Sato, arkadaşlarının aksine, cübbesine sarınarak buzlanmış çimenlerin üzerinde huzurla uyumuştu o gece. Bir ağacın kovuğunu bile Aetir'deki kuş tüyü yatağa tercih ederdi. Serçelerin cıvıltılarıyla uyandıktan sonra bir süre yerinden kalkmayarak gökyüzünü seyretti. Diğerleri hâlâ uyuyordu. Kulaklarında çimenlerin üzerinde gezinen böceklerin çıkardığı hışırtılar vardı. Masmavi gökyüzündeki beyaz bulutlar bir tablo kadar güzeldi. Aklına uzun süredir yapamadığı sabah ayinini yapmak geldi. Mürekkep kutusunu ve fırçasını torbasından çıkarıp yanına aldı. Ses çıkarmamaya özen göstererek kurdukları kamptan biraz uzaklaştı. Bir ağacın dibine oturup doğanın sesini duymak, toprağın azizliğini hissetmek için aklındaki dünyevi düşünceleri kovdu. Kendini tanrıya yakın hissederdi böyle anlarda. Issız topraklarda geçirdiği zamanlarda da aynı durum geçerliydi. Yalnızlık ve doğa, onu iyi hissettiren nadir şeylerdendi.


Mürekkep kutusunun kapağını kutsal bir nesneyi kullanıyormuş gibi açtı. Fırçayı gerektiğinden daha uzun süre mürekkepte gezdirip oluşan dalgaları izledi. Aetir'de yaptığı gibi üstünkörü yapmıyordu bu sefer ayini. Rüzgar rününü avuçlarına çizdikten sonra fırçayı iki yanağına da sürdü. Eğer ayin için yeterli su yoksa vücudundaki suyu kullanabilirdi. Fakat o sırada suyu olmadığından değil, kutsallığı iliklerinde hissetmek için böyle yapıyordu. Genel lisanda dua etmeye başladı. "Yarattığın her şeyi severim. Senden bir parça olan her şeye saygı duyarım. Bedenim toprak olup ruhum sana ulaşana kadar dualarım sadece sanadır." dedi ruhani bir havayla. Sato güzel sözler söylemeyi beceremeyen biriydi günlük hayatında. Ama ne zaman bir ayinde yer alsa içinden şair çıkıyordu. Öyle zamanlarda ne dediğinin farkında olmazdı. "Tanrı, ona söyleyeceğimiz sözleri önceden belirlemişse her dua kusursuz olmalı." diye düşünürdü. Rünler yeşil renkte parlamaya başladı. Sato'nun kestane rengi gözleri yeşilin en açık tonuna dönüştü. Sonra akları da kaybolup göz bebeklerine karıştı. Çok kısa süreliğine alışık olduğu dünyadan çok daha fazlasını gördü. Gördüklerini anlatacak kadar kelime bilmiyordu. Sadece bu ayinin onu tüm gün sakinleştirdiğini ve aklını kirli düşüncelerden koruduğunu biliyordu. Ayin bittikten sonra derin bir nefes aldı. İçi, doğanın tüm bereketiyle dolarken gülümsedi. Uzun süre hareketsiz duran Sato'nun omzuna bir serçe kondu.


Arkadaşlarının yanına döndüğünde çoktan uyanmış olduklarını gördü. Ren ve Hikan kahvaltı hazırlıyordu. Dünden kalan ateşi harlamış, iki demir kabı suyla doldurup közün üstüne koymuşlardı. Kapların içinde sarısaçak kuşu yumurtası vardı. Bu kuş bir kulaç kanat boyuyla, insan kafası kadar başıyla kocaman olurdu. 'Sarısaçak' ismi, kuyruk ve kanatlarındaki tüylerin kara gövdesinin aksine sapsarı olması sebebiyle verilmişti. Yumurtaları dört kişiyi rahatça doyuracak kadar büyüktü. Oldukça da lezzetliydi. Kimeru ise yanında getirdiği kitaplardan "Yıldırım Sözlerinin Temel İlkeleri" isimli olanı okumaya koyulmuştu. Bir yandan da kaçamak bakışlarla onlara bakarak ne yaptıklarını öğrenmeye çalışıyordu. Hiç yemek yapmamıştı. Penas Timanar'da evin aşçısı, Hepermiyon'da annesi, Aetir'de ise hancı yapmıştı onun yemeğini. Hayatı boyunca ders çalışmaktan başka bir zorunluluğu olmamıştı. Sorumluluklarının azlığı onun gerçek hayatla ilişkisini zayıflatmış, başkalarından bağımsız yaşayamayacak hale getirmişti. Kimseye muhtaç olmadan bir hayat sürmek istiyordu. İlk fırsatta herkesten önce kalkıp kahvaltı hazırlamaya karar vermişti.


