Ben bir oyuncak ayıyım ve yolum uzun; biraz da kasvetli, rutubet tutmuş ruhumla zincirlenmiş yaşamımı peşimden sürüklüyorum. Ben buyum işte...

“Yolculuk nereye?” diye sordum yanımda çikolata yiyen kıza. Kışın ortasında iki yolcuyduk kocaman otobüste. Dışarıda yağmur dövüyordu her yeri. Rüzgarın azgın sesini işitebiliyordum. Camdan akan yağmurun kokusunu alabiliyordum.

Bana utangaç ve sıcak bir gülümseme attı. Suratı birden dona kaldı sonrasında. Cevap vermek konusunda bir an düşünürken büyük bir iştahla çikolatasından bir ısırık aldı.

“Kuzeye,” dedi soğuk bir sesle. Sonra kabalık yapmış olduğunu düşündüğünü gösteren o gülümsemesinden bahşetti bana. “Senin yolculuk nereye?”

“Nereye gittiğimi bilmiyorum,” dedim bende. Neden bunu dediğimi bilmiyorum ama o kıza karşı dürüst olmak istedim. O gözlere karşı yalancı olmak istemedim. Bilmiyorum.

Bana baktı. Pek kısa olmayan bir zaman zarfında beni süzdü. Dişinde çikolata kalmıştı, diliyle dişlerini karıştırıyordu ama bunu utanarak yapıyordu.

“İlginç, bende bilmiyorum aslında,” durdu, kafasını çamurlu ayakkabısına indirip tekrar bana baktı. “Sadece gitmek istedim.”

“Anlıyorum sanırım. Ben ismi olmayan oyuncak ayı,” deyip gülümsedim. Onda bir sıcaklık vardı, yok oluşun eşiğinde dans eden bir meleğin gülümsemesi, adına ne derseniz deyin ama bir şey vardı. Görmüştüm.

“Bende Gizem, konuşan bir oyuncak ayı görmemiştim,” dedi, ilgisizce, şaşırmışlıktan uzak yediği şeyle meşgulken. “O yüzden yanında rahat yiyorum.” Bana bakıp utangaç bir bakış attı. “ O yüzden yanında çirkinleşebiliyorum, özür dilerim.”

“Özre gerek yok, istediğin kadar çabala yine de güzelliğinden bir şey kaybedeceğini düşünmüyorum Gizem.”

O güldü, o çikolatalarını yiyip ambalajını çantasına sıkıştırıp bir tane daha çıkardı, bir tane daha. Ben kitabıma gömüldüm. Rahatsız etmek istemedim.

Dışarıda yağmur yolları dövüp ağaçlara musallat oluyordu. Karanlıkta parlayan küçük şeytanlar. Karanlığı yaran şehrin ışıkları terk etmişti bizi. Otobüsün feneri sanki sonsuzluğa kadar uzanıyordu, yolculuğu bitmeyen bir otobüs gibi, sessizce, herkes uyurken usulce kayıp ruhları taşıyordu.

Otobüsten inerken şoför pis bir bakış attı bana; tepeden ve zalimce. Küçük bir ayıcık, konuşan bir şeytan ve pamuk dolu.

Otobüste uyuya kaldığımdan Gizem’in ne zaman indiğini görmemiştim. Yolculuğum sessizce ilerliyordu, varacağım bir sıcak yuvam yoktu, sadece yoldaydım. O yüzden o indiğinde bende indim.

Güneş tepede doğmuştu. Şehrin gölgesinden yükselen sarı bir top, gökyüzüne dikte ettirdiği renkleriyle büyüleyiciydi.

Herkes bana bakıyordu. Markete doğru attığım her adımda gözler tepemdeydi, fısıldaşmalar, çocukların şaşkın bakışları, hepsi sırtımda dikiş iğnesi gibi geriyordu beni.

Markete girdiğimde onu gördüm. Gizem’i.

Etrafına bakıp iri bir bisküviyi cebe atarken göz göze geldik. Gülümsedim. O da gülümsedi ve bir tane de çikolata çaldı. Kasadan bir sakız alıp parasını ödedikten sonra çıktı, bende peşinden gittim.

“Beni mi takip ediyorsun, çaldığımı mı söyleyeceksin market sahibine?”

Arkasından koşarken birden dönüp bunları söylemişti suratıma. “Elbette hayır, umurumda değil markette çaldıkların. Sadece yanına gelmek istedim.”

“Neden?” dedi, sert kelimeler, sanki ağzına yakışmıyor gibi sonrasında kendini gülümsemeye zorladı. Ellerini cebine sokup vücuduna yakın tuttu. Montu yoktu, üşüdüğünü görebiliyordum.

“Bilmem, sadece seni görünce... Bilemiyorum işte sadece etrafında olmak istedim.”

“Neden?” dedi Gizem tekrardan. “Neden?”

“Gözlerin. Onları tanıyorum. Dans eden melek yorulmuş, biraz çirkinleşmiş hissediyor ve ya sıkıcı bir hayatın tepesinde kendini bırakmak istiyor. O gözler bana çok tanıdık.”

