O gün, mahalledeki tüm evlerde bir hüzün havası hakimdi. Tek bir ev hariç. Mevzubahis olan bu ev de bir üzüntü duymakla beraber, bir heyecan da beslemekteydi. Evin tüm kısımları ve parçaları, ayrı birer heyecan ve korku duymaktaydılar.


Çünkü evin sahibi olan Aziz Usta vefat etmişti ve ev ile evin eşyaları sahipsiz kalmıştı ama sahiplerinin vasiyeti üzerine de ev, o vakit yoğun bir kalabalıkla karşı karşıyaydı. O ev için satın alınmış ve hayatlarını tümüyle o evde geçirmiş eşyaların hepsi, aynı anda bu kadar insanı birden görmenin heyecanını yaşarken bu heyecan güneşinin gölgesinde de sahiplerinin yasını tutmaktaydı gizli gizli.


Aziz Usta, mahallenin sevilen insanlarındandı. Tıpkı hayatı boyunca uğraştığı materyal olan ahşap gibi o da upuzun bir hayat yaşamış, köklerini yaşadığı mahallenin tüm yanlarına yaymıştı. Eceliyle yalnız başına hayata gözlerini yuman usta; yıllar boyunca toprağın ona sunduğu ahşabı kendi sanatıyla biçimlendirdikten, kullandıktan sonra şimdi de kendi bedenini toprağa sunmuştu ve toprak, onun bedenini kullanacaktı.


Ustanın son vasiyeti, yaşamı süresince uğraştığı ama tamamlayamadığı, yarım kalmış olan çalışmalarla dolup taşan evdeki eşyalarının mahalledeki isteyen kişilere dağıtılmasıydı. İşte o gün de mahallenin sakinlerinden biri olan Filiz ve diğer sakinler, gerçekleşen cenazenin ertesinde ustanın evine gelmişti. Eve karşı bir müze muamelesi yapan insanlar, gördükleri eserlerin yarım kalmış olan eserler olduğunu biliyor olmalarına rağmen hepsini birçok tamamlanmış esere gösterilmeyen bir hürmet ile izliyor, inceliyor ve tartışıyordu.


Aziz Usta bir ahşap sanatçısıydı. Filiz’in deyimiyle ahşap bükücüydü. Kendisinden başka bu sanatı (Aziz Usta hep zanaat demişti ama Filiz için sanattı) icra eden kimse kalmadığı için Filiz çoğu zaman izlediği o meşhur elementli çizgi filme gönderme yaparak ‘son ahşap bükücü’ derdi usta için.

Mahallede ustanın yeteneklerine özenen çocuklar çıkmıştı ama anneleri, çocuklarının o meslekten para kazanamayacağını düşündüğü için ustanın yanına çırak gitmelerine izin vermemişti.


Ev için çok büyük denemezdi, mahallenin yeni yapılan evlerine kıyasla. Yalnız bir adamın yaşamasına yeten büyüklükte ama saklanılan onca eserin sığmadığı bir evdi. Ev, o denli doluydu ki ahşap eserlerle, bir sandığın içinde geziyormuş gibi hissediyordu Filiz. Kocaman bir sandığın içinde, kendisi de ahşaptan bir bebekti sanki tüm bu eserlerin arasında.


Ki evin bir kenarına, az sonra kilere atılacakmış gibi fırlatılmış halılar gibi bırakılmış olan boy aynasına karşı durduğunda ve aynaya rast eseri göz attığında fark ettiği üzere, o vakit görünüş olarak da benziyordu ahşaptan bir figüre. Sarı-beyaz-hafif esmer üçgeninin orta sularında yelken alan ten rengi, düz beyaz elbisesi ve yeni boyattığı siyah saçları ve kırmızı rujuyla, ahşap bir figür gibi göründüğünü inkâr edemezdi.


Eserlerin çoğu ahşap levhaların oyulmasıyla oluşturulmuş eserlerdi. Kimi ahşaba ağaç ve kökleri oyulmuşken; kimisinde bir köpek, kimisinde bir güneş, kimisinde de kuşlar vardı. Kendini belirli temalara ya da biçimlere sabitlememiş olan Aziz Usta, yalnızca ahşap oymakla da kalmamıştı.


Filiz, onu görür görmez durdu. Salonun solundan sağına doğru yaptığı yavaş hızdaki gezisini durdurmuş oldu. Tüm dikkati ile görüşüne girmiş olan ve girdiği gibi de gerçekleştirdiği yürüme eylemini olduğu gibi kesen o şeye baktı.


Bir kuklaydı. Beyaz saçlı, kırmızı elbiseli ve tek gözlü bir kuklaydı. İpleri vardı ama bağlanmamıştı. Özgür bir kukla olarak orada yatıyordu. Yaratıldığından beridir o salonun içinde olduğundan olsa gerek, diye düşündü Filiz; bulunduğu yerden gitme fırsatı olduğunda da olduğu yerde kalmış olmalıydı.


Ki kuklaların cansız olduğunu biliyordu. Sadece, böyle düşünmek ona keyif veriyordu.


