Kâğıda düşüp yayılan bir damla mürekkep gibi usulca büyüdün. Varacağın noktayı bilmeksizin aktın, sınırları hep biraz daha öteye taşıyıp nihayet ıpıslak durdun. Simsiyah bir denizyıldızına benziyor; derinliksiz, boş bir sayfayı andıran bembeyaz bir uzamın ortasında yatıyordun. Aslında hiçbir şeyin ortasında değildin, ufukta ne başlangıcı ne de sonu görebiliyordun. Bir yerdeydin yalnızca.
Kalın ve sivri uçlu kolların incelmeye başladı. Denizyıldızını andıran görünümün değişiyordu. Kollarının ucu yassılaştı. Orada bir şeylerin kıpırdadığını gördün, neler olup bittiğini anlayamadın önce. Sonra bekledin. Yassı uçlarından eller, ayaklar ve parmaklar fırladı dışarı. Uzandın kimsesiz bir noktaya. Dokunabileceğin hiçbir şey yoktu ve parmakların değdi yokluğa, çevreni kuşatan hiçliği duyumsadın. Ellerin birbirine yaklaştı. Parmakların parmaklarına değdi. İçinde bir şeyler kımıldadı, bir şeyler akması gereken yere doğru usulca yol aldı.
Ayağa kalkmaya çalıştın. Ne bakabileceğin gökyüzü ne ayaklarını basabileceğin zemin vardı. Her şey beyazdı ve şimdi yatarken aslında bir o kadar da ayaktaydın. Sarstın kendini, yuvarlandın ve zıpladın. Bir şeylere çarpmak umuduyla ellerini dört yana salladın. Bu apak dünyanın içinde çırpınışların hiçbir engelle karşılaşmıyor, rüzgârın oradan oraya savurduğu bir kar tanesi gibi sessizce var oluyordun. Düşmek istedin. Henüz doğmuştun ve düşmeyi kendine amaç belledin. Hareketin imkânsız olduğu bir dünyada, hiçbir şeyi geride bırakamadığın, hiçbir şeyin önüne geçemediğin burada belki ancak böyle zamanı devindirebilirdin. Bıraktın kendini, gözlerini yumdun, bir başka yerde uyanmayı umdun. Aynı yerdeydin işte. Kokusuz, ağırlıksız, sessiz ve hareketsiz.
Başka bir yaşama ait kimi görüntüler geçti gözlerinin önünden. Daha doğrusu başka bir yaşama ait olduğunu düşündün bu görüntülerin. Renkleri gördün, ağaçları gördün, yüzleri ve gözleri, insan topluluklarını gördün; üzerinde toplulukların yaşadığı küçük toprak parçalarının genişleyişini, kocaman kentlerin meydana gelişini, sokakların şafak vakti sessizliğini gördün. Hiçbir şey anlamadın. Görüntülere birtakım sesler eşlik etti. Türlü hayvan ve insan seslerini, müziği ve araç kornalarını duydun. O zaman hepsini birden tüketmek, işitilebilecek her şeyi işitmek, görülebilecek her şeyi görmek istedin. İçindeki kımıltının güç kazandığını, titreşimlerin giderek sarsıntılara dönüştüğünü duyumsadın. Çiğneyemediğin, yutamadığın bir şey ağzında çığ gibi büyüdü. Dışarı boşaldığını işittin onun. Kendi sesindi bu. Hiçbir şey söylemiyordu ve daha da tuhafı, sanki uzaklardan geliyordu. Kaldı ki uzaklık yoktu, aşılacak engel yoktu, varılacak yer yoktu. Ses başıboş bir rüzgâr gibi dört yana esiyor ve sonra tekrar seni buluyordu.
Kendini doğuruyordun bir anlamda. Öldüğün başka bir yaşamdan hatırladıklarını üst üste koyuyordun. Bu boşluğu tımar edecek, yalnız kalmak pahasına duvarlar örecektin. Ayaklarının altından başlayacaktın önce. Yere basabilmek, vakti geldiğinde yürüyüp kendi duvarlarını aşabilmek için. O vakit gelmedi. Sana hediye edilmiş bu sınırsız özgürlüğü istemedin. Seni yolda tutacak tırabzanlar aradın, elini yaslayıp takip edebileceğin koridorlar, fazla uzaklaştığında çarpıp geri dönebileceğin duvarlar.
Bir noktacıktan kocaman bir bedene, küçük titreşimlerden gür bir sese evrildin. Etrafındaki beyazlık gri bir hal aldı. Uzamın tonları, geçişleri vardı artık. Mesafeler açıldı senle her şey arasında. Şimdi ufuktan, uzaklardan bahsedebilirdin. Birazdan belki bulutlar da belirecekti. Göğe bakıp yaklaşan yağmurdan söz edebilecektin. Her doğru öngörüde biraz kıvanç vardır. Zamandan önce davranmanın, boyunu aşan bir gerçeği dile getirmenin, haklı çıkmanın kıvancı… Ama bulutlar belirmedi, başka noktacıklar boy verdi grinin neredeyse siyaha çaldığı bir yerde. Senin gibi uzuvlara büyüdüler. Aynı şeyleri düşündüler belki. Yüzlerce karaltı, yüzlerce titreşim, hepinizi yalayıp geçen ortak bir hırıltı.
