Birazdan anlatacaklarım, Aynasızhisar kasabasının yani benim köyümün hikayesidir. Devlet ''kasaba'' dediyse de bakmayın, bence burası köydür, hatta mezra, hatta hiçliktir burası. Şu anda bu satırları yazarken pencereden hiçbir şey görünmeyen köyümün hikayesidir anlatacaklarım. Keşke kar yağsaydı da kardan bir şey görünmeseydi ama sebebi bu değil. Sebebi bir şeyin olmaması. Sonsuz bir kahverengilik, sonsuz bir yokluk. Sadece toprak. Tüm dünyayı altına gömsen yine de gömecek başka bir şey arayacak denli yoğun, verimsiz, tek renk toprak. O kadar. Toprakları çorak, insanları aksi diyerek kimsenin gelmediği, ülke sınırında olsa Yunan'mış, Arap'mış, Rus'muş demeden öbür ülkeye vermekte kimsenin beis görmeyeceği köyümün hikayesidir. Gidecek bir yeri olmadığı için kalanların da hepsinin toprakla aynı renkte olduğu köyümün.


Daha fazla kötülemek istemiyorum, bir zamanlar cennetten yanlışlıkla kopup dünyaya düşmüş olan köyümü. Evet, aynen öyle, cennetten bir parçaydı şu kahverengi topraklar, kahverengi evler, kahverengi insanlar, kahverengi güneş. Şimdi okuyacağınız satırları masal zannedeceksiniz, hayal olduklarını düşüneceksiniz, ''Yine geldiler aynalarla kafayı bozmuş bu deli oğlana,'' diyeceksiniz ama emin olun öyle değil. Çünkü sol ayağımın altı kaşınıyor ve karşıma kimse çıkmaması için dua ediyorum. Yoksa şu kaşıntı bitene kadar tüm köyü yok edebileceğimi hissediyorum. Hissetmiyor, biliyorum.


***


Yıllar yıllar önce bir daha tekrarlamaktan hicap duyduğum kötü özelliklere sahip bu köy, o zamanın en güçlü ülkelerinden birinin merkeziydi. Köyün hemen girişindeki mezarlığı biliyorsunuz değil mi? İşte orada ihtiyar dünyamızın görmüş olduğu en ihtişamlı saray bulunurdu. Duvarları mücevher kaplı değildi bu sarayın, avizeleri altın kaplama, halıları desen desen değildi. Saray temelden çatısına kadar elmaslar kullanılarak yapılmış, merdivenlerine ve pencerelerine konulan süslemeler ve pervazlar ve avizeler has altından, bardaklar ve tabaklar şu anda dünyada bir gram bile kalmamış elmastan daha parlak, altından daha ışıltılı, gümüşten daha asil özel bir malzemeden yapılmıştı. Halılar ise binbir peri tarafından deniz kızlarının pullarından, tek boynuzlu atların yelelerinden, bu perilerin gözlerindeki son ışıltı halıya geçene kadar binbir günde örülüyor ve yalnızca bir gün kullanıldıktan sonra yenileriyle değiştiriliyordu.


Dereler çağlayarak akıyor, kuşlar binbir makamdan şarkılar söylüyor, güneş yakmıyor, rüzgar üşütmüyordu. İneklerin sütleri tatlı mı tatlı, etleri lezzetli mi lezzetli, koyunların yünleri yumuşak mı yumuşak, elmalar kırmızı mı kırmızıydı ve asmalar, sırtlarında taşıdıkları üzümleri nasıl taşıyacağını düşünenlere inat hallerinden çok memnunlardı.


Bu ülkenin; uzun boyu, ihtişamlı gövdesi, kızıl sakalı, çakır gözleriyle görenin hayran kaldığı, duyanın görmek istediği bir padişahı vardı. Bu ülkede yaşayanlar da dünyanın ve uzayın ve bilinmedik evrenlerin en güzel cinsindendiler. Öyle ki diğer ülkelerin tüccarları sırf onları görmek için şimdi var olmayan ve kasabaya da adını veren hisarın önünde günlerce yatar, ülkenin pazarında bir gün geçirmek için beş liralık mallarını bir liraya satmaya razı gelirlerdi.


