Günlerdir düşünüyorsun. Koltuğa kıvrılmış, elindeki telefonun tuş kilidini bir açıp bir kapatıyor, ilk kimi arayacağına karar vermeye çalışıyorsun. Çemberin merkezinden dışarıya, yakından uzağa doğru hareket etmeli. Önce aileni arayacaksın.
Rehberi aşağı kaydırmana gerek kalmıyor, Anne listenin başlarında. Bir an duruyorsun. Telefonda söylemek olmaz. Hem belki de babanı araman daha doğrudur. Peki ne diyeceksin? “Yarın müsait misiniz? Size geleceğim”. Bu cümlenin doğasında sana uymayan bir ayrıntıyı fark ediyorsun. Kafan öyle meşgul ki hep olageldiğin insanı oynamayı unutmuşsun. Daha önce hiç haber verme gereği duymadın. Gidip kapıyı vurdun, içeri girdin. Sarılıp öpüştünüz. Yaşamlarınızda değişen bir şey yok. Biraz daha büyümüş, biraz daha yaşlanmışsınız. Ama şimdi babanı telefonla ararsan o düzenli, konforlu yaşamlarınızın akışı başka yöne sapacak. “Hiç aramazdı bu çocuk,” diye söylenip birbirlerine bakacaklar. Onları üzmen kaçınılmazsa dahi bu kadar erken davranman için hiçbir sebep yok. Telefonla aramayacaksın.
Orada ne kadar kalacağına karar vermedin ama ne olur ne olmaz diye önlemini alıyorsun. Buzdolabında kalmış bir iki parça peyniri çöpe atıp fişi çekiyorsun. Pencereleri kapatıyor, mutfaktan aldığın bir market poşetinin içerisine üç beş giysi atıyorsun. Hazırsın. Telefonunu, cüzdanını aldığın gibi çıkıyorsun.
Önce dolmuşa bineceksin. Evine yakın bir durağa gidip bekliyorsun. Biraz kalabalıksınız ve şansınız var ki sizi oyalayacak bir eğlenceye denk geliyorsunuz. Üstü başı yırtık, pantolonu belinden ha düştü ha düşecek bir meczup durağın ve sizlerin az önünde yoldan geçen arabalara sövüp duruyor. Gözüne kestirdiği kimi araçların peşinden koşuyor. Hep boşluğa denk geliyor savurduğu tekmeler, düşüyor arka üstü. Belinden kayan pantolonunu düzeltiyor her seferinde. Mücadelesi bitmiyor.
O düştükçe duraktakiler gülüyor, sen de farkında olmadan kahkaha atmasan dahi, gülümseyerek onlara eşlik ediyorsun. Onu daha önce görmedin, öyle mahallenin sempatik delisi falan değil. Çevrendeki konuşmalardan çıkardın bunu. “Polisi mi arasak” diye sorup çevredekilerin onayını bekliyor bir teyze. Yanıt yok. Bir baba küçük kızına daha bir sokuluyor. Bu hayvansı eğlencenin altındaki tehdidi hepiniz sezebiliyorsunuz aslında. Piyango aranızdan birine vurabilir. Deli arabalardan sıkılıp sizleri hedef alabilir. Don Kişot yel değirmenleri yerine köylü kızlara da saldırabilir. Neyse ki kalabalıksınız. Biraz da buna güveniyorsunuz. Hatta aranızdan genç bir oğlan telefonunu çıkarıp deliyi kaydetmeye başlıyor. Bir yerden sonra düşüşler sizi ilgilendirmiyor, sövgüler yaşlı teyzelerin kınamalarıyla karşılaşmıyor. Artık hepiniz dolmuşun gelmesini bekliyorsunuz. Video kaydı yapan oğlan dışında hiçbirinizin yüzü gülmüyor.
Dolmuş geliyor. Ayakta kalınca duraktaki kalabalığın büyük bir kısmının seninle aynı yöne gittiğini fark ediyorsun. Sırtını kapı kenarındaki cama yaslayıp yolu izliyorsun. Dolmuşla birlikte sen de zangır zangır titriyor; o, çukura girdikçe dengeni kaybedecek gibi oluyorsun. Arada bir para uzatanlar oluyor sana. Bir elden alıp ötekine devam ettiriyorsun akışı ve aksi yönde bir kez daha, bu sefer avcunu dolduran demir paraları birbirine vura vura kalabalığın içinden sana uzanan ilk ele teslim ediyorsun. Kalabalık mı akış mı bir şey bunaltıyor seni, belki insan kokusu, yalnızca insan olmanın beraberinde getirdiği yüzlerce şeyden biri ve bu hoşuna gitmiyor. “Metroda!” diye sesleniyorsun. Seninle birlikte birkaç kişi daha iniyor.
Yürüyen merdivenlerle yerin altına doğru usul usul kayarken hep sağda bekliyor, hiçbir yaptırımı olmayan kurallara dahi uyuyorsun. Oysa doktor sana durumu anlatır anlatmaz bir şeylerden vazgeçmen gerekirdi. Bu iyi vatandaş, işinde gücünde adam rolünü bırakmalıydın. Ama kimliğinin parçası olmuş öyle şeyler var ki ölüm bile onları senden koparamıyor. Çünkü nefretle ekilse dahi her tohum kök salmaya gayret eder. Şimdi sen ne yollarla öğrenmiş olursan doğru bildiğin şeyleri bir anda yıkacak değilsin.
