livien yeni ve daha kötü bir felaketin yaklaştığını hissetti. İtiraz edemedi hükme ama. Mantığı da onun ölümünü uygun bulmuştu çünkü. Hislerine söz hakkı veremezdi bu sırada.


Hayatta kalanların neredeyse tamamının doluştuğu meydana darağacı kuruldu çabucak. Herkes idamı izleyip yüreğini soğutabilsin diye oldukça yüksek kirişlerin üzerindeydi urgan. Kalabalığın önüne getirilen ve suçu okunan adam önce küfürler ve taşlar ile cezalandırıldı. Sonra yağlı urganla tanıştırıldı. Hâkim haklıydı. Bin kez asılsa eksik kalırdı cezası. Adam sudan çıkmış balık gibi çırpınıp son nefesini verince darağacından indirildi. Hıncını alamayan halk cesedi öyle çok tekmeledi ki yabancı biri görse cesedin yirmi dakika öncesine kadar bir insana ait olduğunu düşünemezdi. Pelte haline gelen ceset itlere yem edildi. Darağacının çivileri söküldü ve kirişleri götürüldü. Bundan sonra ölüler gömülecek ve yas tutulacaktı. Mahalle liderleri kendi bölgelerindeki insanları örgütledi. Herkes kendi kaybını aldı yanına. İlk sayıma göre iki bin kişi hayatını kaybetmişti. Bu yüzden mahalle mezarlıklarına gidilemedi. Surların dışına çıkıp ovaya gömdüler ölülerini. Mumlar yakıldı, çiçekler getirildi, dualar okundu. Livien yakınını yitirmemiş olsa da yakınını yitirmişlerle birlikte gözyaşı döktü. Gece yarısı olunca birçoğu evine döndü. Sevdiğinin mezarının başından ayrılamayanlar için sabır dileyen Livien kendisini tanıyan birkaç askerin refakatinde kente döndü. Ana kapıdan geçtiği an yedeğinde beyaz bir at olan bir süvari yanına yaklaştı. Gümüşten zırhının güzelliğinden önemli biri olduğu anlaşılıyordu süvarinin. Sarı saçları, bembeyaz teni ve mavi gözleri ona soylu bir yakışıklılık veriyordu. Atından inip Livien’in önünde eğildi. “Sizi saygıyla selamlıyorum, hanımefendi. Saraya davet edildiğinizi bildirmek ve yürüyüşünüzde size eşlik etmek için ben lordun oğlu Erindal Erravan görevlendirildim. Bizi reddetmeyeceğinizi umuyorum.” dedi kibarca.


Erravan’ın batısındaydı vatandaşların evinden biricik farkı ebadı olan saray. Altı dönüm arazinin üzerine kurulan iki katlı sarayın dış cephesinde pahalı ve göz yoran süslemelere yer verilmemişti. Sadece birkaç flama, Egalfarin ve akrabalarının yer aldığı kabartmalar vardı. Gazyağı lambalarının aydınlattığı odalarda kimlerin bulunduğu bilinmesin diye kırmızı perdeler çekilmişti sıradan pencerelerin arkasına. Dev denebilecek kadar heybetli iki asker kapının önünde nöbet tutmasaydı bir zenginin evi sanılabilirdi. Erindal’ın geldiğini gören askerler onu hürmetle selamladı ve geçmelerine izin verildi. Sarayın teşrifat kuralları hiç umursanmadan Livien ikinci kata çıkarıldı, lordun huzuruna getirildi. Salona benzeyen taht odasının zemininde kırmızı halı, duvarlarında portreler, duvarların önünde hanedan üyelerinin oturduğu sandalyeler vardı. Oturduğu tahta yakışan lordun başında zümrütlerle süslenmiş taç, omuzlarında samur kürk, üzerinde lacivert ipekten kaftan ile turkuaz kumaştan tunik vardı. Uzun saçına da sakalına da aklar düşmüştü. Oğulları ve kızları gibi onun da gece mavisi gözleri vardı. Livien’in reveransından sonra yaşlı lord tahtından kalktı ve hiçbir vatandaşına nasip olmayan bir lütufta bulundu. Livien’in önünde saygıyla eğildi. Lordu takiben hanedan üyeleri de sandalyesinden kalkıp hafifçe eğildi. Daha sonra ne diyeceğini bilemeyen, yanakları nar gibi kızaran Livien’i tahtın yanındaki divana oturttular. O ana kadar Livien hep yalınayak gezmişti. Sırtında ceketi yoktu. Bunu fark eden lort emir kuluna hediyeleri getirmesini emretti. Az sonra Livien’in ayaklarına sığır derisinden çizmeler, sırtına vizon kürkünden palto geçirildi. “Kenti kurtardığın için sana teşekkür ederiz. Bir isteğin varsa söylemekten çekinme. Dileğine kudretim yeterse yerine getirmekten mutluluk duyarım.” dedi lort. Bir dileğinin olmadığını ve insanları kurtarmayı görev bildiğini söyleyen Livien ihtiyar liderin takdirini kazandı. Bundan sonra Livien ile Erravan Lordu Ievis arasındaki sohbet şafağa kadar sürdü. Fırsatını buldukça Erindal konuşmaya dahil olup Livien’e övgüler dizmekten kendini alıkoyamıyordu. Ievis oğlunun sözlerini desteklerken Livien kızarıp bozarıyordu.


