Babanın işi gereği sürekli taşındınız. Bu yüzden çocukluğunu biriktirmiş sokaklar yok geçmişinde. Şimdi yürüdüğün kaldırımda misket yuvarlamadın. Aşağı sokaktaki çocuklarla kavga etmedin. Burada tanıdık bir yüz çıkmayacak karşına. Karşılıklı değişimlerinizden, ne kadar büyüdüğünüzden, ne kadar kilo aldığınızdan, o esnada aranızda olmayan üçüncü bir kişinin başına gelenlerden, onun geçmiş serseriliklerinden, öldüyse bunun ikinizi de şaşırtmadığından, ölmediyse hangi af yasasında tekrar sokağa salındığından… Söylemek, dinlemek zorunda kalmayacağın bir yığın laf. Burada seni çocukluğundan beri tanıyan, sana hakkı geçmiş amcalar, teyzeler ya da geride bıraktığın aşklar, kırdığın kalpler de yok. Hiçbir eli öpmeyecek, sevmediğin bir yüzü görüp bakışlarını öteki tarafa çevirmeyeceksin.


Hiçbir şey için değilse bile babana bunlar için teşekkür edebilirsin. Seni nostaljiyle kıvranan, yitirdiklerini bir başka yokluk içinde arayan zavallı bir adama çevirmediği için. Üniversiteye hazırlanacağın yıldı. Çekirdek ailenizin sen gidince bir tohuma küçüleceği, yaşamlarında ters gitmiş her şey için birbirini suçlayan orta yaş krizinde iki insanı baş başa bırakacağın günlerin biraz öncesi. Baban taşınma işini sen alıştığın çevreden ayrılma diye elinden geldiğince ötelemeye çalıştı ama er ya da geç gitmeniz gerekiyordu. Eşyalar birbiri ardına kamyona yüklenir ve bir yankı odalardan içre büyürken o bilindik şaşkınlığı yaşaman kaçınılmazdı. Meğer ne kadar da büyükmüş bu ev; dünya nasıl da küçülürmüş insan karşısında dokunulmuş yerlerinden. Ve boyunu aşan bir aydınlanma. Şimdi boş bir eve taşınırken ayak baş parmağını her seferinde vurduğun o sehpa, babanın uyuyakaldığı o koltuk… İnsan kendi varlığını dayatıyormuş bulduğu her boşluğa.


Ama sen ısrardan, diretmekten taraf olmadın hiçbir zaman. İlkinde yetişemediğin bir şeye ikinci kez koşmadın. Duyamadığın bir sözcüğü tekrar sormadın. Dünya sende eksik, astarı yırtık bir ceket, yarıda kesilmiş bir film gibi kaldı. Yine de bu kabulleniş, bu teslimiyet sana özgü bir şey değil. Uykudan biraz evvel hepinizin kulağına fısıldanmış aynı sözcük o, yüzlerce yıl toplumsal bilinçdışına işlenmiş birkaç imge. Önü sıra hep eğildiğiniz ve bu yüzden nasıl göründüğünü bilmediğiniz ortak bir korku. Aynı kâbusu görüp birbirine susan bir avuç kalabalıksınız şimdi.


Dış kapı her zamanki gibi açık. Spiral basamaklardan yukarı çıkarken ikinci katta bir köpek havlıyor. Bu havlamayı tanıyorsun, o kısacık an içinde bu havlayışı daha önce işittiğin tüm ötekilerle karşılaştırıyorsun. Şafak vakti yükselen köpek korolarıyla, otomobil peşinde koşan serseri havlayışlarla… Bu ise zarar gelmeyeceğini bildiği bir tanıdığa doğrultulmuş, aslında korkutmak amacı falan gütmeyen, “ben buradayım,” diyen çocuksu bir havlayış. Ama kaçırdığın bir nokta var. Köpekler bu kadar uzun yaşamaz. Yaşamının bir noktasında, yine bu spiral merdivenleri tırmanırken ikinci kattaki o havlayışta bir şeylerin değiştiğini sezmen gerekirdi. Hiç görmediğin bir köpek ölmüş, hiç görmediğin bir başkası onun yerine konmuştu. Yaşamın olağan akışındaki küçük bir kırılma kimseler fark etmeden onarılmıştı.


Zile ikinci kez basmıyor, bir kez daha diretmiyorsun. Gitgide yaklaşan ayak sesleri, annen bütün ağırlığını vererek basar zemine. Gözetleme deliğinde kıpırdaşan gölgeler. Aranızdan yalnızca birinin ötekini apaçık görebildiği kısacık bir bakışma delikten. Kapının bir kavuşmaya hızlıca, gıcırdamadan açılışı.

Annen önce şaşkın, sonra mutlu. Belki tam tersi bir sıralamayla ve biri ötekinden daha yoğun. Her şey umduğun gibi ilerliyor. Sarılıyor, öpüşüyorsunuz. “Keşke önceden haber verseydin,” diyor, “bir şeyler hazırlardım”. Küçük bir sınava tabi tutmak istiyorsun yaşamı. Hep o sizi sınayacak değildi ya, metroda verdiğin kararı hatırlayıp ince bir hareket bekliyorsun yaşamdan. Şahsi, önemsiz yaşamını kastetmiyorsun. Büyük harflerle yazılan, seni ve aileni, canlıyı ve nesneyi kapsayan, kusursuz işleyen o yazgının, her şeyin birbirine geçtiği o çarkın varlığına inanmak istiyorsun. “Pırasa olmasın da…” Cümleni bitirmiyorsun bile. Ama içten içe istediğin bu, bir tabak pırasa, çarkların bir yerine sıkışmış, seni beklemiş küçücük bir şaka. “Dolma biber var,” diyor annen, “sen seversin”.