Sato elini çenesine koyup onları izledi. Arkadaşlarının gücünden emin olmamasının yanında nasıl savaşacaklarını da bilmiyordu. Birbirlerini tanıma işini savaş meydanına bırakmak istemiyordu. Belirsiz hareket düzeni, zayıf insanların üstesinden gelemeyeceği sonuçlar doğurabilirdi. Ren ve Hikan uzun süredir birbirlerini tanıyorlardı. Sato ise cebindeki numaraların küçük bir örneğini ve yakın dövüşü tercih ettiğini göstermişti. Sadece Kimeru bu konuda gizli kutuydu. Büyücünün neler yapabileceğini görmek için dövüş taliminin iyi bir fikir olduğunu düşündü. Diğerleri onları dövüşürken izleyecek, sonrasında oturup muhabere planını konuşacaklardı. Torbasından manastırda eğitimdeyken kullandıkları, üzerine ters rünler yazılmış bezleri çıkardı. Dualar tüm bedenin gücünü artırırken, bu bezler sarıldıkları yerin gücünü dengeliyordu. Birbirlerine zarar vermeden dövüşüyorlardı bu bezler sayesinde. Bu icat manastırın başrahibi Gonsijin'e aitti. Sato bezleri ellerine sardı. "Kimeru, ciğerlerimizin açılması için dövüşmeye ne dersin? Ren ile Hikan için de güzel bir gösteri olur." diye seslendi. Kimeru kendini öne çıkarabilecek bir fırsat yakaladığından düşünmeden kabul etti.


Kamptan kırk adım kadar uzaklaştılar. Etrafı kızılçam ağaçlarıyla çevrili geniş düzlük, bir ringi andırıyordu. Onların hareket kabiliyetini azaltacak taşları ve çalı çırpıyı bir kenara yığdılar. Kimeru ayakkabısının bağcıklarını tekrar bağladı. Dağınık kızıl saçlarını eliyle düzeltti. Asasını eline aldıktan sonra dövüş için hazırdı. Bunları yaparken bir yandan da "Fiziksel saldırılardan kaçabilirsem tek bir vuruş ile yere serebilirim. Öte yandan ona zarar vermeden nasıl saldırırım bilmiyorum. Üzerinde ateşin etkisini azaltacak bir zırh yok." diye düşünüyordu. Birbirinden karşılıklı olarak birkaç adım uzaklaştılar. Sato'nun "Başlayalım." demesinin ardından dövüşün fitili ateşlendi. O sırada üstlerinde süzülen bir kartal onları gözleriyle tartıp biçtikten sonra uzaklaştı.