Sarı çizginin berisinden karşındaki reklam panolarına bakıyorsun. Elinde hazır makarna, iştahla gülümseyen güzel bir kadın. Reklamı ilk kez görüyorsun ama ürünü birkaç kez denemişliğin var. Panoyu işgal etmelerine gerek yokmuş, sana çoktan ulaşmışlar. Büyükçe bir harita var reklam panosunun biraz ilerisinde. Durak isimlerini okuyor, öykülerini muhtemelen artık kimselerin bilmediği isim tamlamalarını gülünç buluyorsun. Metronun gelmesine henüz beş dakika var. Nedense bir Kızılderili gibi kulağını zemine yapıştırıp uzaklardaki gürültüyü işitmek, titreşimleri yanağında hissetmek isteği duyuyorsun. Ama her hareketini mazur gösterecek delilik bahşedilmedi sana ey aklı başında, işinde gücünde adam.
Önce bir ses, bir uğultu. Sonra bir esinti sarı çizginin berisindeki tüm bakışları yalayıp geçen. Önünden pencereler, bulanık yüzler birbiri ardına akıyor. Nihayet belirginleşiyor yüzler, sana açılan kapının önünde kalabalığın inmesini beklerken bir kadınla göz göze geliyorsunuz. Sizden önce bakışlarınız birbirini terk ediyor. İçeri girip boş koltuklardan birine oturuyorsun.
Islıklar çala çala ilerliyor tren. Karşındaki camın ardında duvarlar, istasyonlar, durak isimleri birbirine karışıyor. Durakları ezbere bilmediğin için sözcükler görüş alanına girene kadar gözlerini kısıp bulanık tabelalara bakıyor, onları tahmin etmeye çalışıyor, her seferinde yanılıyorsun. Akıp giden sözcüklerin, duvarların ertesinde hep aynı yerde beliren bir karaltıyla karşı karşıya geliyorsun. Kendini görüyorsun camda.
Kollarınızı göğsünüzde kavuşturmuş karşılıklı bakışıyorsunuz. Yüz hatlarını seçmekte zorlanıyorsun. Hatta bir an için bunun sen olup olmadığını anlayamıyor, başını soldan sağa devirip yansımanı takip ediyorsun. Kendinle göz göze gelmek istiyorsun ama bu pek mümkün değil. Ne yaparsan yap yansımanın gözleri karanlıkta kalıyor. Aynalara bakmaya benzemiyor bu iş. Gölgen ayaklarının altından çekip alınmış, şişirilmiş ve karşına getirilmiş. Esnercesine ağzını açıyorsun, gözlerin ötekinin ağzına kilitlenmiş, camda kendi dilini arıyorsun. Aniden bir ses seni kendine getiriyor. Belli belirsiz bir kahkaha, bir kahkahaya büyüyecekken kesilmiş bir gülücük. Hayır, yansımandan gelmiyor bu ses. Karşındaki koltukta annesine sarılmış oturan bir kız çocuğu bu.
Kıza gülümsemeye yelteniyorsun ama yüzünde bir şeyler yerli yerinde değil sanki. Böylesine kolay bir eylem, belki gölgenle karşılaşmanın da etkisiyle iyice arapsaçına dönüyor. Beynin doğru komutu bulamıyor bir türlü, yukarı doğru kıvrılması gereken dudak kenarların kaskatı, kolların halen göğsünde. İstemeden de olsa bir kız çocuğuna dik dik bakan kötü bir adama dönüşüyorsun.
Gelgelelim yanlış anlaşılmaktan korkmuyor, bu rolü sahiplenmekte hiçbir sakınca görmüyorsun. Hiç gereği yokken kaşlarını daha bir çatıyor, suratını daha bir çarpıtıyorsun. Öfkeli değilsin. Yaşamak işini kendince bir oyuna çeviriyorsun birdenbire. Sen artık içi boş bir kabuk, aktığı çukurun biçimine büyüyen biraz su, yoğrulmayı bekleyen bir avuç çamursun. Çünkü vaktin az. Günden güne çürürken ne diye değişmemek için diretesin ki? Bunca yıl bir yük gibi taşıdın kendini, listeler kazıdın zihnine. En sevdiğin kitapları, filmleri, yemekleri düşünüp durdun. Artık kendine aksi yönde hareket etmemen için hiçbir sebep yok. Mesela pırasa yiyip çok satanlar rafından rastgele bir kitap alabilir, aynı günün akşamı bir romantik komedi izleyebilirsin.
Birden insanlık onuru, namusu gibi büyük laflar akın edecek oluyor zihnine. Savunulması gereken bazı değerler, kendine karşı tutulması gereken sözler… Bir anons düşüncelerini dağıtıyor. İneceğin durağa gelmişsin. Bu sefer yüzeye doğru taşıyor seni merdivenler ve sen yine basamakların sağında dikiliyorsun.
fatih mert
2022-08-08T21:00:44+03:00Yorumlarınız için teşekkür ederim :)
Kevser Karakaş
2022-08-08T20:51:55+03:00Anlatımınız hem duru, hem sağlam. İlgiyle okuyorum, tebrik ederim. 🌿