Gel gör ki bu padişah, her gün değilse de bazı günler öyle gaddar oluyordu ki karşısına çıkan ve çıkmayan birçok vatandaş onun gazabından nasibini alıyor, bazı günler çoğu ne olduğunu anlamadan can kuşunun havalandığını ancak fark edebiliyordu. Sağ ayağının altı kaşındığı zaman her gördüğüne ceza veren padişah, sol ayağının altı kaşındığında ise karşısına çıkan neredeyse bütün insanlara ve hayvanlara bu acı tesadüfün bedelini canlarıyla ödetiyordu. O günlerin ne zaman geleceğini padişahın kendisi bile bilmiyor, halk bazen aylarca huzur içinde yaşarken bazen bu kaşıntılar üç gün boyunca sürüyordu. Böyle günlerde sarayın falcıları böyle bir işe yaramadığını bilseler de “kötü ruhları kovmak için” diyerek saraydaki dev çanları sağ ayak kaşındığında iki kez, sol ayak kaşındığında üç kez çalıyor ve halkı gelecek tehlikelere karşı uyarıyorlardı. Halkla konuşmaktan nefret eden padişah da bu çanların gerçekten kötü ruhları kovmak için çalındığına inanan tek kişi olarak hayatını sürdürüyordu. O günlerde mecbur olanlar dışında kimse çıkmıyor, çıkmak zorunda olanlardan padişahı her gören ondan kaçıyor, görmeyenler ise tedirginliklerinden dolayı rahat duramıyor, geceleri bağırarak, ağlayarak, hoplayarak, zıplayarak, yuvarlanarak uykularından uyanıyorlardı.


Sağ ayağının altı kaşındığında bazıları en iyisinin ondan kaçmak yerine karşısına çıkıp vereceği ceza neyse -üç at, beş inek, yirmi kırbaç, elli fiske- ona razı olmak olduğunu düşünürdü. Yine de halkın çoğu, daha önce de örnekleri olduğu gibi ''o sabah ya sol ayağının altı kaşınarak uyandıysa ve falcılar bunu fark etmediyse'' diye korkuyor ve genellikle bu riski almıyordu.


Padişahın tüm bu gaddarlığına rağmen bu ülkede yaşayanlar bir türlü padişahı bırakıp başka ülkelere gitmezlerdi. Çünkü o yörenin en verimli toprakları da, en güzel kızları ve erkekleri de bu padişahın ülkesindeydi. Bu verimli toprakları bırakıp çorak diyarlarda hem aç biilaç, hem karşılarında çirkin mi çirkin karılarla, kocalarla, çocuklarla, komşularla yaşamaktansa padişahı kızdırmadan, yoluna çıkmadan yaşamaya çalışırlardı. Lakin padişahın sol ayağının altının kaşındığı bir günün gecesinde her şey değişti. O sabah padişah öyle kaşınmış öyle kaşınmıştı ki sadece topuğunu değil, bütün ayağını, hatta bacağını kanatana kadar kaşımış, sonunda dayanamayarak daha önce hiç olmadığı kadar çok sayıda tebaanın can kuşunu uçurmuştu.


Padişahın bu şiddeti ülkeye öyle bir sükunet getirmişti ki padişah gece boyunca sessizlikten uyuyamamış, sonra kalkmış, odasındaki aynada kendine bakıp neden böyle olduğunun cevabını bulmaya çalışmıştı. Cevap bulamasa da ülkenin bütün vatandaşları gibi aynada kendi güzelliğine bakarak huzur bulmaya alışık olan padişah, bu kez tam aksine, gittikçe huzursuzlanmıştı. Çünkü aynada kendi güzelliğini değil, tahta geçişinden beri canını aldığı vatandaşlarını görüyor, onların intikam ateşiyle yanan gözleri dayanılmaz bir ürperti veriyordu. Korkusu yüzünden ne yapacağını şaşıran padişah bir hafta boyunca odasından çıkmamış, her geçen gün de daha fazla kurbanı aynadan ona bakmaya başlamıştı. Yedi günün sonunda o zamana kadar olmayan bir şey olmuş ve padişah ne yapacağını bilemeyip hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.