“Gözler bir şey diyemez, onlar sadece bakar.”

“Yanılıyorsun ve bunu sende iyi biliyorsun. Tüm yolculuk boyunca yedin, tüm yolculuk boyunca. Hızlıca ağzına tıkıştırırken gördüm seni, kafanı cama yaslayıp ağarken gördüm seni, bana bakarken yiten gözlerindeki umudu gördüm. Bana yabancı olmayan bakışı.”

“Neden çok yediğimi biliyor musun?”

“Hayır ama dinlemek isterdim.”

“Yiyorum çünkü yapabildiğim tek şey bu. Elimden gelen tek şey ağzıma bir şeyler tıkıştırmak.”

“Hmm... Güzelmiş. E ne dersin beraber yolculuğa. Sen yemek istiyorsun. Bende güzel bir uçurumdan aşağıya atlamak. O yüzden kuzeye geldim, Karadeniz’e.”

“İntihar mı edeceksin?” Şaşırmıştı. Gözlerinden belliydi bu. Sanki bu düşünceleri sadece kendisi düşünebilirmiş gibi bana saygıyla baktı, ürkerek.

“Evet, bana baksana, çamura bulanmış bir oyuncak ayıyım. Kimsesiz oyuncak ayılarının tanrısı ile hesaplaşacak bir mevzum var,” son cümlemi gülümseyerek söyledim. O da gülümsedi.

“Peki, beraber yolculuğa hayır demem.”

Kafamı salladım o da adımlarını yavaşlatıp yetişmeme izin verdi. Minnettardım.

İki yabancı güneşin parlaklığı ile kutsanmış şehre doğru ilerledik. Her yer, her insan ve hayvan yabancıydı, bakışlar da merak, şaşkınlık ve gizliden yanan öfke patlamaları vardı.

Biz de çaldık. Marketlerden, bir sürü çikolata, kremalı bisküviler, bar proteinli çikolatalar, hepsini çaldık. Sahile iliştiğimiz bir kaya da ganimetlerini yedi o. Ayaklarının altında denizin dövdüğü kayalara sallarken. O yedi, biraz ağladığını gördüm. Ben ise denize baktım.

Kocaman bir yalnızlık hissi bedenimi ele geçirmişti sanki. Bir üşüme tuttu. Oyuncak olmama rağmen üşüyordum, acıdan ve anlamsızlıktan. Ne tuhaftı hayat böyle. Bir an düşünüyorsun, aradığın kocaman bir şeymişçesine, orada ve ona gidecek yollar acıyla yoğrulmuş bir yaşam ama hedefe vardığında hepsi bir meltem gibi geçecek, uzaklaşacak senden. Orada kocaman bir sessizlikle huzur şarabından yudumlayıp dinlenebileceksin. Ne büyük yanılgı ama...

“Neden intihar etmek istorsun,” dedi Gizem.

“Bilmem. Sanırım yoruldum.”

“Bende intihar etmek istedim,” dedi ayaklarını sallamaya devam etti, bir yandan yeni bir çikolata ambalajını açmaya çalışıyordu.

“Aptalcaydı. Elma çekirdekleriyle. Yeterince yersen içindeki zehirleyici kimyasallarla nalları dikebileceğini okumuştum.” Sonra güldü kendi dediklerine.

Bende güldüm. Siyah gözlerimden yaş gelmedi ama gelseydi şaşırmazdım. Onun ise gamzeleri vardı. Aptalcaydı dedi. Ve güldü.

O gün şehrin her marketinden bir şeyler araklamıştık. Gizemin ve benim çantam yiyeceklerle doluydu. Aklınıza gelebilecek her tür şey. Ben yemezdim. O her şeyi yemek isterdi.

Böylece yaylalara doğru yola çıktık. Güneş saklanmış hava tekrar esmeye başlamıştı. Rüzgar ve yağmur, sık sık buluşan, dedikodu yapan arkadaşlar gibi ensemizde bitiyordu. Yolları çamura bulayıp otların başını eğmeye zorluyordu.

Kocaman bir uçuruma gelmiştik. Bir şahin görmüştük ikimizde, bak demiştik aynı anda. Bir şahin. Evet bir şahin, özgürce kanatlarını yağmurda rüzgarla doldurup avını arıyordu.

Sonra uçurumun ucundan birbirimize baktık. Yol boyunca çikolata ambalajından izler bırakarak gelmiştik buraya. Hepsini bitiren Gizem’in karnı ağrıyordu.

İkimizde kocaman bir hayal kırıklığına uğramış gibi o ölüm coşkumuzu kaybetmiştik sanki.

“İşte geldik.”

“Evet, geldik,” diyerek cevap verdim.

