Hareketsizlik odanın adı. Sessizlik odanın adı. Olmuştu. Bu sıklıkla olurdu.


Kirli krem rengi duvarlarda delikler, çizgiler, hiç tanımadığı insanların hayat izleri. Parkesiz görünen, yırtık zemin bölümleri. Baktıkça desenleri korkunçlaşan, kırmızıyla turuncu olmak arasında kararsız görünümlü halı. Yine de baktığı halı. Bazen özelini anlattığı halı. İç içe geçirilmiş ince ve esnek çubuklardan oluşan bordo, dikdörtgen çamaşır sepeti. Baktıkça beyazın yorgunluk hissini yayan, çekmecesinden tişörtler ve çoraplar taşan komodin. Çok uzun zamandır aynı yerde duruyordu burada bulunan her şey.


Halının üstündeki yastık hariç. Onun şimdi yatakta bulunması gerekiyordu.


Odada koltuk vardı, sandalye vardı, yatak vardı ama halının üstünde oturuyordu. Ayaklarına bakıyordu ve artık ayaklarını ilginç bulmuyordu. Sağ dizine ışıkları yansıyan hikayeli hoparlör fondan Işık Yılları diyordu. Yarım yamalak anladığı bir dilde. İçinde çocuk sesleri barındıran bir dilde. Işık Yılları.


Işık Yılları fikri ona bir dönemi anımsatıyordu. Acısı dahi büyülü bir dönemi. Böyle anımsatıyordu: acısı dahi büyülü.


Balkona açılan kapının nahif engeli siyah tül hiç kıpırdamıyordu. Ne rüzgar giriyordu içeri ne de içerden dışarıya canlılık taşıyordu. Sadece biraz ses. Sokağın ılımına karışan; balkon demirlerine, pencerelere, kapılara sürtünerek yiten. Biraz ses. Hareket et'i değil, durmalısın'ı hatırlatan, biraz ses.


Çoğunlukla sebebe ihtiyaç duymuyordu hareket için. Ayağa yine ihtiyaçsız kalktı. Baktı. Masa tozlanmıştı. Masanın üstünde kağıtlar, kağıtların üstünde notlar. Notların yanında boş sürahi. Boş sürahinin sağında kitaplık. Kitaplığın önüne sıralanmış mızıka, anahtarlar, cımbız, makas, fotoğraflar.


Baktı. Fön makinesi yatağın ayak kısmındaydı, kabloları dağınık. Dibinde iki karışlık oval kola lekesi, ahşap parkeleri yapışkan kılıyordu. Saç kalıntıları, başkası kokan bir tişört. Kirli çamaşırlar yığını. Kalörifer peteğinin üstünde bardaklar, bardakların yanında iki küllük. İkisi çalışmayan üç çakmak. Altılı prizin üçünde fiş. Mevcuttu.


Masanın üstündeki panjurlu lamba odayı sarı ve loş kılıyordu ve az önce sönen tütsünün ormansı etkisi yavaş yavaş içeriyi terk ediyordu.


Bütün mevcutların arasında, onu neşelendirecek bir şey yoktu.


Tekrar. Anladı. Halıya oturdu.


Baktı. Algıladıklarını düşündü. Çok düşündüğünü düşündü.


Halının üstünde bağdaş kuruyordu ve altı yedi aydır hiçbir şeyi sıra dışı bulmuyordu.


Çalan şarkının yedinci tekrarında düşünmeyi bitirdi.

Az önce neler düşünmüştü, buna başladı.


Kalktı. Tekrar. Adımlamaya. Önce ellerine baktı. Aynaya yanaştı, yüzüne baktı. Masanın üstüne, yeşil cips paketine baktı. Nasıl olabiliyordu bu?

Nasıl? Ve belki de biraz, neden?


Bir semt pazarında öylece, alışverişsiz yürürken aklına geliyordu. Nasıl? Atm'den para çekerken aklına geliyordu. Markette, kuruyemiş raflarının önünde aklına geliyordu. Turuncu şeylere bakarken aklına geliyordu. Dans ederken aklına geliyordu. Kıyılarda dolaşırken, teknelere bakarken, şehrin işleğine dalarken. Limonata içerken bile aklına geliyordu. Neden? Kanepeye uzanıyordu öylece, kanepeye öylece uzanmanın nasıl hatırlatıcısıysa bu, aklına geliyordu. Beşlik su bidonunu kafaya dikerken, karşıdan karşıya telaşsız geçerken, terliklerine bakarken, pasta yerken. Aklına geliyordu. Az önce bir ışığa bakmıştı, nasıl oluyordu, bir ışığa bakıyordu ve aklına geliyordu. Nasıl?


