Bu yazım halk diye tabir ettiğimiz ilgisiz-bilgisiz ve felsefeden yoksun insanlara gerekli gelmez. Onların hayat gayesi biraz daha Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki ilk basamak olan fizyolojik gereksinimlerini karşılamaktan ibaret; dolayısıyla hitap etmesini istediğim, bu piramitte saygınlık ve kendini gerçekleştirmede yer alan bireylere yönelik…
Bir toplumda, ilerle(ye)memenin ve değişim içinde ol(a)mamanın nedeni, toplumun çoğunluğunu oluşturan halk ve azınlığını oluşturan aydınlar olarak iki ayrı kutbunun olmasıdır. Biri başka bir amaca, diğeri başka bir anlayışa sahip olduğundan bu iki sınıf zıtlık ve karşıtlık içindedir. Azınlığı oluşturmanın üstünlük kurmak gibi ilkel bir düşüncesi olabilir ancak ne azınlıkta olan aydın halka uymayı ister ne de çoğunluğu oluşturan halk aydının önderliğinin olmasını ister. Aynı sebep ve şartlar tek bir tarafı mutlu eder ancak diğer tarafı mutsuz eder. Sonrasında despotik tutumlarda çare aranır.
Fransız düşünür Montesquieu, istibdadın yani despotizmin insan doğasına aykırı olduğunu söyler. Peki, nedir “insan doğası?” Her zaman ve her yerde değişmez bir “insan doğası” var mıdır? İnsanın, insan olarak nitelikleri nereye kadar gider? Geleneklerin, davranışların ve kurumların sonsuz çeşitliliği ile insan doğası nasıl bağdaştırılabilir? Eğer bir insan doğasından bahsediyorsak bu sonsuz çeşitlilik nasıl açıklanabilir?
Belki tüm bu kafa kurcalayıcı sorulara çözüm önerim olmayabilir. Bu konuda uslamlamayı bireyin kendisine bırakıyorum ama despotizmin insan doğasına aykırı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. İnsan doğası, değişmeyen verili bir durumdur. Nasıl oluyor da saltık olan insan doğası, despotizm gibi dışsal bir faktör ile aynı cümlede buluşabiliyor? Doğal bilinç bunu nasıl çözümlüyor?
Aydın ve aydınlanma kavramları bilincimizde tasarımsal olarak iyi ve güzel olsa da, aslında despot bir karakterin anlamını taşıyor. Aydın diye nitelendirilen sınıf kendi istencini, kendi gibi olmayan tüm insanların istencinin üzerinde görür. Aydın, özel nitelikleri gereği kendini aydınlık olarak görür ve tabii kendisinin karşıtı olan sıradan kişileri, yani halkı karanlık olarak görür. Bu karşıtlık Hegel felsefesinde olduğu gibi bir moment sonrasında yeni ve faydalı bir aşama meydana getirmez, aksine iki uçtan biri için kibir diğeri için öfke oluşturur. Aynı zamanda, aydın türe ve tüze kavramlarının kendinde barındığını, üstelik bunu da sadece kendilerinin uyguladığını düşünürler. Her şeyin daha iyisini isteme düşüncesini sadece kendi ve kendi gibilerinin düşüncesi olarak bilseler de bu aslında despot olanların düşüncesidir. Aydının "halk kendini bilmez, biz halkı halktan daha iyi biliriz.’’ us dışı düşüncesi, muğlak bir düşüncenin ötesinde insanı aydın olamama yolunda geriletiyor. Yapılmasını istemedikleri tüm yaklaşımları kendi dışında tuttukları insanlara yapmaktan etik olarak rahatsız olmazlar. Çünkü kendilerini etik değerin tamamlanmış hali olarak görürler. Sadece kendilerinin iyi olanı isteyebileceği ve yapabileceklerini en yüksek istenç olarak görmek savı ampirik bir bilgi olmak yerine -ki bilgi demek doğru olmaz- aksine hipotetik olmaktan başka bir durum değildir.
İnsanın gelişim süreçlerini estetik, etik ve entelektüel olarak tamamlaması; aydın olma kimliği ile değil, yurttaş olmanın gereği ile sağlanır. Aydın olmak tüm dünyayı bilmek demek değil; kendini bilmek, kendi yaşadığı coğrafya ve kültürü tanımak, bununla birlikte gelişime doğru yol almak demektir. Bir tarafta kendi doğrularını savunan ve bu doğrulara herkesin uymasını -despotik bir tutum içinde- isteyen bir sınıf var ki doğru her zaman evrensellik taşımalıdır. Diğer tarafta boyun eğmeyen ama bir taraftan da sorgulamayan, sorgulatmaya müsaade etmeyen özgürlük karşıtı bir kitle var. Belki bu durumun da ortada buluşacağı yer, yurttaş olabilme fenomeni olmalıdır. Olmalıdır diyoruz ama olması için konuşmaya başladığımızda kabul görmeyen düşüncelerin tahammülsüzlüğünden dolayı konuşamıyoruz. Bu kez sustuğumuzda da her şeyi kabul etmiş oluyoruz ve insanın en önemli özelliği olan düşündüğünü söyleme özgürlüğünü sebepsiz yere de kendi kendimizden, kendi elimizden alıyoruz.
Düşüncelerimizi paylaş(a)mayacaksak birbirimizi nasıl bilebiliriz? Yanlış olan her neyse yanlış olduğunu söyle(ye)meyeceksek var olmanın sadece fizik olarak var olmaktan başka ne anlam taşıdığını nasıl anlayacağız? Düşünmek özgürlük ise bunu realiteye uygula(ya)mayacaksak özgür olduğumuzu nasıl söyleyeceğiz? Savunduğumuz her şey her zaman evrensel nitelikte, nicelikte ve etik olma zorunluluğu yok mu? Karşımızdaki her insan profilinin kendimiz gibi olmasını istememiz içgüdüsel bir durum olabilir ancak bunu baskı ve zorbalık ile istemek doğal bir durumun faciaya dönüşmesi ile sonuçlanabilir. Tarihte de bu şekilde olmuştur. İyi düşünen insanlar hep olmuştur ama bunu kendi istekleri doğrultusunda gerçekleştirme arzusu onları hüsrana uğratmıştır.
İnsanları, sorgulamaya ve sorgulatmaya müsaade etmeyen geleneklerden koparma süreci kolay olmayacaktır. Değişimin olanaklı olma süreci zordur ancak imkansız değildir.