Önümdeki adamın hafif ıslak dudaklarından atlar gibi özgürlüğe koşan kelimeleri izliyordum. Elleriyle saçlarına okunuyor, yüzünün her köşesine dokunup duruyor ve böyle olunca yüzü kana bulanmış bir bıçak gibi göğsüme batabiliyordu. Alnında yeni tomurcuklanmış teri, bunun kanıtıydı. Bir şeylerin düzelmeyeceğinden, olmadığından, başaramadığımızdan söz ediyordu. Karşımda öylece oturan bu adam kimdi? Yıllar öncesinden kaybedip bulup çıkardığım bir oyuncak mıydı? Öyleyse niye tanımakta zorlanıyordum. Zamanla gözlerimi silinmişti, kolumu kopmuştu ya da rengimi solmuştu bilmiyordum. Çocukluğumda, şu anki bende yerin dibinde dolaşan bir sürüngendik. Duyduklarım ve içimdekiler savaşıyor bense ortada direk gibi kalıyordum.

Bu sevmeye doyamadığım çehre şimdi çok yakından bir hicran olup uzaklara gitmeye meylediyordu. Onu o kadar çok seviyordum ki… Bazen sözleri bir kenara koyup onun yüzünü kucağımda uyutmak ve doyasıya bakmak istiyordum. Yeşil çimlerin sonunda biriken suların üstündeki kelebekler gibi bir o yana, bir bu yana gidişini izleyip duruyordum.

Oysa hızlıca “Hoşça kal.” deyip kalkıp uzaklaşıyordu. O hızlı sayılan anlar neden belliğimize çakılan çivi gibi sallanıp duruyor ama düşmüyordu. Niye içimizde böylesine yavaşlayıp, doyasıya inceleyebilirsin bu anı deyip bizi zorda bırakıyordu. Neden böyleydi biliyordum. Bildiğim tek şey gönlümün ateşler içinde yanıyor olduğuydu. Ayrılığı kabullenmek niye bu kadar zordu. Bir araya gelmek, vakit ayırmak gibi ayrılmak, yolları ayırmakta normal değil miydi? Öyleyse bile ben neden bunu idrak ediyor ama yüreğime söz geçiremiyordum. Arkasından bağırıp, “Ne olur beni bırakma. Sensiz anlamım eskir, görüntüm bulanıklaşır, elim kana bulanır, ruhumu bedenimden söküp atarım.” diye hıçkırıklara boğularak ağlamak istiyordum. O ise çoktan kararını vermişti peşinden koşup ağlasam, zırlasam bile bir şey değişmeyecek hatta ayakkabısına takılan bir taş gibi yuvarlanıp iyice ondan uzaklaşacaktım. Ahşap masanın üzerindeki ellerimi, parmak uçlarımı, gözlerimi onun beni bıraktığı yerden toplayıp kalkınca, utanmıştım. Terkedilmek beni utandırmıştı. Kalabalıkları hafiften süzen gözlerim doldukça doluyor öfkesinden sandalyeleri, insanları hatta bu lanet olası yeri su içinde bırakıyordu. Çantamı kavrayıp ödeme yapacağım sırada gözlerim içinde tuttuğu tuzlu suyu yanaklarıma indiriyor bir çocuk gibi mahzunlaşıyordum, sesim içime kaçıyordu. Beni konuşturmadan, "Borcunuz yok hanımefendi, yanınızdaki kişi ödedi.” deyip. Elindeki peçeteyi uzatıp “Alın, lütfen.” demişti. Peçeteyi elinden sinirle çekip ufak bir iyiliğe bile tahammülüm olmadığını bu kısa boylu, gözleri içine kaçmış kadına ispatlamıştım. O ise pes etmeden üzerime gelmiş, omzumu sıvazlamış, beni lavaboya götürmüş, elimi yüzümü yıkamıştı.

Bense güçsüz olmayı kabul edip ağlamaya başlamıştım. “Çok zor." demiştim. Sadece çok zor. O da tüm deneyimlerinin süzgecinden kalan birkaç çakıl taşını göstererek. “Her şeye, en zor ayrılıklara bile alışılır güzelim. Hatta karşı koyduğun ayrılıkların, zaman içinde seni ne çok iyileştirdiğini ne çok şey öğrettiğini anlarsın. O insanlar, yüreğinin bir köşesinde fotoğraf albümünü çok nadir araladığın, yüzlerini gördüğünde tebessümle diğer sayfaya geçtiğin anlardan oluşur. Bu anlarsa günlerden, aylardan ve yıllardan yükünü alıp ağırlaşmış anılardır. Sen ağırlığı bırak, yükünü azalt. Evet zor ama geçecek.” demişti. 

Bir tuvalette dinlediğim en güzel kelimeler buydu belki de. İş arkadaşı onu, "Defne hadi gel." diye çağırdığında hızla ilerlerken, "Hoşça kal. Bu arada ben Defne." demişti.

"Bende Fatma." deyip tebessüm ettim.

O an işte, o an. Aynaya son kez baktığımda değişimin çok kısa anlara bağlı iplerle birbirine örüldüğünü fark ettim. İçimdeki ateş birden çekili vermişti yüzümden.