Önce kimi şeyleri hatırlamaya çalışıyorsun. Bugünden geçmişe, bir süredir gözlerinle kilitlendiğin çay kaşığından kafanın içindeki başka nesnelere doğru bir yolculuğa çıkmak istiyorsun. Ama ne bunu gerçekleştirebilecek kadar güçlü bir belleğe sahipsin ne de yolculuklar bir kahvaltı masasında öylece oturup düşünmekle başlar. Bunu biliyorsun. Elindeki çatalı tabaktaki zeytinlerden birine saplamaya çalışıyor, başaramıyorsun. Tabakta yağlı, siyah bir iz bırakarak çatalın altından kayıp fırlıyor. Halının koyu renkli, karman çorman desenleri arasında zeytini kaybediyorsun.


Eve akşam ezanından sonra dönmüş ya da kötü bir karne getirmiş çocuklar bu desenleri ezbere bilir. Sen de biliyorsun. Gözler halı üzerinde rastgele seçtikleri bir çizgi boyunca gezinirken azar bir vızıltıya dönüşür. Arada bir baktığın babanın yüzünde halıdaki desenleri görürdün. Duyu organlarının işlevi değişmişti; sana yalnızca bu dünyayı göstermiyor, onu biçimliyorlardı da.


Dünyanın senin korkularınla, umutlarınla oluşadurduğu yaşı biraz geçtin. O seni tanıyor artık. Bir öfke anında elinden en fazla ne gelir, arzuların ne denli sahici, hepsini biliyor. Onu aldatamazsın. İşte gözlerin birincil işlevlerini yerine getirmekte zorlanıyorlar. Dizlerinin üzerine çöküp düşürdüğün zeytini arıyorsun. Gözlerinin yardımına ellerini de çağırıyor, genişçe açtığın avcunu halının üzerinde bir o yana bir bu yana savuruyorsun. Yine de zeytini bulamıyorsun.


Derince iç çekiyorsun. Böyle küçük şeyler bile hevesini kırmaya yetiyor. Gelgelelim aslında herhangi bir şeye karşı hevesin falan da yoktu. Sen yaşamamak için mazeretler arıyordun. Kimi vakit bir zeytin oluyordu bu, kimi vakitse ülke gündemi. Yüzünü asabileceğin geniş bir yelpazen vardı. Mutsuzluğu arıyor, buluyor, onu sahipleniyordun. Sana biçilen yaşam buydu da sen sorgusuz sualsiz onu kuşanmıştın. Değişim için en ufak bir çaba göstermiyor, karşına çıkan ilk duvarı yıkmaya çalışmaktansa sırtını ona verip oturuyordun. Ama zaman o duvarları da aşındırdı, yakın bir zaman sonra yıkılacaklar. Bugün sana yüzünü asman, başını eğmen için elle tutulur deliller sunuldu. Ailende kimse benzer bir rahatsızlıktan mustarip miydi, hiç sigara kullanmış mıydın… Vereceğin yanıtlar doktorun söyleyeceklerini değiştirmeyecekti ama onu akılcı bir zemine oturtacak, ikinizi karşı karşıya ve bugüne getiren o yolu görebilecektiniz.


Zeytini biraz daha arıyorsun. Zeytinden fazlasını, bu küçük arayışta her şeyi bulmak istiyorsun. Niçin yaşam upuzun bir neden sonuç ilişkisi olmasındı ki? Bir parça zeytinin sağlayacağı aydınlanma sayesinde neden hakikati de öğrenemeyesindi? Ortaokul, lise yıllarında gördüğün tarih derslerini hatırla. Aç bitap kalabalıklar toplanmış soyluların kafasını kesip yeni bir çağ başlatıyorlar. Duvarlardaki padişah portreleri birbiri ardına nasıl da dizilmişler. Her şeyin başlangıcı ve bitişi belli; hatta olayların tekrar ve tekrar anlatılacakları tarih aralığı bile müfredatta belirtilmiş, öğretmenin aklında yine aynı örnekler ve espriler kullanılacakları zamanı bekliyorlar.


Sen de belki kendi anını bekliyordun. Başrolüne konacağın bir olaylar dizisi, her şeyin düğümlendiği bir doruk noktası; nefeslerini tutmuş, olayların nasıl sona ereceğini merakla bekleyen yüzlerce insan. Sonra bir şekilde katil bulunuyor, aşıklar birbirine kavuşuyor, yanlış anlaşılmalar çözülüyor derken spot ışıkları seni terk ediyordu. En başa, kendi karanlığına dönüyordun. Öyleyse yola çıkmadığın için avunabilirsin, hem önünde uzanan bir yol var diye yürümek zorunda mıydın?