Ve bunca soruya, bunca cevaba rağmen yine de, niyeyse, özlemek demiyordu buna.

Susmak diyordu.


Neden demiyordu.

Nasıl demiyordu dışından.


Bazen anımsamak. Bazen korkmak. Bazen kaçmak diyordu. Özlemek demiyordu.

Özlemin itirafını tehlikeli buluyordu.


İşte bugün, ama bugün, işte ne yaparsa yapsın, nasıl kaçarsa kaçsın, neye bakarsa baksın, işte bir şarkı çiviliyordu yokluğunu, belirgin kere belirgin: Işık Yılları.


Bu şarkı, içeriğinde korku ve mutsuzluk ve endişe ve güvensizlik barındıran bir hikayenin sadece olumlu bilgilerini hatırlatıyordu.


Ne yapacaktı bu hatırlayışla? Ne mi yapacaktı? Elbette hiç.

Hiç miydi gerçekten? Evet, hiç.

Ayların tecrübesi: hiç. Yılların tecrübesi: hiç.


Sonuçlar uğruna hiçbir şey yapmamak. Utkusu bu muydu unutmanın?

Yani?

Dolup dolup boşalması yokluğun. Ve artık olmayanlardan bir şekilde tebessüm icat etme zorunluluğu. Yangın soluyup ferah üflemek. Öğrenmek ölümün hayattayken başladığını. Unutmanın ödülü buydu.

Gerçekten, gerçek miydi? Ve bu muydu?

Kopuşa, uzaklığa, ayrıklığa tanımlar bulmaktı, türlüsünden.

Unutmaya tanımlar. Öyle miydi?

Unutmak neydi?

Belki de bir kusur olarak, her şeyin affedilmesi mi? Nefretin defnedilmesi mi? Birinin, yüzünün en az bir halini, bir daha, hiçbir yüzün hiçbir halinde anımsamamak mı? Birinin dudakları dişlerine yapışıksa gülerken, örneğin, hafif eğimliyse tebessümü, bundan hiçbir şey çıkarmamak mı?

Arnavut kaldırımlı ve çok uluslu sokaklarda yürürken el ele görünce birini, bundan hikaye anımsamamak mı?

Yani konu bir şekilde aşka geldiğinde susmamak mıydı, unutmak?


Peki dansla hıçkırık arasındaki zamanın bu denli kısalığı neyin nesiydi?

Şarkıların mutluluğa düşmanlığı neyin nesi?

Denizin hatırlattıkları neyin?

Yolların unutturduğu ne?

Odaların oyunluğu. Nerede.

Aklın dar oyunları. Nerede. Ve şimdi kimin?


Her gece gerçeği bozmalar, yatağa bağdaş kurmalar, iskambil kağıtlarına hayal bağlamalar, şarkıların içine, içine dalmalar, sevişmeler saatleri uyuma benzeterek, koşmalar yollarda ve bunu her günün ilk heyecanı bilerek uyur bir yüzü seyretmeler. Şimdi kimin?


Gece sözleri, hıçkırık sözleri, kahvaltı sözleri, dans sözleri, kahkaha sözleri.

Kimin ve niye burada hala?


Olsun ister miydi şimdi onu şu köşede, yatağın üstünde, yüzügülümser...


İster miydi? Yine deneyip deneyip aynı sona koşmayı, ister miydi? Mutlu, büyülü gecelerin ardından korkunç yüzüne bakmayı. El ele tutuşurken kopuşa hazırlanmayı. Merhamete yenilmeyi, sevgiye yenilmeyi, öfkeye yenilmeyi. İster miydi? Yokluğun kokusunu bir vardan duyumsamayı, ister miydi?

Sevginin bir küfre dönüşmesini beklemeyi, işte tam da şimdi kendimden nefret ediyorum çünkü senden nefret edemiyorum bakışlarını zaman zaman, ister miydi?

İstese de istemese de yaşanacak olumsuzlukları sevmeyi zorunlu kılan o tırnaklı günlerin içinde beyazlayan saçlarını? Çığırtkan bir yalanın aklına, ruhuna, kalbine zulmünü? Seni seviyorumun önemsiz görünümünü? Senden nefret ediyorumun çok önemli görünümünü? İster miydi?


Korkunç hızlı değişim? Şaşılası tutum? Büyü bittiğinde hiçbir şey yaşanmamış kadar yabancı kaçış? Karşıda öfkeli bir yüz varken şu an ne oluyor anlamıyorum çaresizliği? İster miydi bunları.


Düşündü.


Niyeyse sarı ovaları geçti düşünürken, ışıklı caddeleri, kumsalları geçti. Üç katlı evleri geçti, asansörleri, köpekleri, kedileri ve kiraları, faturaları geçti. On beş adımlık harekette olup bitmişti bu geçişler.