Sato, nadiren kullandığı, orta düzeyde güç bahşeden bir dua okumaya başladı. Genelde her keşişin rahatça okuduğu duaları kullanırdı. Duanın verdiği güç arttıkça vücudun gördüğü zarar da artıyordu. Sato gibi çaylak bir keşişin sık sık orta ve yüksek seviyeli duaları kullanması beraberinde ölümünü getirebilirdi. Hocası Gandesur, manastırda geçirdiği yılların ardından duaların yan etkisini üzerinden kaldırmayı başarmıştı. Sato'nun o seviyeye ulaşması için daha çok yolu vardı. "Hanuten no birnemen renemis. Enrasala no terafil omtenis. Fesreda omten va rene balamor dekalis. Galletim va sabatek kalleranis! (Yıldızlar yolumuzu aydınlatsın. Ağaçlar ruhumuzu temizlesin. İnsanlar temiz ve aydınlık hayatlar sürsün. Kaos ve kötülük yok olsun!)" dedi buğulu bir sesle. Parmak uçlarından başlayan bir serinlik tüm vücudunu etkisi altına aldı. Kestane rengi gözleri sabah ayinindeki gibiydi. Etrafındaki her şeyi en ince ayrıntısına kadar görüyordu şimdi. Bedeni, et ve kemik yerine demirden yapılmış gibi sertleşmişti. Vücut ağırlığı arttığından ayaklarının altındaki toprak bir parmak kadar çöktü. Onu çevreleyen hava yoğunlaştı. "Onun adına zor bir dövüş olacak. Ama benden çok daha güçlü savaşçılarla mücadele etmesi gerekecek." diye düşündü Sato. Kimeru onun etrafında yaprakların uçuştuğunu gördü. Yapraklar çok kısa süreliğine parlıyor, silinip kayboluyor, sonra tekrar ortaya çıkıyordu. Gerçek olup olmadığını anlamak için gözlerini kırpıştırdı. "Bu dua diğerinden farklı. Önceki dua fiziksel dünyada gözle görülür değişimler yaratmıyordu. Bunun gücü neredeyse yüzüme çarpıyor. Tedbiri elden bırakmamam lazım." diye düşündü. Asasını etrafında çevirip yere vurdu. "Kai'moru Va'ad: Tenvon Fuisara Tenjin" diye bağırdı. Genç büyücünün sesi yaşlı bir adamın sesi gibi duyuldu. Havadaki gözle görülemeyen tozlar titremeye başladı. Titreşen tozlar kıvılcımlara dönüştü. Kıvılcımlar ise birleşip alevlere bıraktı yerini. Görünmez bir el hortum çizmiş gibi kızıl ateşten çemberler Kimeru'yu çevreledi.


Sato "Ne dediğini anlamıyorum. Bu, şimdilik lehine olabilir. Fakat başka bir büyücüyle savaşırken ne yapacağını bağırarak söylemek aptallık olur. Bu büyü savunma için olmalı. Ateş olamayacak kadar yoğun görünüyor aslında. Test etmeden bilemem." diye düşündü. Hançerini kınından çıkarıp fırlattı. Hançer havayı yararak Kimeru'nun savunmasız duran karnına doğru yol alırken ıskaladığı için telaşa kapıldı. O sırada alevler Kimeru'nun karın hizasında kalkan misali birleşti. Hançer bu kalkana çarpıp gökyüzüne sıçradı. Sonra alevler eski haline döndü. "Çok şükür kurtuldu. Oysaki karşı hamle alınamayacak kadar hızlı fırlatmıştım. Muhtemelen kullanıcısından bağımsız hareket eden bir büyü." diye düşündü Sato. Sol ayağını bir adım geriye atarak ağırlığını sağ bacağına verdi. Sonra bir önceki güne nazaran çok daha hızlı koşmaya başladı. Kimeru onun hareketlerini takip edemiyordu. Sato'nun yumruğunun yüzüne doğru geldiğini fark ettiğinde çok geç kalmıştı. Alevler bu sefer yumruğun önüne geçti. Sato parmaklarının yandığını hissedince geriye sıçradı. Kimeru saldırma fırsatının geldiğini düşündü. "Kai'moru Va'ad: Sebas Kuroru" diye bağırıp asasıyla Sato'yu gösterdi. Asanın ucundan önce kıvılcımlar, sonra alev çıktı. Havada bir kuş şeklini alıp Sato'ya doğru uçtu. Sato zorlanmadan saldırıdan kaçsa da ormanın yanmasından korkarak ateşten kuşun ardından koştu. Ama kuş acı bir çığlık atarak yavaşça yok oldu. "Bu saldırının menzili yirmi adım kadar. Yeterli sayılır." diye düşündü. Geri dönmeye niyetlense de Kimeru ara vermemişti saldırısına. Art arda gelen alevlerden zikzaklar çizerek sıyrılıp Kimeru'nun yanına vardı. Yerden beş karış kadar yükselip tekme savurdu. Deriden ayakkabısı alevlere gömülürken önemli bir detayı fark etti. Tekmesinin yarattığı rüzgar Kimeru'nun etrafındaki alevleri kısa süreliğine dağıtmıştı. "Güçlü bir rüzgarla kalkanı tamamen ortadan kaldırabilirim. Hızlı bir saldırıdan kaçamaz." diye düşündü. İki adım geriye kaçıp sağ elinin avuç içiyle sanki birini hedef alıyormuş gibi havaya vurdu. Suya taş atıldığı zaman meydana gelen halkalara benzer hava katmanları Sato'nun elinden başlayıp Kimeru'ya kadar ulaştı. Çemberler bu rüzgara karşı kısa süreliğine dirense de şekillerini kaybedip dağıldılar. Sato aynı hareketi bu sefer sol eliyle Kimeru'yu yere düşürmek için yaptı. Kimeru dengesini kaybedip sırtüstü yere düştü. Sato kalkması için izin vermedi ona. Bir ayağını onun göğsüne koyup "Dövüş bitti büyücü." dedi. Kimeru hayal kırıklığıyla kafasını salladı. Sato'nun ona uzattığı eli tutarak ayağa kalktı.