Değildin tabii, hiçbir şey yapmak zorunda değildin. Yaşamını idare ettirebilecek biraz gelirin, başını sokabileceğin bir evin varsa herhangi bir işe kalkışmak zorunda değilsin. Hayatta kalmayı başarabilmiş ortalamanın üzerinde bir hayvan gibi kendi yaşam alanında amaçsızca dolanabilirsin. Hem fena mı? Bunun için en elverişli zamana doğmuşsun. Her köşede seni eğlendirmeyi amaç edinmiş yüzlerce yayın, reklam, telefon uygulamaları… Biri değilse öteki elbet kıskıvrak yakalayacak seni. Mutluluk buymuş diyeceksin, avuçlarındaki oyun hamurunu anlamsızca yoğuran bir çocuk gibi. Öyleyse hadi. Git telefonunu bıraktığın yerden al. Önce saate bak -günün hangi vaktinde olduğunun bir önemi varmış gibi- sonra binlerce tüketicinin alışkanlıklarından elde edilmiş verilerden yola çıkarak senin ve senin gibiler için hazırlanmış oyunlardan, programlardan birini bul. Zamanın nasıl akıp gittiğine şaşır. İçinden görelilik teorisine bir iki atıfta bulun. Oysa ne fizik bilirsin ne de Einstein okumuşluğun var. Çünkü zaman senin için üzerine düşünülecek bir konu değildi. Tüketilmesi gereken, senle ölümün arasındaki boşluğu örten bir perdeydi yalnızca. O perde bugün aralandı, sana ardındaki boşluğu gösterdi.


Zaman demişken… Duvarda babaannenden kalma sarkaçlı bir saat. Tik takları birden sana ulaşıyor. İrkiliyorsun. Ne diye alıp getirdin, bununla da kalmayıp duvara sırf onu asmak için bir daha hiç kullanmayacağını bildiğin halde ne diye nalburdan bir çekiçle birkaç çivi aldın? Vadesi dolmuş birinin ardında bıraktığı saati duvara asmakta hoşuna giden bir ironi mi var? Bir ölüyü akıp giden zamanın tik taklarıyla hatırlamak? Aslında hiçbir amaca hizmet etmeyen, kısacık bir öyküsü var saatin. Ölünün evine gidiyorsunuz. Kalabalıksınız. Odalarda dolaşıyor, nesnelere dokunuyorsunuz. Sizden birkaç gün önce ölüm değmiş oralara, onu parmak uçlarınızda hissetmeye çalışıyorsunuz. Sonra kalabalıktan bir kadın, belki annen, “Ne kadar yalnızdı kim bilir?” diye içlenerek söyleniyor. Kimse onu yalnız bıraktığını düşünmüyor, kimse kendini suçlamıyor. Kalabalık gelmenizin böyle bir artısı var işte, bir suçu bölüşe bölüşe un ufak ediyorsunuz. Kaldı ki öyle duygusal bir güruh da değilsiniz. Baygın bakışlarınızı, ağırbaşlı sessizliğinizi, hepinizin boynunu bükmüş o tuhaf aurayı, ölüm haberini duyar duymaz kuşandığınız o yas giysilerini çıkarıyorsunuz. Ayaklarınız yere basıyor artık. Bu ev satılacak. Ama öncesinde içerisindeki eşyalardan kurtulmalı. Neyse ki değerli bir şey yok. Kavga dövüş olmuyor. Elbirliğiyle evi yağmalıyorsunuz. Çatal bıçaklar poşetleniyor, epeydir kullanılmamış kocaman tencereler çıkıyor ortaya. Ev sanki içini döküyor ve sen hışırtılar, konuşmalar arasında onu işitiyorsun. Babaannenin yatak odasından gelen bir ses: Tik tak, tik tak.


Tabakları toplayıp mutfağa götürmek üzere ayağa kalkıyorsun. Ayaklarını önündeki terliklere geçirmeye çalışıyor, sol ayağını terliğe bir türlü sokamıyorsun. Vazgeçiyor, bir ayağın ötekinin az aşağısında, belli belirsiz topallayarak yürüyorsun. Farkında olmadan tik taklara ayak uyduruyor, zamanın ne berisinde ne ilerisinde, yürümüyor da bir eşya gibi kendi isteğin dışında yer değiştiriyorsun. Sen tabakları nasıl taşıyorsan bir güç de seni ittiriyor. Bir tablonun içerisinde sana ait bir köşeyi dolduruyorsun. Yanlış bir adıma, anlık bir coşkunluğa, hesaplanmamış bir güne yer yok.


Bulaşıkları şimdi mi yıkamalı, sonra mı? Büyük karar ayrımları. Biraz durup düşünüyorsun. Sen ki sonlu yaratık, sen ki kendi yaşamının en büyük gizine ermiş bilge, ölüm saatini öngörebilmiş kâhin… Ama, hayır. Böyle büyük laflar etmek için geç kaldın. Birkaç gün, birkaç ay daha benzer kararlar için duraksayacaksın. Bulaşıklar, çamaşırlar, bakkal alışverişi derken kendi içine dönmüş bakışlarınla karşılaşacaksın sürekli. Almadığın sorumluluklar, paylaşmadığın sırların, yaşamadığın ömrün hep bugünü beklediler. Ve onları susturabilmek için beklenmedik bir karar veriyorsun: Bulaşıkları daha sonra yıkayacaksın.


Gerisingeri oturma odasına dönerken terliksiz ayağının altında bir şeyler eziliyor. Bakmaya yeltenmiyorsun bile. Çünkü bunun o kayıp zeytin olduğunu biliyorsun.