Şarkı hala çalıyordu. Her tekrarın sonunda bir yüz yayılıyordu odaya, az önce unuttuklarından büyük.

Yerleşiyordu içeri, siniyordu ve gitmiyordu. Konumuna uymuyordu ve yine de gitmiyordu.

Kalıyordu ve çirkinleşmeyi göze alıyordu kalarak.


Hareketleri ağır, dağınık. Kitaplığa adımladı. Adımlarken sağa sola salındı. Parmaklarındaki dumana baktı. Mutsuzdu, yalnızdı ve işte, dans ediyordu. Yalnızlığının afili üniformasıydı bu.

Bununla gurur duymuyordu.


Kitaplara baktı, baktı. Birinde durdu.


Gri yağmura benzer bir hatırlayış, beyaz sırtlı kalın kitaptan başlamıştı ve aklına çöküyordu.

Bu an, bu algılayış, yüzlerce ani değişim arasından, günün en hızlı değişimini duyumsatıyordu.


Telefona baktı. Takvime baktı. Bugün, evet bugün, onun, doğum günüydü.


Öyle miydi?

27 sene önce bugün, bugün mü, başlamıştı hikayesi?


Yarım yamalaklaşan dansını sürdürmeye çalıştı. Denedi. Olur gibiydi.


İstese de kutlayamayacağı bir doğum gününü hatırlamıştı az önce ve bunun olumlanacak herhangi bir yanı var mıydı?

Elinden aramak gelmez, sürpriz yapmak gelmez. Çıkıp kapısına gitmek hiç gelmez. Çünkü adresini bilmez artık. Kaçta uyur, kaçta uyanır, neyi ister, neyden nefret eder. En yakın arkadaşı kimdir, en sevmediği insan kimdir?

Sahi, en sevmediği insan kimdir?

Yok, yok. O kadar da değildir.

Değil midir?


Düşünceler içinden bir karar seçti, dansı bitirdi, salondan laptopu getirdi, kucakladı. Halıya çöktü. Ona bir doğum günü mesajı yazacaktı. Üstüne düşünmedi. Eylemi başlattı.


"Selam veya merhaba demek istiyorum esasında fakat şu an hangisi daha uygun olur bilmediğimden, konuya bu bilemeyişle girmek istedim. Net olacak kadar cesur hissetmiyorum. Kesin şeyleri aklımda tutamayacak kadar yorgunum. Bunun zekice görünmediğini biliyorum ve yine de hiçbir şeye karar vermek istemiyorum. Yaşamaktan ziyade yaşamı anlama çabasındayım bu ara. Beni hatırladığını umuyorum. Hatırlıyorsan şayet hala hatırladığın gibiyim. Öncelikle bunu ispatlamak istedim.


Harika değişimlere uğradığımı belirtip seni şaşırtmak ister miydim? Bunu hiç düşünmedim. Benim yaptığım veya yapacağım herhangi bir şeye şaşırmak ister miydin? Bunu bir kez düşünmüştüm. Cevap hiç iç açıcı değildi."


Sildi.


"Karşı çatıda bir kuş yavrusu, tahminim üzere bir martı yavrusu çınlatıp duruyor dünyaya gelişini. Özellikle geceleri, başlıyor. Gündüzleri sessiz. Karanlığa alışamadığını tahmin ediyorum. Bugün birkaç martı feci kaos estirdi çatılarda. Çığlık ki ne çığlık. Pencerelere baktım, balkonlara baktım. Seslerde hiç göz yoktu benimkilerden başka. Bir zaman olurdu dedim. Aklıma geldin. Keşifle doluyum ve kimseye sızdıramıyorum hiçbir şeyimi. Eskiden ırmağa benzer, birine doğru koşardı sevincim. Şimdi ne zaman sevinsem ellerime bakıyorum. Bunun anlamını biliyorum. Eskiden bilmezdim."


Sildi.


"Senden sonra bir sürü çok güzel şarkı keşfettim. Bir sürü çok güzel film. Bir sürü çok güzel orman, deniz, çiçek... Birçok yanılgı birçok yalnızlık birçok sevinç. Ve şüpheler, korkular, kaçışlar, susuşlar. Hepsini biriktirdim. Üstüme bir kat daha deri gibi, giyindim.

.....

....

....

....

...

Artık kendimi ilişkiler konusunda daha bilge ve daha verimli hissediyorum. Bazen, keşke gelip bu halimle tanışsan diyorum. Beni ilk kez, baştan, hiç olmamış gibi, hiçbir şey yaşanmamış gibi yeniden tanısan, diyorum ve bunu istiyorum.

...

...

...