Yedi gün boyunca halkı evinden çıkarmamak için çanları üçer kez çaldıran ve bir yandan da padişahın kapısında gelecek emirleri uykusuz gözlerle bekleyen Falcıbaşı, bunun üzerine artık dayanamayıp bebekliğini bildiği padişahın odasına daldı. Padişah korkuyla aynayı gösteriyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Falcıbaşı küçükken yaptığı gibi padişahın kolunu okşayarak onu sakinleştirdikten sonra olanları dinledi, derhal üzerindeki hırkayı çıkararak aynaya örttü ve falcılar birliği görüşüp karar verene kadar haddini aşarak padişaha aynaya bakmayı yasakladı.

Padişah, Falcıbaşı’nın dediklerini küçükken yaptığı gibi uslu uslu başını sallayarak kabullenmiş, sonrasında hızla boşaltılan saray bahçesine inip elma ağaçlarının arasında bahçedeki ceylanlarla gezmeye de itiraz etmemişti.


Falcıların kararını beklerken bahçeden geçen derenin kenarında aksini görmüş, yine hayaletler çıkacak diye korktuysa da bu gerçekleşmemişti. Bununla birlikte akan suda buruş buruş olan yüzünü görüp, güzelliğinin de elinden gittiğini düşünüp acıyla derenin kenarından uzaklaşmıştı.


Falcıbaşı nihayet yardımcılarıyla birlikte padişahın yanına geldiğinde, padişah titrediği belli olmasın diye yere oturacak olmuştu. Tüm ülkeye uğursuzluk getireceğine inanılan bu davranış karşısında falcılar ne yapacaklarını şaşırmış, son anda bir tanesinin bir sehpa gibi iki elinden destek alarak dizleri üstünde padişahın yüce mabadının altına kendini atmasıyla herkes derin bir nefes almıştı.

Padişah ne duyacağını merak ettiği için ne kadar tedirginse Falcıbaşı da çözümü bulduğunu düşündüğü için bir o kadar rahattı. Haşmetmeaplarının son derece haklı gerekçelerle canını aldığı bu ruhların bir kısmı aynaların içine kaçarak saklanmış ve dünyadaki aptallıkları yetmezmiş gibi öte tarafta da uslu durmayıp geri dönmeye yeltenmişlerdi. Ülkedeki bütün aynalar kırılırsa ve ayna kullanımı kesinlikle yasaklanırsa sonsuza kadar öte dünyaya gidecekler, hatta daha iyisi padişahı korkutmalarının cezası olarak aynasız ülkenin arafında hapsolacaklardı.

Merakından yerinde duramayan padişah, çözümün bu kadar kolay olması karşısında heyecanla ayağa fırlamak istemişse de tabure görevi gören falcının eline basmış, can havliyle şekli bozulan falcı yüzünden dengesini kaybedip yüce mabadını bir saniyeliğine yere değdirmek zorunda kalmıştı. O düşmeden tuttuklarına inanan falcılar, yüzlerce yıldır bir padişahın mabadının yere değmesiyle ilgili inanılan laneti engellediklerini düşünüp derin bir nefes almışlar, padişah da o kısacık temasın bir şey yapmayacağını düşünüp sesini çıkarmamıştı. Ayağa dikilir dikilmez de kendi odasındakinden başlayıp ülkedeki bütün aynaların kırılması emrini vermişti.


