İnsanın göremediği şeyler yok olmazdı ki! Hem düşmanı gözetleyemedikten sonra gizlemenin ne anlamı vardı?
(sayfa 14)

Kız alışmıştı. Dünya üzerinde, öleceğini bildiği halde hayatta kalan bütün insanlar gibi...
(sayfa 41)

On dört yaş... Tek ayakları daima kırık olduğu için sallanmaktan kurtulamayan kürsülere sahip psikiyatri anabilim dalının, adını ergenlik koyduğu bir insanlık dönemi. Sonra da o kürsülerin ardından, düzensiz aralıklı öfke krizleri, çiğ tepkiler, aşırı davranışlar olarak belirtileri sıralanan bir insanlık hali. Kendisini ve çevresini tanımaya başlama, topluma uyumda zorluk çekme benzeri başlıklarla dolu kitapların sözünü ettiği ergenlik.
(sayfa 119)

İnsan doğar. On-on beş yıl sonra dünyanın nasıl bir tezgah olduğunu ve doğumla ölüm arasına nasıl hapsedildiğini fark eder. Bu aslında bir histir, bilgi değil.
(sayfa 120)

Kalabalığın kayıtsızlığı karşısında yavaş yavaş sesi kesilen yaygaracı, gerçeği kabullenir ve çevresindeki boşluğu insanlarla doldurur. Buna, büyüme denir. Yetişkin olma. Tam olarak, yetişkin uysallığı. Yapay bir haldir. Tasarlanmıştır. İşlevselliği üzerinde hesaplar yapılıp öyle biçimlendirilmiştir. Yetişkin uysallığının temeli, toplumun varlığını sürdürebilmesi için toplumdaki her bireyin bir boka yaraması gerektiği inancında yatar. Ve en önemlisi, yetişkin uysallığı, tamamen ölçüsüz bir dünyada, milimetrik biçimde ölçülüdür.
(sayfa 120)

Sonuç olarak, insanlığın ergenlik hali, bütün aptallığına rağmen, hayatı boyunca, özgür bir yaratığa en çok benzediği dönemdir...
(sayfa 121)

Ve herkes görünene aldanmaya hazırdı. Çünkü görünene aldanmak, hayatı dayanılır kılmanın ilk şartıydı...
(sayfa 172)

Bu hayatta kimseye hiçbir şeyi tam olarak anlatamayacağını anlamıştı. Biri için ölüm kalım meselesi olan, diğerinin gözünde toz kadardı.
(sayfa 202)

O günden sonra Derda, hücre hücre öldü ve gün gün yaşlandı. Çünkü derdi korku değil, korkuyu beklemekti. Ve korkuyu beklemek, korkudan beterdi. Biz zamanlar, birinin yazdığı gibi...
(sayfa 221)

On üç yaşından beri konuşuyordu o taşla. Tam olarak kiminle konuştuğunu bilmeden. Tanrı'yla mı, babasıyla mı, annesiyle mi, yoksa kendisiyle mi? Belki de sadece bir taş olduğu için konuşuyordu. Mermer bir taş. Ve belki de Derda yapayalnız olduğu için bir mezar taşıyla konuşuyordu. Üç yıldır. Her sabah...
(sayfa 236)

Ama ne önemi vardı artık? Herkesin öyle bir hikayesi yok muydu? Başlayıp da bitiremediği. Çünkü kimsenin dinlemediği... İçine atmak, diye bir şey varken, anlatmaya gerek vardı? İçine atıp sifonu çekmek varken.
(sayfa 284)

Nereden bilebilirdi insanoğlu? Varlığının sonuçlarını.
Hepsinin de yanıtı aynıydı: Hiçbir yerden...
Belki de bu sayede hayat devam ediyordu. Kimse, neye neden olduğunu önceden bilemediği için... Çünkü her davranışının zaman içindeki bütün sonuçlarına önceden tanıklık eden kişinin ilk tepkisi, büyük ihtimalle, durmak olurdu. Durmak ve durdurmak. Dehşet içinde. Hareket etme korkusundan kalbi durana kadar. Çünkü her hareketin nihai sonucu acıydı ve belki de, insanoğlu bunu bilse, hiç doğmazdı. Belki de daha kötüsü, bütün bunları bilse de doğmaya devam ederdi. Ne de olsa, insandı ve doğası gereği arsızdı. Doğmak için her şeyi yapardı. Gerekirse karnından çıktığı annesinin leşini doğumhanede bırakır, hatta dünyaya ikizine yapışık bile gelir, ama yine de doğardı...
(sayfa 304)

Sen de fark ettin mi? Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler.
(sayfa 348)