Giysilerinin olduğu poşeti portmantoya bırakıp mutfağa geçiyorsun. Babanla karşılaşıyorsunuz. Bir kez de onunla sarılıp öpüşüyorsun. Seni hemen yanındaki sandalyeye buyur ediyor. O eski zamanlar, babanın baş köşeye geçip seni sağına, anneni soluna oturttuğu günler epey geride kaldı. İktidarını kırdığınız için değil, geçen yıllar o güç savaşını anlamsız kıldı. Çünkü iki kişi arasındaki mücadele bir üçüncünün tanıklığıyla anlam kazanırdı. Sen orada olmadıkça seyircisiz bir oyuna dönüştü yaşamları. Sıkıcı, tekdüze… Bir yerden sonra nefretleri bile soğudu. Her biri öteki için çarpmaması gereken bir duvardı yalnızca, toprağa gömülene değin görmezden gelinecek bir ölü.   


“İş güç nasıl,” diye soruyor baban. “Sorun yok. Her şey yolunda,” deyip geçiştiriyorsun. Aylar önce istifanı verdiğini, bir süredir hazırdan yediğini söylemiyorsun. Ne olur ne olmaz deyip kenara koyduğun paranın bu işe yarayacağını ummamıştın. O beklediğin şaka burada gizliydi belki. İnsanlar ev, araba falan satın almak için para biriktirir. İç huzurlarını kısa süreli de olsa sağlayacak bir tür değiş tokuş. Sen ise bir hedef belirlemedin. Çalıştın, karşılığında biraz para verdiler. Temel ihtiyaçlardan artakalan küçük bir miktar banka hesaplarında birikti durdu. O para ne harcadığın zamanı ne de geriye kalan süreyi satın almaya yeter. En fazla mezar taşını kendin almak gibi hem gülünç hem de romantik bir işe girişebilir ya da bir tura falan katılabilirsin. Hatta hesabını iyi yaparsan son anlarını komşu ülkelerden birinde ucuz bir otelde geçirebilirsin. Ama iyi tarafından bak. Bir kurtuluş umudu verilmedi sana. Varını yoğunu fazladan birkaç yıl daha yaşamak için harcayıp hastane köşelerinde ölmeyi beklemeyeceksin.


Öksürüyorsun. Her şeyi başlatan ve her şeyi sona erdirecek öksürüklerden biri bu. “Gıcık tuttu,” diyorsun kimse senden bir açıklama talep etmemişken. Annenin uzattığı bir bardak suyu içerken göz ucuyla yüzlerini süzüyorsun. Söylemek zorunda bırakmasınlar, hal hareketlerinden bir şeylerin yolunda olmadığını anlasınlar. Ama insana o hak tanınmamış. Çoğu vakit sözcükler bile yetmezken kendini açıklamaya, susarak ne anlatabilirsin ki? Öte yandan konuşmak neye yarayacak? Geriye senin söylediklerin ve karşındakilerin anladıkları arasında hiçbir zaman dile gelmeyecek, sözcüklerin dolduramadığı bir boşluk kalacak.

Konuşacaklarınız bitiyor. Derin bir sessizlik. Buzdolabından gelen uğultuyu işitiyorsunuz ve bunun bilincindesiniz; üç kişi, duvara yaslı bir masanın çevresine oturmuş, bir radyo frekansını arar gibi nefesinizi tutmuş, duymak istediğiniz bir şeyi bekliyorsunuz. Beklenen o ses gelmiyor, hiçbirinizin ağzından tek sözcük daha çıkmıyor ve annenin senin önündeki su bardağını alıp tezgâha götürmesiyle başlıyor dağılma süreci. Baban balkona, annen oturma odasına, sen portmantoya doğru… Poşetini alıp içine iki kanepe attığınız ve hiçbir zaman tam olarak ne işe yaradığını anlayamadığın misafir odasına geçiyorsun.


Buraya niçin geldiğini unutmamalısın. Vermen gereken kötü bir haber var ve elçiye zeval olacak. Elçinin ölümü kesin, elçi çoktan öldü. Gelgelelim bir tek elçi biliyor bunu, yol boyunca kendi ölümünü düşündü. Elçi önce babasına, sonra annesine verecek haberi. Ama şimdi değil, ne zaman bilmiyor ama şimdi değil.

Üzerini değiştirip kanepeye uzanıyorsun. Birden fark ediyorsun ki ne onlar sana bugün kalıp kalmayacağını sordu ne de sen tek kelime ettin. Belki de bir şeyleri sezip kendini toparlaman için sana biraz mühlet verdiler. Bu süreyi tavanı seyrederek değerlendiriyor ve bekliyorsun. Zamanın geçmesini, havanın kararmasını, sokaktaki seslerin azala azala susmasını ve nihayet zihninin uyuşup gözlerinin kendiliğinden kapanmasını…