Bin çeşit övgü ve on çeşit hediyeyle saraydan ayrılan Livien işinin başına dönmeye karar verdi. Kuzeyli ihtiyar ve Raziel Avicenna ile vedalaştı. Kuzeyli ihtiyara kendisine güvendiği için teşekkür etti, sert tavrından ötürü simyacıdan özür diledi. “Erravan’da bir dostun olduğunu unutma, küçüğüm. Başına bir bela gelirse beni çağır.” dedi ihtiyar. “Hastalanırsan paragöz şifacıları değil beni çağırmanı istiyorum. Borcumu ancak böyle ödeyebilirim.” dedi Raziel. Erindal onun yanındaydı bu sırada. Livien buna gerek olmadığını söylese de gideceği yere kadar eşlik etmekte kararlıydı lordun “Çizmesiz Kurtarıcı” unvanını verdiği misafirine. Atlarına binip ovada ilerlemeye başladılar. Taze mezarların yanından geçerken sessiz kaldılar. Ölülere saygısızlık etmek istemediler. Mezarlıktan uzaklaştıktan sonra Erindal “Aramızdan bu kadar erken ayrılmana üzülsem de gitmekte haklısın. Erravan halkının kendine gelebilmesi için zamana ihtiyacı var. Seni kent iyi günündeyken ağırlamak isterim. Yine gel lütfen. Kendini özletme.” dedi. “Sen neden gelmiyorsun bizim köye? Soylu olduğun için kendine yakıştıramıyor musun?” dedi Livien. Köye davet etmesi haricinde ciddi değildi söylediğinde. Erindal gülerek “Ömrümü köylerde geçirdim ben. İlk fırsatta geleceğim yanına.” dedi. Söylediğinde son derece ciddiydi. Mutlaka gelecekti Livien’in yanına.


Livien hoş sohbete kendini kaptırdığından etrafında olup bitene dikkat edememişti. Erindal’ın gözleri izlenmeyi, sesi dinlenmeyi hak ediyordu. Livien’i beğendiğini gizlemiyor, bir sonraki buluşmayı kararlaştırmak için çabalıyordu. Livien de onu beğenmişti. Henüz sevginin kırıntısı bile yoktu kalbinde. Ancak birbirlerini sevmelerinin önünde bir engel de yoktu. Aralarındaki sohbet koyulaştığı sırada Livien bacağında buz gibi bir el hissetti. Bir ölünün eli kadar soğuktu. Çığlığı kendiliğinden kopuverdi. Atı da ürküp birkaç adım ileriye fırladı. Ardında bıraktığı manzaraya bakan Livien kılıcıyla bir adamın kafasını kopartan Erindal’ı gördü. Livien’in tepki göstermesine fırsat vermeden konuştu Erindal. “Gözlerine bak. Lanet bu! O piç haklıymış.” Livien kesik kafaya bakınca irkildi. Onu korkutan adamın gözbebeğinden yoksun olan gözleri değildi. Bu adamı kendi elleriyle toprağa gömmüş olmasıydı dehşete kapılmasının nedeni. Atını şehre doğru süren Erindal fazla ilerleyemedi. Mezarından fırlayan iki bin ölüyü görmüştü çünkü. Derin bir nefesle göğsünü şişirdi ve heybesinden çıkardığı keçi boynuzundan boruya üfledi. Tüm ovada yankılandı borunun sesi. Saniyeler içinde surların önüne askerler dizildi. Onlar da korktu ölülerin uyanışından. Komutanlarının emri olmadan nasıl davranacaklarına karar veremediler. “Uzaklaş buradan Livien. Canını kurtar.” dedi Erindal ve harekete geçti. Ölülerin bir kısmı onların üzerine doğru geliyordu. Atını dört nala süren ve durmaksızın kılıcını savurarak kendine yol açan Erindal’ı takip etti Livien. Bir savaşçı olmadığının bilincindeydi. Kaçıp gitmesi kalıp savaşmasından daha mantıklıydı. Buna rağmen kendini Erindal’ı takip ederken ve meçini savururken buluverdi.


