Colette, 28 Ocak 1873 tarihinde gece saat ona doğru doğmuştur. Doğumu “üç gün iki gece” sürmüş ve dünyaya mosmor vaziyette gelmiştir. Başta ebeler olmak üzere etrafta bulunan herkes onun fazla yaşamayacağına kanaat getirmiştir. Colette’e kendi hayat mücadelesinde hayatının sorumluluğunu üstlenen güçlü, dayanıklı bir kadın olarak karşımıza çıkmasının doğum anındaki direnişine borçlu olduğunu söyleyecektir ilerleyen yıllarında. Colette yirmi yaşındayken (1893) kendisinden on dört yaş büyük olan Willy ile evlenmiştir. İlk kocası Paris sosyetesinde tanınan, genç yazarların eserlerini kendi ismiyle yayımlayarak üne kavuşmayı dileyen başarısız bir yazardır. Colette’in yirmili yaşlarda yazdığı Claudine serisini de kendi ismiyle yayımlayarak elde edemeyeceği haksız bir üne kavuşmuştur. Clauine, o tarihe kadar Fransa’da en fazla satış yapan eser olmuştur. Colette’in çağdaşı olan film yönetmeni Sacha Guitry, Colette’in sayesinde eşi Willy’nin sahip olduğu ünü tarif etmek için şu ifadeleri kullanır: “Sanırım sadece bir Tanrı bir de Alfred Dreyfus (Willy) kadar ünlü.” 1906 yılında anlaşamadığı eşinden boşanarak Paris’in müzikhollerinde çalışmaya başlamıştır. Boşanma sürecinden sonra altı yıl boyunca tüm Fransa’yı kapsayan iş turnelerine çıkmıştır. Bu süreç boyunca hem çalışmış hem de roman yazmıştır. “Avare Kadın” romanı da bu turne zamanından kalan bir eseridir. Avare Kadın romanını Fransız müzikhollerinde sahneye çıkmayı beklediği zaman boşluklarında yazmıştır. Colette, cenaze törenlerinin halka kapalı olmasını savunan, cenaze törenlerinden nefret eden bir kadındır. Bir hastane köşesinde yalnız başına ölmeyi dilemesine rağmen Fransa Cumhuriyeti'nin kadınlara yapılan devlet cenaze töreni ile defnedilmiştir. 7 Ağustos 1954 tarihinde çoğu kadınlardan oluşan altı bin kişilik kalabalık bir kitle Colette’in tabutuna eşlik ederek ona olan sevginin büyüklüğünü ortaya koymuşlardır.


Avare Kadın kitabını, 1957 yılında Suut Kemal Yetkin ve Lütfi Ay Fransızcadan çevirmişlerdir. Kitap Maarif Matbaası tarafından basılmıştır. Suut Kemal Yetkin ön sözde kitabın asıl isminin “La Vagabonde” olduğunu birebir tercüme edildiği vakit dilimize “Serseri Kadın” olarak çevrileceğini lakin bu ifade ne eserin ruhuna ne de başkaraktere yakışmadığından dolayı “Avare Kadın” başlığını kullandığını belirtmektedir. Colette’in çağdaşı olan Fransız Yazar Remy de Gourmont'un (1858-1915) kitap üzerine olan düşüncelerinden bazıları şu şekildedir: “…La Vagabonde, bütün bir kadın psikolojisidir. Bu istemediğini isteyen, istediği kendisine verilince de artık onu aramayan, hayattan sırf yaşamak gururu ile kendini uzaklaştıran kadının ezeli taraflarıyla, çırılçıplak ortaya konulmuş hüviyetidir.”


1910 yılının Mayıs-Ekim ayları arasında yazılan “Avare Kadın” romanı, Colette’in kendini bulduğu zamanlara denk gelmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nın öncesindeki son huzurlu yıllarda Fransa’da hem çalışarak hem de yazarak yaşamını sürdüren Colette artık boşanmış, özgür bir kadındır. Kitap yazma geleneğinde de değişikliğe giden Colette artık aile kızları, evli kadınlarını ele almayacak “yalnız ama güçlü kadınları” yazmaya başlayacaktır.


Avare Kadın kitabı otobiyografik özellikler taşıyan bir eserdir. Kitabın başkarakteri olan Renee, Colette’in arkadaşıdır. Colette biseksüel olan bir kadındır. Gerçek hayattaki Renee onun duygusal bağ kurduğu ilk lezbiyen kadınlardandır. Roman yazılmadan yaklaşık bir önce Renee hayatını kaybedecektir. Colette de bu eserinin kahramanına onun adını verecektir.


Renee Nere yeni bir hayat tarzı inşa etmeye çalışan bir kadındır. Rol yapmak kendi içindeki tutsaklıktan kaçmak için benimsediği bir yoldur. Bir kadının sadece acı çekerek sıradanlıktan kurtulabileceğini savunan bir kadındır. Eşinden ayrıldıktan sonra müzikhollerde çalışmaya başlayan, paranın ve emeğin önemini idrak etmeye başlayan bir kadındır. Geçmiş yaşantısında Colette gibi erkeklerin ihanetinden çok çeken ve mutsuz bir evlilik geçirdiği için yeni yaşantısında erkeklerden uzak durmakla arzularına boyun eğip yeniden onlara yakınlaşmak arasında gidip gelen bir kadın olarak karşımıza çıkmaktadır. Dönemin Fransa’sında kadın için gerçek özgürlük faturasının yalnızlık olduğunun bilincinde olan, kadınlar için kişiliğini kaybetmeden aşık olunabileceği konusunda kararsızlık yaşayan ve sürekli yeni aşklar, aşıklar konusunda ürkek davranan “kırılmış” bir kadındır.