Önün sıra hayaletler. Yüzleri yok ama tanıdık bir aura her birinin çevresinde. Dikkatini onlara verdikçe düşüncelerin daha bir toparlanıyor. Sanki bir ezgiyi mırıldanıp duruyorsun şarkının adını bulana değin; bir sayfayı beşinci kez okuyup nihayet anlıyorsun, bir fotoğrafa her açıdan bakıyor, çekildiği gün yaşananları birdenbire hatırlıyorsun. Kısmen de olsa, aradığın yanıtları bulmanın ertesinde ağzına doluşuyor sessizlik. Her şey biraz daha yerli yerine oturuyor. Nerede olduğunu anlıyorsun.
İnsan tuhaf bir canlı. Sen de onun tuhaf bir örneğisin. Kendinden içre dünyalar büyütüp orada ikinci bir yaşam sürdürebilirsin. Zihnindeki krallıklarda hüküm sürebilir ya da başarısız olmuş ama kendi kalabilmiş bir kahraman gibi erdemlerinden bahsedebilirsin. Fakat hepsinin, bu hayal alemlerinin zeminini oluşturan yapıya dair ne herhangi bir fikrin ne de söz hakkın var. En aşağıda, en dipte savunmasız anlarında senden içre sızmış bir dünya, senden habersiz kıyılarına yığılmış başka denizlerin kumu, kendini hep dışarıdan görmüş miskin bir hayvan yatar.
Burası sana ait… Ve yolunun kesiştiği herkese. Göz ucuyla bakıp geçtiğin yüzler de burada, bakışlarından korktuğun adamlar ve kadınlar da. Hepsi hatırlanmanın bir yolunu buldu. Günlük işlerin ortasında hasıraltı edip durduğun yaşamın, yaşar gibi yapıp geçiştirdiğin sana ayrılmış o zamanın elbet bir yerlerde birikmesi kaçınılmazdı. Karşında karman çorman görüntülerden gözlerini kamaştıran rengarenk bir yumak, kafanın içinde zonklayan bir kakofoni.
Bir düş nerede başlar, daha da önemlisi insan bir düşün içinde olduğunu hangi dakika fark eder? Ellerin dokunur ama duyumsamaz, varlığın yoğunluğunu yitirmiş, ayakların yere basmıyor. Duman olup yayılıyorsun karaltıların arasına, uçucusun. Yine de dizginler halen senin elinde değil. Bir düşün içinde olduğunu bilmek yaşanacakları belirleme hakkını vermiyor sana. Tuhaf, adını koyamadığın bir his var içinde. Burada başka yasalara tabisin, öte yandan hiçbir şeyi de yadırgamıyorsun. Her şey bembeyazken ve sen henüz oluşmamışken duyduğun o yabancılığı kırdın. Tanır gibisin bu toprakları. Hep başka bir köşesini gördüğün kocaman bir tabloyu kafanda birleştiriyorsun. Her parçada ötekini çağrıştıran bir şey vardı. Ve bu yaşına değin gördüğün her düş bir sonrakine hazırladı seni. Peki şu anki düş seni neye hazırlıyor? Uyku ölümün kuzeni demişlerdi. Ya da kardeşi. Öyleyse bu akrabalık ilişkilerinde düşler nereye denk geliyor? Yaşama dair görüntüleri, sesleri bir tür ölüm haline taşımak… Hayır, bu düş seni başka düşlere hazırlamıyor. Sonrakiler de hazırlamayacak. Sen ne kadar dile getirmesen de bedenin ciğerlerinden haberdar, bilinçaltın türlü senaryolar yazdı sana. Düşler artık seni kendi yokluklarına hazırlıyor. Hiçbir şey görmeyeceğin o büyük uykuya.
Kendini doğurdun burada, dostlarını ve düşmanlarını. Yaşamının dökümü bir uykuya sığdı. Şimdi dışarıdan nasıl gözüküyorsun acaba? Ter içinde misin? Bedenin kasılıyor mu? Dizlerini karnına doğru çekip ana rahmindeki gibi kapandın mı kendine? Hem böyle durmak burada yaşadıklarına da uyardı. Ya da istifini hiç bozmadın. Örtü ayaklarının ucunda toplanmadı, kanepeden aşağı düşmedi. Güneş yüzünü ya da açıkta kalmış herhangi bir yerini ısıtarak yükselmedi.
Birden buralara yabancı bir his, senin uçucu varlığına ve gördüklerinin belirsizliğine tezat mı tezat kaskatı bir ağırlık çöküyor üzerine. Güçbela kurduğun her şey bir bir yıkılıyor. Bu sefer beyaza değil de karanlığa batıyor hepsi. Işıklar birbiri ardına sönüyor. Gözlerini açınca omzunda tanıdık bir elin seni yavaşça sarstığını görüyorsun. “Kahvaltı hazır,” diyor annen.