Surlara varmalarına çok az kala Erindal’ın atı tökezleyip devrildi. Ölüler üşüştü atın da sahibinin de üzerine. Kılıcını elinden düşürmemiş Erindal kendisine saldıran ölüleri savuştururken zavallı atından geriye bir iskelet kaldı saniyeler içinde. Livien onun yardımına koşup atının terkisine bindirdi. “Bunlar tanıdığınız dostlarınız değil. Ölüler! Lanetlenmiş ölüler! Saldırın!” diye haykırdı Erindal. Hücuma geçen askerlerin yanına gelişi ile Livien’in işi kolaylaştı. Komutanları zarar görmesin diye askerler bir sur gibi dizildi. Erindal zarar görmeyi umursamıyordu ama. O da saldıran askerlere katıldı. Ama durum vahimdi. Sayısı iki yüze varmayan askerler iki bin ölünün karşısında aciz kalıyordu. Kesmekle bitmiyordu başlar. Üstelik erlerin bir kısmı yem olmuştu ölülere. Savaş uzadıkça yaşayanların mağlubiyeti yaklaşıyordu. Bunu anlayan Erindal atının cesedini arayıp buldu. Heybeden boruyu aldı, üstündeki kandan iğrenmeden üfledi. Etkisini ilki kadar hızlı göstermedi bu ikinci üfleyiş. Yaşayanları endişelendiren birkaç dakikanın geçmesi gerekti şövalyelerin gelmesi için. Ayı kadar beygirlerinin ovayı sarsan nal seslerinden anlaşıldı gelişleri ilk olarak. Sonra ışıldayan zırhları ve muhteşem silahları görüldü. Kılıçlar, teberler, mızraklar… Fırtına gibi estiler savaş meydanında. Kafalar koparıldı, kana bulandı ova. Livien ne olduğunu anlamadı. Sanki gerçekten bir fırtına esmiş, ezip geçmiş, bir enkaz bırakmıştı ardında. Meçini kınına sokup olduğu yere çöktü. Ciğerleri kavrulup sönmeden önce dinlenmesi lazımdı.


Yeryüzüne bakmak onu üzeceğinden gökyüzünden ayırmadı gözlerini. Ama uğursuz bir his ele geçirmişti kalbini. Yavaşça indirdiği gözleri doluverdi. Binlerce ceset… Ceset olarak kalmasına bile izin verilmeyen binlerce zavallının cesedi… Gözbebeğinden yoksun dört bin göz kendisine bakıyordu sanki. Bu yanılgı onun ruhuna işkence etti. Onu tamamen mahveden ve mantığı elden bırakmasına neden olan hemen önünde duran bir baştı. Kahverengi saçları, kırışmış yanakları, gür kirpikleri ve kedilerinki gibi çekik gözleri vardı bu başın. Livien annesine benzetti başı. Kanlı çimenlerin üzerinden kaldırıp yakından baktı. Oydu sanki. O muydu sahi? Ölmek üzere olan mantığı ona aksini söylese de Livien kendini buna inandırdı. Kesik başı bırakıp atına atladı. Vurduğu bir fiskeyle bineğini dört nala koşturdu. Erindal onun arkasından seslense de duymadı Livien. Bir an önce kuruntusunun doğru olmadığını öğrenmeliydi. Aksi takdirde delirirdi. Zaten delirmenin eşiğindeydi. Kalbi çatlayıp yarılacak, nefesi kesilecek gibiydi. Fark etmeksizin atını hızlanmaya zorluyordu. Zavallı hayvan da çatlamak üzereydi. Kendisine sonsuzluk gibi gelen yirmi dakikanın sonunda konağa varmıştı. Atından atlayıp kapıya koştu ve var gücüyle vurdu. Bir dakika bile bekleyecek hali yoktu. Hastanenin penceresini kırdığı gibi konağın da penceresini kırıp içeri girmeye karar verdi. Bu sırada bahçenin içinde bir karaltı göründü ve sonra kayboldu. Bulanmış aklının oyun oynama ihtimaline rağmen Livien bu karaltının peşine düştü.

           

Erravan’da yaşanan felaketlerden bihaber olan Nieven kahvaltıda pişireceği mantarları bulmak için bahçede geziyordu bu sırada. Ağaçların diplerinde yetişen mantarlardan zehirsiz olanları kolundaki sepete, zehirli olanları ve baldıran otlarını belindeki bez torbaya koyuyordu. Günün en sevdiği vaktinde olduğu için keyfi yerindeydi. Birinin üzerine atılıp kendisini devirmesini beklemiyordu. Korkuya kapılıp çığlığı bastı. Dizine sarılan kişinin kan içinde olduğunu görünce yine korkup bağırdı. Sonra korkusundan arındı. Kızının sevgi ve şefkat dileyen bir tavırla kendisine sarıldığını fark etmişti. Livien kolayca teskin edilemeyecek kadar korkulu ve kederli bir haldeydi. Hıçkırarak ağlıyordu. Bir hastalığa yakalanmış gibi titriyordu. Nieven kızını üzenin ne olduğunu bilmiyordu. Bilmesine gerek yoktu. Başına gelen her neyse birlikte göğüsleyeceklerdi. Livien’i alnından öptü. Saçlarını okşadı. “Bugünler de geçer. Üzme kendini, güzel kızım.” dedi. Güzel kızının bu sözü duymaya ihtiyacı vardı.