Ülkedeki tüm aynalar göz açıp kapayıncaya kadar kırılmış, halk bunun sebebini Falcıbaşı’nın aynaların uğursuzluk getireceği kehaneti olduğunu öğrenmiş ama gerçek sebep, padişahın korkmuş olmasının ortaya çıkarabileceği dedikodulardan dolayı bir sır olarak kalmıştı. Bu değişikliğe anlam veremeyenler olduysa da birkaç hafta boyunca hiç çan çalmayınca sevinmişler, hatta kutlamalar bile yapmışlardı. Amma velakin bütün aynaların kırıldığı ülkede insanlar kendilerini ancak derelerde ve tabak çanaklardaki yansımalarında görmüşler ve her bakışlarında bir kırışıklık, bir pas izi fark etmiş, ettikçe mutsuz olmuşlardı. Genç yaşlı herkesin ne kadar güzel olduğunu gören gözleri, kendilerinin buruşuk ve yaralı olduğunu düşünüyor, bu onları her gün biraz daha mutsuz ediyordu. Herkes tek kendisinin öyle olduğunu düşündüğü için de bir türlü bir başkasına hala güzel olup olmadığını soramıyordu.


Kendisinin çirkin olduğunu düşünen halk zamanla işini aksatmaya, mutsuzluklarını diğer hayvanlara ve insanlara yansıtmaya başlamıştı. Falcıbaşı bu değişimin farkındaydı. İnsanlara kendilerini güzelleştirenin sadece Allah vergisi yüzleri ve bedenleri olmadığını söylüyordu. İşlerini güzel yapmaları sayesinde ülkedeki sadece insanların değil, hayvanların ve bitkilerin de mutluluğu olduğunu, böylece herkesin güzelleştiğini vaaz ediyordu. Bununla birlikte ne kadar bilge de olsa Falcıbaşı bile bir akarsuyun kenarında kendini gördüğünde hüzünleniyordu.

Halk, çareyi her zaman kendilerinden daha çirkin olduğunu düşündükleri başka ülke tüccarlarının yanlarına daha fazla gitmekte buldu. Böylece tüccarlar onlara hayran hayran bakıyor ve halkın da kendilerine güveni artıyordu. Tabii bu sonsuza dek sürmedi. Eskiden bir bakışa ölecek olan tüccarlar, kendilerine olan ilginin arttığını hissedince beş liralık mallarını bir liradan iki, üç, dört, beş ve altı liraya çıkardılar. Halen ülkenin güzel insanlarına bakıp iç geçiriyorlardı ama bir şeylerin değiştiğinin onlar da farkındaydı. Padişahsa tekrar benzer bir şeyin aynalarla olmasa da farklı bir şekilde başına geleceğinin korkusuyla sarayından hiç çıkmıyor, akarsuyun kenarına gitmeden bahçede dolaşıyor, simsiyah tabaklardan yemeklerini yiyor, daha siyah bardaklardan içkilerini içiyordu. 

Gel zaman git zaman halkın mutsuzluğu arttı. Padişah, artık çan sesleri duymadığı için kovulacak kötü ruh kalmadığını düşünerek mutlu bir şekilde sarayında yaşıyor, tüm işleri Falcıbaşı hallediyordu. Kendini beğenmeyen halk ise işleri aksatıyor, bu yapmadıkları işler yerine ise daha faydalı başka bir şey kesinlikle yapmıyorlardı. Sonunda bir gün bir tüccar, güzeller arasından en güzelini kendisiyle evlenip hisarın dışında yaşamaya ikna etti. Ülkenin en güzeli olduğu için yalnızca şaka olsun diye bu soruyu sormuştu tüccar, en mutsuzunun da o olduğunu bilmediği için kabul edildiğini anladığında da küçük dilini yutmuştu. Güzel hala en güzeldi ama derelerin ve kap kacakların yaptığı buruşuklukları en çok abartan da oydu ve bu onu içinden çıkılmaz bir mutsuzluk girdabına çekmişti.