Bu sırada Ren ve Hikan donup kalmıştı. İnsan böyle bir düelloyu ömründe bir kez izleyebilirdi. Sato'nun olağanüstü hızı, Kimeru'nun büyüleri, alevler, rüzgarlar... Hikan, Ren'in kulağına eğilip "Bir savaşa girersek geride dur ve kendini koru sadece. Bırak onlar savaşsın. Şunlara bak. İkisi de güçlerini tanrıdan alıyor. Biz onların yanında karıncadan farklı sayılmayız." dedi. Ren onu duyuyor ama dediklerini idrak edemiyordu. Zihninin derinliklerindeki savaş anıları gün yüzüne çıkmıştı. Kılıcının kabzasını okşadı. Bu kılıç ona şöhret ve saygı bahşetmişti zamanında. Eskiden emrindeki askerler ona saygıyla bakar, isteklerini emir kabul ederlerdi. Şimdiyse bir keşişe umutlarını bağlamış, sonucu meçhul bir yolculuğa çıkmıştı. "Zaman biz zavallılara karşı çok acımasız." diye geçirdi içinden.


Hep beraber kahvaltı sofrasına oturduklarında Sato söze başladı. "Gücümüz yetersiz olsa da dengeli bir takımız. Savaş sırasında ne olacağı belirsizdir. Çoğu zaman doğaçlama savaşırsın. Biz yine de bir hareket düzeni belirleyelim. Ren ile beraber ön safta savaşacağım. Zarar veren de gören de biz olacağız. Kimeru ise en arkada durmalı. Uzun menzilli saldırıları işimize yarar. Hikan ise ara kedi vazifesini üstlenecek. Bizim açıklarımızı kapatıp Kimeru'nun güvenliğini sağlayacak. Kimeru'nun doğal savunması olduğundan Hikan'ın yükü ağır olmayacak muhtemelen. İtirazı olan var mı?" dedi. Hikan, Ren'in geride kalması gerektiğini söyleyecekken son anda vazgeçti. "Bencil" damgasını bu kadar erken yemek istemiyordu. Kimsenin itirazı olmayınca Sato Kimeru'ya dönüp "Büyüleri yüksek sesle söylemen gerekiyor mu?" diye sordu.


"Çoğu doğa büyüsü yüksek sesle söylenmeden kullanılamaz. Hedef alınan madde ile istenen madde arasındaki uyum, büyünün söylenme şekline bağlıdır. Kelimeler, tıpkı tanrının emretmesi gibi, doğanın gidişatını değiştirerek maddeler yaratır. Anlamadığımız bu dile 'kutsal söz' denmesinin sebebi budur." diye cevapladı Kimeru.