Az önce, o birlikte bakıp çiçek mi yoksa yüz mü görüyoruz şu an şakaları yaptığımız halının üstünde otururken senden sonra keşfettiğim şarkılardan biri çaldı: Işık Yılları.

Şarkıyı döngüye aldım. Sonra, az önce bir kitaptan hatırladım seni."


Sildi.


"Doğum günün kutlu olsun. Seni bana ulaştıran bütün mücadeleler için aklına teşekkür ederim. Hikayene teşekkür ederim. Hikayemize teşekkür ederim."


Sildi.


Bir şeyler daha yazdı. Silmedi. Ama göndermedi de.


Laptopu yatağa bıraktı.

Gözlerini köşelerde, pürüzlerde, şekillerde, biçimlerde gezdirdi. Her şey ıslandı.

Son yazdıklarına baktı. Duygusal manipülasyon mu bu şimdi, dedi. Cips paketiyle bakışıyordu bunu söylerken. Kakao kıvamından memnuniyet duymadığı bisküviye uzandı. Kola şişesinin kapağını açtı. Dudaklarını, dilini, gırtlağını ıslattı. Telefonu dizlerine koydu. Karşısında bir fotoğraf vardı, içinde iki kişi. İki çok mutlu kişi. Biri kendisiydi. Ve yüzüne bakıyordu. Diğeri kimdi? O da yüzüne bakıyordu.


Ona bakmaya korkuyordu. Korkuyor muydu?

Çünkü onu tanımıyordu. Gerçekten, tanımıyor muydu?


Balkona çıktı. Yıldızları aradı. Yavru kuşun sesini aradı. Bir kumru çiftiyle tanışmasına vesile olan içi su dolu kesik şişeyi aradı. Hepsini buldu. Bir esinti, anice geldi, saçlarıyla tanıştı. Gözlerini kapattı. Islak olan her şey bu uzun esintiyle kurudu.

Gözlerini dolunaya çevirdi sonra. Ve dolunayın kendisine baktığını zanneder gibi oldu.


İçeri döndü. Mesajı sildi. Silerken fark etti, yeni mesajlar gelmişti yeni yüzlerden.

Yeni hikaye ihtimallerinden yeni iletiler.


Burada kaldı. Düşüncelerini niye'den belki'ye çevirdi.

Yine algısı hızlı, değişim gerçekleşiyordu.

Belki de. Kim bilir...


Belki de gerekli olanı yaşıyordu şimdi. Belki de gerçekten uzun mutluluk için biraz ölüm lazımdı. Biraz ölüm. Belki de bu biraz ölümün son evresindeydi. Belki de yarın yepyeni bir hikayenin yepyeni bir ilk günüydü. Ve yeni günler eski bakışlarla karşılanmamalıydı?


Peki. O zaman. Düşündü.


Bunca ezberi nereye gömüp kime kurgusuz yakınlaşmalıydı? Kime dürüst olmalıydı? Örneğin, o bahçeli, o müzikli, o yaşıyorum dedirten kafede, o ahşap sandalyelerin üstünde, unutmaya değer hiçbir şey olmadan kiminle oturmalı ve acı limonatalar üstüne konuşmalıydı?

Kimin için uzun yola küçük çantalar hazırlamalıydı?

O hep dalgalı kıyının taşlarında durup, ellerini iki yana açıp, denize doğru ve bağırarak: "benim bundanım var" haliyle denize kimi göstermeliydi?

Kime demeliydi, elbette, dansıma eşlik edebilirsin. Elbette, şarkıma eşlik edebilirsin. Elbette, sırlarıma eşlik edebilirsin. Elbette, hikayemi bilmeni isterim. Ve elbette hikayeni bilmeyi isterim.


Kime?

Ve daha da önemlisi nasıl?


Yatağa uzandı. Sorguları da onunla, uzandı. Farkındaydı.

Yastıkları aldı, sırtını dikleştirdi.

Bir daha hatırlamamak üzere, şarkıyı değiştirdi.

Sonra, değiştirdiğini de değiştirdi. Olsa da olur olmasa da olur birinde kaldı.

Yedi şarkının içinden gözleri kapalı geçti.


His uyandıran değil, his uyutanı aradı.


Belki de o, bir sonraki şarkıydı.


Şarkı bitti.


Belki de bir sonraki şarkıydı.


Şarkı bitti.


Kesin bir sonraki şarkıydı.


Şarkı bitti.


Değildi.


Gözlerini rastgele bir düşünceye açtı.


Bu gece de bu halle sindi ve sindirdi yaşamı

küçücük şeyler içine.

Ve bu gece de her nasılsa yarına uyanacak bir sebep buldu.


Bu gece bulduğu sebep, dün ve ondan önceki gece de olduğu gibi, ölmekten çok korktuğuydu.