Bundan sonra her şey çorap söküğü gibi geldi. Ülkenin vatandaşları birer birer başka ülkelerin insanlarıyla evlenip başka diyarlara gittiler. Evlenirken iki şart öne sürüyorlardı. Bir, kadın olsun erkek olsun, çeyiz olarak bir ayna; iki, o ülkeye bir daha asla geri dönmeme sözü. Gidenler, diğer ülkelerin vatandaşları olan kocalarını, karılarını ve komşularını çirkin ve düşük görseler de zamanla bu değişmişti. Hem onlarla birlikte yaşayıp onları tanımaları, hem de uzun zamandır hasret kaldıkları övgü sözcüklerini aynalardan ve diğer insanlardan duymaları sayesinde mutlulukları artmış, bu mutluluğun mimarı olduğunu düşündükleri yeni ülkelerini ise bambaşka bir gözle görür olmuşlardı. Bizim padişahın ülkesinin adı ise sadece Aynasız Hisar denilip geçiştirilmeye başlamıştı.


Dışarıda bunlar olurken, Falcıbaşı her dediğini ağzına tıktığı için her şeyden bihaber olan padişah bir gün sağ ayağının altında nereden geldiğini bilmediği bir kaşıntıyla uyandı. Uzun zamandır unuttuğu bu kaşıntının gelmesinden ötürü hem korkulu hem öfkeliydi. Derhal kapısının önünde duran Falcıbaşı’nı çağırdı, ama Falcıbaşı kötü ruhları kovmak için çanları çalmak yerine sadece “Sabredin, geçecektir efendimiz,” deyince padişah feleğini şaşırdı. Dışarıda uyaracak insan kalmadığının farkında olmayan padişah bu kez yatağından fırladığı hızla tekrar yorganın altına girip bunun sebebini sordu. Yorganın kötü ruhları engelleyeceğini düşünmüş olmalıydı.


Falcıbaşı tüm olanları teker teker, korkusuzca anlatmaya başladı. O anlattıkça padişah küçülüyordu, küçüldükçe bir kere bile yüzüne bakmaya tahammül edemediği halkını özlüyordu. Padişah küçüldü, küçüldü, küçüldü ve her şeyin başladığı o gün haşmetli mabadının bir saniyeliğine yere değdiğini, ama kimseye söylemediğini hatırladığı anda can kuşu havalanıp gitti. Eskiden olsa ne yapacağını bilemeyip tüm ülkeyi ayağa kaldıracak olan Falcıbaşı, ilerleyen yaşına rağmen tıpkı bebekliğinde yaptığı gibi padişahı kucaklayıp kıyafetleriyle birlikte sarayın bahçesine götürdü. Kalan az sayıda vatandaşın şaşkın bakışları arasında bahçede padişahın en sevdiği noktayı kazmaya başladı. Tesadüfe bakın ki padişahın mabadı tam da orada yere temas etmişti.


Falcıbaşı o zamana kadar sabreden bir avuç vatandaşa ödül olarak sarayın yapıldığı mücevheratı verdi ve bu vatandaşlar da devasa sarayı göz açıp kapayana kadar yok edip başka diyarlara göçtüler.


En son tek başına kalan Falcıbaşı da padişahın mezarının başındaki ağaçtan daha önce görmediği kadar kırmızı bir elma alıp bilinmez diyarlara doğru yürüdü. Falcıbaşı’nı bir daha gören olmadı. Zamanla yağmurlar, fırtınalar, hırsızlar, arsızlar yüzünden bu muhteşem ülkeye dair Aynasız Hisar isminden başka hiçbir şey kalmadı. Sonra bir gün yolunu şaşıran bir grup muhacirin yanlışlıkla burada dinlenme gafletine düşüp geçmişten gelen lanetle yerlerinden kıpırdayamamaları sonucunda da bizim kasaba kurulmuş oldu.


***


Başta da dedim ya, bunlar masal değil, gerçek. Şu anda sol ayağımın altı kaşınıyor ve karşıma kimse çıkmaması için dua ediyorum. Yoksa şu kaşıntı bitene kadar tüm köyü yok edebileceğimi hissediyorum. Hissetmiyor, biliyorum.

Nereden mi biliyorum? Bu gece aynaya bakın, belki size sebebini söyleyecek bir ruhla karşılaşırsınız.