Normal Bir Gün


Günlerden pazartesiydi. Yavuz her zamanki gibi uyanmış, elini yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltı etmek üzere mutfağa ilerlemişti. Annesi Meryem çocuklarının çok sevdiğini bildiği böreğin malzemelerini masanın üzerine çıkarmış, fırını çalıştırmak üzereydi. Tam o esnada evin küçük çocuğu Kayra bir anda belirip “Günaydın anneciğim!” diyerek Meryem’in boynuna atladı. Meryem her zamanki sevgi dolu ses tonuyla “Günaydın oğlum!” dedi ve Kayra’ya sarılmaya devam etti. Bu sevgi sahnesini gören evin ortanca çocuğu Zeynep her zamanki vurdum duymaz tavrıyla “Ne bu sabah sevişmesi! Rüyanızda mı gördünüz?” diyerek mutfak kapısından geçti ve yüzünü yıkamaya gitti. Anne Meryem onun bu tavırlarına alışmıştı ve büyüyünce değişeceğini düşünüyordu. Değişmese bile kötü bir niyetinin olmadığını biliyordu bu sebeple morali bozulmuyordu fakat evin küçük çocuğu Kayra ablasının bu tavırlarına son derece üzülüyordu. Meryem 43, Yavuz 22, Zeynep 19 ve Kayra henüz 12 yaşındaydı. Evin babası İsa mı? O da henüz 53 yaşlarındaydı. İsa, memurlar gibi belirli bir çalışma saatine sahip değildi. Özel sektörde çalışıyordu ve ihtiyacı olduğunda ek işlere de çıkıyordu. İş çıkmadığında ya da izinli olduğu günlerin sabahında -yaşından ve bu zamana kadar ağır işlerde çalışmasından dolayı olsa gerek- zar zor erken uyanabiliyordu. İlkokul mezunu olmasına rağmen ufku geniş, son derece ilgili, üniversite öğrencilerine taş çıkartacak derecede zeki bir insandı. Meraklıydı ve bu merak onu diri tutuyordu. Belki de üniversite okuyabilseydi şu an özel sektörde orada burada gezmek yerine masa başı bir işe sahip olacaktı. Fakat elden ne gelir, kader yazmıştı bir kere alın yazısını. Her ne kadar zeki ve geniş ufka sahip birisi olsa da düşünceleri belirli bir kalıbın dışına nadiren çıkabiliyordu. Özellikle dini konularda kendisi ibadetlerini tam yapmasa bile dini bütün bir insan gibi görünmek en sevdiği şeyler arasındaydı. Her şey hakkında bir fikri vardı fakat bunları kendi hayatında nadiren uygulayabiliyordu. Eşi Meryem onun tam tersi hiç de meraklı bir insan değildi. Sevgi dolu, ailesini ve çocuklarını çok seven, onların iyiliğini kendi iyiliğinden öne koyan birisiydi. Aslında bütün anneler böyle değil midir? Kendilerinden çok çocuklarına zaman ayırarak ömürlerini tamamlarlar ve hayatlarının sonlarına doğru belirli bir kısımda akıllarına dank eder ne kadar da çok fedakârlık yaptıkları. Tabii ki anneler ve babalar fedakardır fakat şunu da biliyoruz ki her şeyin fazlası zararlıdır. Nitekim gereğinden fazla sulanan çiçek solar. Dini bütün bir insan olan Meryem çevresindeki herkesin de öyle olmasını istiyordu. Bu baskıyı özellikle çocukları çok fazla hissediyordu. Onun için bir insan ibadet ediyorsa, sürekli Tanrı ve O'nun elçileri, kitapları hakkında konuşuyorsa iyi, eğer bunları yapmıyorsa kötü bir insandı. Meryem de ilkokul mezunuydu fakat meraklı bir karaktere sahip olmadığı için kendini geliştirememiş, hayatını ailesi ve çocuklarına adamıştı. Ev hanımıydı. Gençliğinde tekstil sektöründe çalışmış ve kısa bir zaman için de olsa ekonomik özgürlüğün tadına varmıştı. Zaman zaman hala; “Nasıl olsa çocuklarımı büyüttüm. Artık ben de çalışacağım. Kariyer yapacağım!” diyerek serzenişte bulunurdu. Sürekli ailenin diğer üyelerini eleştirir, onlara laf çarpıtırdı. Aslında bu, onun karakteriydi. Aklında bir fikir ya da bir sorun olduğu zaman direkt konuşup çözmek yerine içinde tutar, o sorunu büyütür, zaman zaman laf çarpıtır, en sonunda küçük bir çocuk gibi küsüverirdi. Bu da zaman zaman aile içi ufak çaplı iletişim sorunlarına, tartışmalara sebep oluyordu. Yavuz bu noktada ailesine çok dil döküyordu fakat ne fayda. Annesi de, babası da büyüklerinden öğrendikleri tek bir cümle ile Yavuz’un bütün içtenliğiyle sorunu çözmek için yaptığı konuşmalara noktayı koyuyordu; “Böyle gelmiş, böyle gider!”. Yavuz bunun böyle olmadığını biliyordu. En azından olmaması gerektiğini biliyordu ve kendi hayatındaki başarılarıyla bunu küçük çaplı da olsa kanıtlamış, faydasını görmüştü. Şimdi de çevresine bunu anlatmaya çalışıyordu fakat nafile.