Ellerim, buz tutmuş bedenimi ısıtabilecekmiş gibi etrafımda dolanıp dururken kabanımın yakasını inatla daha çok çekiştiriyordum. Bir buz dağında geziniyor gibi soğuklara karışırken, başım benimle ayrı caddelerde geziyor olmalıydı. Yüzüm ve yanaklarım öyle yanıyordu ki soğuk ile sıcağı aynı vücutta karşılamaktan delirecek gibi hissediyordum. Hem bir uykudaymış gibiydi zihnim hem de fikirler dönüp duruyordu.


Kendimi bir kapıdan içeri atana dek gözlerimin neler gördüğünden bihaberdim. İlk adımımla gıcırdayan tahtalar da en az benim kadar kırık döküktü. Küf kokusu dolan burnumu kırıştırırken kollarım gevşedi ve ellerim iki yanıma düştü. Nereden geldiğimi ya da nerede olduğumu bilmiyordum. Sadece biraz kalmak istiyordum burada. Boyaları kalkmış portmantonun yanından geçerken kabanımı omuzlarımdan dökülmeye hazırmış gibi çıkararak, tek başına kalmış askıya astım. İlk denemede yeri boylarken eğilip ucundan tuttum. Küf kokusuna ağır bir kan kokusu daha eklenirken hızla doğrulup kabanı sol elimle asıverdim. Diğer elimin parmaklarına bulaşan toz ve kan gibi görünen kırmızı sıvıyı silmek için bir şeyler aradım. Sadece eski ve yıpranmış eşyalar vardı. Neredeyse bütün eşyalar boştu. Amaçlarını uzun süre önce terk etmiş gibi. Ben de elimi temizlemek olan amacımı çok çabuk terk etmiş olmalıyım ki girişte olan masanın neden oturma salonunda olduğunu sorguluyordum. Kendi kendime başımı sallayarak oraya ilerledim. Masanın önünde duran sandalyede özensizce bırakılmış bir hırka vardı. Hırkayı iki elimle tutup burnuma götürürken baskın kan kokusunu hissettiğimde kendimden uzaklaştırdım. Eş zamanlı odanın diğer ucuna dönen bakışlarım yanmakta olan şömineyi fark etmemi sağlarken gözlerim parlayarak hareketlendim. Birkaç adım sonra ortalarında yan devrilmiş bir sehpa bulunan iki koltuğun yanından geçtim. Derisi soyulmuş başlıkta parmaklarımı gezdirip geçerken yaklaştıkça sıcağı hissedebiliyordum. Gözlerim de alev atıyordu. Sanki biraz daha yaş dökülmek istiyordu yanaklarıma ama kurumuşlardı göz pınarlarım. Ayaklarımı bükerek şöminenin önünde bağdaş getirerek oturdum. Sert zemin ne kadar rahatsız edici olsa da yandıkça çıtırdayan odunlar dikkatimi dağıtarak hafif bir huzur veriyordu bana. Uzun bir süre yanışlarını izledikten sonra istemsizce bacaklarım gevşedi ve geriye attım bedenimi. Omzum, ahşaptaki deliklerden birine denk gelirken istifimi bozmadan uzanmaya devam ettim. 


Tavana dönen gözlerim tepemdeki avizenin varlığı ile kırpışırken bu harabe yerde bulunması gereken en son şeyin o mu şömine mi olduğunu düşünüyordum. Kan kokusu yanı başımdaymış gibi nüksederken görkemli aydınlatmanın taşlarını sayıyordum. Ya düşse, demekten de geri kalamıyordum. Düşse, ölürdüm. Yaşadığıma da emin değildim. Ayaklarım ve ellerim karıncalanırken sallantıda olan zihnim avizeye doğru yaklaşmaya başladı. Gözlerimi kapattım. Nefes alış verişlerimi hissetmeye başladım birden. Hafif bir rüzgar esiverdi saçlarımın arasından. Kirpiklerim ıslandı biraz. Huzur hâlâ uzaktı. Ama o avize hep tepemdeydi benim. Halatları, yılların dişlerinde incelmiş. Her an düşmeye hazır. Düşmediğini söyleyen de çıkmadı. Ruhumda küf kokuları bastırılmış olsa da kırıldıkça sessizleşmiş odanın duvarları. Ve boş eşyaları. Her gelen bir şey götürmüş oradan. Avize hep en tepede.