“Şimdi beni başka işler, başka gaileler bekliyor; en başta geçinmek, jestlerimi, danslarımı, sesimi para ile değiştirmek mecburiyeti var. (…) Kendi emeğimle geçiniyorum, bu bir hakikat.” (32) Bu alıntı eşinden ayrıldığı sürecin ilk zamanlarına işaret etmektedir. Colette kabuk değiştirerek artık erkek elinden para alan bir ev kadını değil, kendi parasını emeği ile kazanan özgür bir kadına doğru ilk ve büyük bir adımı atmış olacaktır.

Colette’in kendi hayatında da çok önemli bir konu olan maddi durumun kadınlar için önemini annesi üzerinden verdiği bir örnekle açıklar: "Eğer genç bir kızın serveti veya mesleği yoksa" diyen yazar Colette annesinin birinci evliliğiyle ilgili olarak "ve tümüyle ağabeylerinin eline bakıyorsa, dilini tutmaktan, ona sunulan şeyleri kabullenmekten ve Tanrı'ya şükretmekten başka ne gelir elinden?" der.

Renee Nere boşanmış bir kadındır. Döneminin anlayışına göre de Fransız kadınından beklenilen tek şey de iyi bir evlilik yaparak “evinin kadını” olmasıdır. Napolyon anayasası kadınların bir sürü haktan mahrum olmasına neden olmuştur. Fransız kadını 1900’lü yılların başına kadar gece saatlerinde çalışması yasalarla engellenen, 1942’ye kadar da siyasi haklardan mahrum olan, sistem dışına itilen cinstir.

Renee, Fransız kadınlarını kıskacı altına alan ataerkil düzendeki evlilik anlayışını da şu şekilde açıklamaktadır: “İnanın bana bir kadın için evlilik beyefendiyle bütün öteki insanlar arasında meyancılık etmektir. Siz bunu bilmezsiniz, Hamond, siz o kadar az evli kaldınız ki evlilik, emin olun: "kravatımı bağla... hizmetçiyi kapı dışarı et!... Ayağımın tırnaklarını kes!... Kalk bana papatya çiçeği kaynat!... Bir tenkiye hazırla!..." sözlerini işitmekten "yeni elbisemi çıkar, bavulumu yerleştir de gideyim, ötekini bulayım"dan ibarettir” (182)

Bu evlilik deneyimine rağmen Renee, kendisine aşık olduğunu defalarca kez söyleyen genç aşığı Maxime ile ikinci bir hayat kurabileceğini düşünmüş, mutlu olabileceğini de düşünmüştür. Lakin evlilikte kendi kimliği ile var olamayacağının farkına varacaktır. O dönemin her aşk ilişkisinin evliliğe doğru evrileceğinin, müzikhollerde çalışan bir kadını ise hiçbir erkeğin istemeyeceğinin bilincindedir. Para ile ilişkisini çoktan bitirmiş olan Renee, şımarık büyütülmüş her istediğine parası ile erişeceğini düşünen erkeklerle olmayı, burjuva hayatına dönerek aynı hataya düşmeyi istememektedir. Her şeye sahip olacağı vaadini veren Maxime’e ise “O benim düşmanım, beni benden çalan yağmacı!” der. Bahçeleri güllerden geçilmeyen muazzam evlerin balkonundan sarkıp günlük hayata karışan insanları izlemeyi en büyük esaret olarak görmektedir. Çünkü hayatın asıl sahipleri sokakta avare avare gezen erkekler ve kadınlardır. Kendi bağımsızlığından ödün vermek yerine büyük aşkından, arzularından vazgeçmeyi seçecektir. Kimsenin kölesi olamayacağını da yaptığı içsel konuşmalarda ifade edecek ve tüm yaşantısını terk edip gidecektir.

“Sen, verdiğini sanırken her şeyi alan erkek değil misin? Hayatımı paylaşmaya gelmiştin... Paylaşmaya, evet. Kendi payını almaya! Her hareketimi paylaşmaya, her saat düşüncelerimin o gizli mabedine sokulmaya, değil mi? Ben o mabedin kapısını herkese kapadım.


Sen iyi kalplisin, en temiz niyetlerle beni mesut etmek istiyordun çünkü beni her şeyden mahrum, yapayalnız görmüştün. Ama fakir bir kadının gururunu hesaba katmadın. Yeryüzünün en güzel memleketlerini, senin sevda dolu bakışlarında küçülmüş olarak, görmeyi reddediyorum.


Saadet? Yalnız saadeti, artık bana yeter mi sanıyorsun? Hayata değer veren sadece saadet değildir. Gözlerimi bu adi sabah ışığıyla aydınlatmak istiyordun çünkü karanlık içindeyim diye bana acıyordun. İstersen öyle, belki dışarıdan görülen bir oda gibi karanlık. Loş ama karanlık değil. Loş ve her an uyanık bir hüznün ihtimamlarıyla süslü; alaca baykuş gibi, ipek tüylü fare gibi, kelebek güvenin kanadı gibi gümüşlü, alacakaranlık. Loş, insanın yüreğini paralayan bir hatıranın kızıl gölgeleri içinde loş... Ama sen artık yanında teessür duymaya bile hakkım olmayan bir insansın.”