Daha sonra sessizce yemeklerini yediler. Karınlarını iyice doyurunca eşyalarını toplayıp kamp ateşini söndürdüler. Oradan ayrıldıklarında izlerini belli eden pek bir şey kalmamıştı. Yarım saat kadar ladin ağaçlarının arasında yürüdüler. İğne yaprakların maviye çalan rengi göz alıcıydı. Ağaçlar seyrekleşirken genişçe bir çayıra doğru ilerlediklerini fark ettiler. Uzun süre çayırda yürüdüler. Ayaklarının altındaki kar ve yüzlerini okşayan rüzgar onları rahatsız etmiyordu. Gümüşnar mevsimi kapıdaydı. Birkaç haftaya kalmadan her yer yeşillenip çiçek açacaktı. Kimeru bütün gücünü kullanmadığından herhangi bir yorgunluk hissetmiyordu. Sato ise okuduğu duanın yan etkisi yüzünden bitkindi. Göğsüne saplanan acıyı arkadaşlarına belli etmedi. Çayırdan çıktıktan sonra, ilk olarak ufukta Kara Dağlar, ardından Perjev'in surları göründü. Surun kapısına kadar uzanan, taş döşenerek yapılmış bir yola ulaştılar. Daha rahat yürüdüler on dakika boyunca. Sonunda tahtadan yapılmış, kenarları demir levhalarla güçlendirilmiş kapıya vardıklarında onları kısa boylu bir gardiyan karşıladı. Haşmetli görünmek için giydiği deriden zırhı onu daha da küçültüyordu. Bozuk gözlerini kısarak onlara baktı. Kırçıl sakallı çenesini kaşıyarak misafirlerine bağırdı:


"Ne için geldiniz buraya? Sorun çıkarmadan yürüyün gidin!"


"Sakin olun generalim. Lütfen izin verin de bu ülkenin vatandaşı olarak şehrinizi gezelim." dedi Sato. O kadar yorulmuştu ki sinirleri gerilmişti. Çatacak adam arıyordu.


Gardiyan elini kılıcının kabzasına koydu. Sonra önünde duran gruba baktı. "Kavga edersem komutan maaşımda kesinti yapar. Şu hergeleye haddini bildirmek istiyorum oysaki." diye düşündü. Sonra "Kapıyı açın!" diye bağırdı. Kapı gıcırtılar çıkararak açılınca Perjev tüm ihtişamıyla ortaya çıktı.


Perjev, Aetir'e göre hem daha küçük hem de daha yeni bir yerleşim yeriydi. Üç yüz sene kadar önce, bir aşiret doğudan gelip Kara Dağlar'ın batıdaki ucuna yerleşmişti. Bu aşiret dağdaki su kaynağını keşfetmiş, dağın yakınındaki çayırı atlarına otlak yapmış, ilk başlarda çadırda kalırken sonradan taş binalar inşa etmişti. Yıllar geçtikçe başka aileler de buraya gelip yerleşmiş, nüfus göz ardı edilemeyecek kadar çoğalınca burası şehir statüsüne kavuşmuştu. Sulama kanalları, havuzlar, bahçeler, mermer yollar, ambarlar, ahırlar, pazar yeri ve çarşı ile donatılan Perjev, yaşanılacak bir yer haline getirilmişti. Maceracıların uğrak yeri olarak güçlü bir pazara sahipti. Silah ve zırh alınıp satılıyor, paralı askerler kiralanıyordu. Güvenliği sağlamak konusunda devlete muhtaç olmayan Perjev, Kara Dağlar'ı doğal bir savunma olarak görüyordu. İnsanlar burada olmaktan memnundu. Kurucu aşiretin gelenekleri festivallerle yad ediliyor, torunlarına hürmet ediyorlardı. Han ana kapıya yakın bir yerde bulunuyordu. "Buzlu Balık" ismindeki hanın tabelası uzaktan görülebiliyordu. Sürekli birileri girip çıkıyordu hana. Sato hana diğerlerinden önce girip oturabilecekleri uygun bir masa buldu. Arkadaşları oturduktan sonra hancının yanına gitti. Hancı beyaz tenli, kırmızı yanakları alkolden kızarmış, kilolu bir adamdı. Barda oturan adamlarla konuşuyordu.