“Sanki tüm iştahım beni terk etmiş gibi hissediyorum,” dedi Gizem, başını eğip birleştirdiği ellerine baktı. “Bu hayatta ne yapacağımı, bu bedenle, kendimle nasıl yaşanır bilmediğimden yiyorum. Vicdansal bir acı bendeki. Gizem sakin ol, sana istediğin çikolataları alacam. Seni şehirlere sürükleyip kimsenin yargılamadığı, tanımadığı dünyalara götüreceğim. Sakin ol kızım, senin için çalacağım, otel odalarına para akıtacağım, otobüslere binip sonsuz yolculuğa çıkaracağım seni, yeter ki sen sakin ol kızım dedim kendime. Oysa kendimi susturmak içindi her şey. Bana sorulan o soruları susturmak için verdiğim rüşvetler yığın halinde ruhuma saplandı, omzumu büküp sırtımda ağırlık yaptı ve ben şimdi intihar bile edemeyecek kadar yorgunum. Ne tuhaf.”

“O hissi bilirim dedim,” yabancı olmayan o bakışlarda gördüm onu, bana benzeyenin korkutucu gözleri... “Konuşan bir oyuncak ayı. İlk de güzeldi, düşünmenin verdiği haz, bakıp da görmenin. Sonra... Sonra hepsi anlamını yitirdi. Hayır dedim kendime, hayır, sen özgür ve konuşan bir oyuncak ayısın. Çocukların çekiştirip isim koyarak oynadığı o ruhsuz şeylerden değilsin dedim. Bende cesurca atıldım hayata. Okudum, seviştim, sevdim ve terk edildim. Hepsini yaşadım bu bedende. Ve bir gün o boğucu sabahta kendimi bulmakta yorulduğumu fark ettim. Bir sabah oyuncak ayı olarak uyanan ben yıllar sonra ölümü bekledim. Neşeler, şarkılar ve dünyayı süsleyen şeyler benden hep bir uzaktı. Tüylü ellerimin değdiği her şeyi kirletip çürütüyordum sanki. Bende yollara çıktım. Bitmesini istemediğim otobüs yolculukları, unutacağım sohbetlerden, nefret dolu insan bakışlarından, meraklı çocuklardan kaçmak istedim. Ama sonda bir çocuk ansızın bana otogarda sarıldı; içimde parlayan bir sıcaklık hissettim; evimi bulmuşçasına bir his...”

“Sanırım hepimiz hayırsız evlatlarız, her birimiz evimi arıyoruz. Bizden uzakta olanı,” dedi Gizem. Elindeki çikolatayı açmış ama bir ısırık bile almamıştı. Ve uçuruma fırlattı. Havada kavis çizip sislerle kaplanmış çimenliklere düşmesini izledi. Çikolata gözden kayboldu.

“Evet. Sanırım öyle. O yüzden senden beni oyuncak ayın yapmanı istiyorum,” dedim. Orada öylece kaba saba duygusuzca söylemiştim sanki ama bu kelimeler ağzımdan çıkarken yüreğim yerinden oynayacak gibiydi.

“Bana bir isim ver, beni ölümden ve onun yarattığı boşluktan kurtarıp sadece oyuncak bir ayı olmama izin vermeni istiyorum Gizem.”

“Sana isim verdiğimde ne olacak,” dedi Gizem, gözleri biraz dolmuştu.

“Sanırım öleceğim. Ama başka bir şekilde hayatında var olacağım ve yalnız hissettiğinde yanı başında duracağım... Hep o sıradan oyuncaklardan olmaktan korktum. Kendim olmaktan. Sonra anladım ki yuvam orası, sıcaklığı ve köşe başında sessizce, hareketsizce beklemenin huzuru oradaydı işte. Seni gördüğümde yanında olmak istedim. Sıradan bir oyuncak ayı olmak istedim.”

“Şimdi ben dokunduğum her şeyi kirletiyormuşum gibi hissediyorum.”

“Hayır, sen yaşamalısın, saklandığın kendin ile bulacaksın. Bana dokunduğun gibi başkalarına da dokunup ne kadar büyüleyici olduğunu göstereceksin ki o gören kişiyi kıskanıyorum şimdiden. Ve Gizem, hiç bir şeyi kirletmiyorsun, dokunduğun her şey daha güzel bir hal alıyor, unutma.”

“Ama senle konuşmak ve yolculuğa çıkmak isterdim sessizce sıradan bir ayı olman yerine.”

“Hayır, ben sıradan bir oyuncak ayı olmayacağım Gizem. Bana dokundun ve evcilleştirdin, beni diğer ayılardan farklı kılacak dokunuşunu ruhumda hissettim. Ben artık istesemde sıradan bir oyuncak ayı olamam ki.”

Gizem bana baktı. Ayağa kalktı ve kafasını salladı minnetle. “Sana isim vereceğim ve hep yanımda tutacağım,” dedi.

“Senden uzakta olsam bile hep yanında olduğumu bil. Ve bir gün sende birbirinizi evcilleştirecek insanla tanışacaksın Gizem. Bunu biliyorum.”

“Yanımda olduğun için teşekkürler.”

Kısa bir sessizlik oldu. Bana baktı ve “Senin ismin Atlas olsun, ucu bucağı olmayan güzel ruhlu oyuncak ayım benim.”

Ve Atlas bir sabah uyandığında gözleri boş baktı ve ağzında memnu

n bir gülümseme ile rafta oturuyordu. Yuvasındaydı. Sessizce.