"Merhabalar. Biz iki oda istiyoruz. Kaç gün kalacağımız belli değil. Üç kişi bir odada, bir kişi ayrı bir odada yatacak. Bize uygun odalarınız var mı?" dedi Sato.


Hancı arkasında duran masadaki çekmeceleri karıştırdı bir süre. En sonunda iki anahtar çıkarıp Sato'ya uzattı. "Şanslısın ki iki odamız kalmış. Odalarda tek yatak var. İsterseniz bir gümüşe iki tane döşek getiririm size. Kaç gün kalacağınız önemli değil. Ucu açık hesap yazarım. Çıkarken ödersiniz. Rehin olarak değerli bir şey bırakırsanız memnun olurum. Eğer istemiyorsan da önemli değil. Müessesemiz müşterilerine güvenir." dedi.

Sato torbasını çıkarıp rehin bırakabileceği bir şey aradı. Parasından başka değerli bir şeyi yoktu. Ucuz eşyaları başka insanların işine yaramazdı.


"Beş günlük ücreti şimdi ödeyeyim. Beş günden fazla kalırsak üstünü tamamlarım, erken gidersek artanı size kalır. Ne kadar tutuyor?"


"Normalde on gümüş eder ama senin gibi cömert yabancılara indirim yaparım. Sekiz gümüş yeter. Kirli kirli yatmayın. Arka taraftaki bahçede kadınlar için ayrı, erkekler için ayrı hamam var. İyice temizlenip buraya gelin. Yemeğinizi yedikten sonra odanıza çıkarsınız. Odalar üst katta." dedi hancı, davul gibi şişmiş göbeğini kaşıyarak.


Sato anahtarları alıp arkadaşlarına döndü. Onlar bu sırada içki içip yemek yiyen insanları izliyordu. Herkes çok mutlu görünüyordu. Hanın renkli duvarları, servis yapan hoş kızlar, bir köşede çalgı çalan adam, şarkı söyleyenler... Güzel bir handı Buzlu Balık. Bu yeni misafirler Manras'ın hanında geçirdikleri günlerden sonra burasını çok beğenmişlerdi. Sato hancının sözlerini onlara aktardı. Ren'e anahtarlardan birini verip odasına gönderdi. Diğerleri de hep beraber kalacakları odaya çıktılar. Odaya girince yüzlerine ferah bir hava çarptı. Açık kalmış pencereden giren rüzgar kırmızı perdeyi dans ettiriyordu. Odada bulunan tek yatak iki kişinin sığabileceği kadar genişti. Ahşap döşemeler tertemizdi. Büyük bir dolap yatağın yanına koyulmuştu. Eşyalarını dolaba yerleştirip yanlarına temiz kıyafetler alarak hamama gittiler. Etrafı çitlerle çevrili bahçe uzun bir duvarla ikiye ayrılmıştı. Sağdaki kapı kadınların, soldaki ise erkeklerin hamamına açılıyordu. Yerler mermerle döşenmiş, tütsülerle donatılmıştı. Sıcak su kaynağının bulunduğu havuzda bazıları yıkanıyor, bazıları da kenarlara yaslanıp dinleniyordu. Kurulanıp temiz kıyafetler giydikten sonra hanın tavernasına gidip Ren'i beklediler. Ren tanıştığı iki ev hanımıyla uzun bir sohbete dalmıştı. Sato sıkıcı bekleyiş sırasında diğer maceracıların konuşmalarına kulak misafiri oldu. "Ruh ile ilgili bir şey öğrenemedim. Gardiyan bir iki ipucu verse fena olmazdı. Bu şehirde o ruha sahip birinin olduğuna eminim. Saklıyor olmalılar." Bu cümleleri duyan Sato bir sonraki hedeflerini belirlemişti.