“Aaa!” dedi yanına gelen kadın. “Bir kukla! Aziz Beyʼin kukla yaptığını hiç duymamıştım.”


Filiz’in öteki yanına gelen bir diğer kadın cevap verdi. “Aman kız. Yapamamış ki zaten, gözlere baksana. Bir tanesi yok!”


“Vücudunu bir şekle bürümüş ama,” diye iki kadının arasında kalmış olan Filiz, konuşarak da iki kadının arasına girmiş oldu.


“Diğer yaptıklarını görmesem, becerememiş derdim,” dedi lafı ilk açan kadın. “Şekli şemali de bir garip. Kendisi de yapamadığını düşünüp yarıda bırakmış olmalı,” diye de ekledi.


Bu laftan hareket alan Filiz, ileriye atıldı ve kuklayı bir bebeği tutar gibi kavrayarak kucağına aldı. Karşılarında gerçekleşen manzarayı gören iki orta yaşı geçmiş kadından bir diğeri; lafa ikinci katılmış olanı, “Kızım, çok daha güzel şeyler var niye kafayı taktın ki ona şimdi,” dedi içinden ‘vahvahladığı’ çok belli olan bir şekilde. Ardından da cenazeden kalma kıymalı pidesinden bir lokma daha aldı. Aldığı lokmayla beraber kadının şişkin dudaklarından içeriye giremeyen pidenin yağı, bundan önce yenmiş olan pidelerin saklandığı gıdığa doğru yavaşça aksa da kadın bir şey yapmadı.


Filiz, elinde kuklayla iki kadının arasından geçti ve salonun ortasındaki kısa beyaz saçlı ve siyah elbiseli yaşlı kadının yanına vardı. Ustanın alt komşusu olan kadın, tüm bu ‘gezi’nin ve ‘vasiyet’in gerçekleştirilmesini organize eden, ustaya en yakın kabul edilen kadındı. Filiz’in elindeki kuklayı gören kadın, iki elini birbirine kenetledi, kafasını hafifçe yana yatırıp gülümsedi. “Çok güzel bir seçim yapmışsın kızım.”


Biri tarafından onaylanmış olmak Filiz’i memnun etti.


“Rahmetlinin en özendiği işlerinden biri buydu. Tamamlamak nasip olmamış demek. Daha önce bana kukla yapmadığını söylemişti. Yapmak için de sahaflar gezmiş, kitap araştırmış. Tamamlayamamış ama ilk deneme için bence hiç fena değil.”


“Bence de,” dedi Filiz gözünün kenarıyla kuklayı tekrar incelerken. Ahşabın yüzeyi, bir çocuğun cildi kadar pürüzsüzdü.


“Saçlarını kendi saçlarına benzetmiş,” dedi kadın. Filiz ise bu konu hakkında bir yorumda bulunamadı. Kadın, “Acaba ikinci gözü neden ekleyememiş rahmetli,” diye kendine konuştu.


Yapı olarak gerçekçi bir çalışmada bulunmuştu usta. Gerçekten de bir bebeğe benziyordu kukla. Ağız kısmının oynamayacak şekilde yapılmış olması Filiz’in dikkatini çekti. Bir yandan da, bebek biçimindeki bir kuklaya neden kendisinin yaşlanmış saçını yakıştırdığını merak etti. Bu dikkat ve de merakın ışığında, eksik göz detayına uğrayamadı bile.


Kapıdan girmekte olan insanların ortamdaki havasızlığa karşı verdikleri tepkileri duyan Filiz, ortamın gitgide kalabalıklaştığını düşünüp “Ben daha durup kalabalık etmeyeyim,” dedi ve kadınla vedalaşıp elinde kukla ile ayrıldı evden. Merdivenden çıkan insanların arasından geçerek indi. Sarmal merdivenlerde arka arkaya durarak sıra oluşturmuş kalabalık, ağacın tepesine doğru yol alan karınca sürüsü gibi dursa da bir karınca sürüsü kadar ne sabırlı ne de düzenliydiler. Aradan geçip daha hızlı yol katetmeye çalışanlar, kendi kendilerine homurdananlar ve benzerleri olarak insanlar basamakları adım adım çıkıyordu.


Basamakları aşınmış ve çatlamış merdivenlerden inerken, basamaklara tezat olarak cilalanmış ahşap tırabzana tutunarak indi Filiz. Kendini apartmandan kurtarır kurtarmaz da doğru evine doğru yönlendirdi.

Apartman kapısı açmak, merdiven çıkmak ve daire kapısını açıp ayakkabı çıkarmak gibi ritüelleri tamamladıktan sonra kuklayı, salondaki amacına uygun kullanılmayan yemek masasının üzerine bıraktı ve kendini koltuğa attı. Yüz üstü yattığı halde dudağının kenarındaki ufacık boşluktan alabildiği nefes, yüzüstü yatmaya devam etmesini sağladı. Koltuktan dışarıya doğru uzanan sol ayağı, saat yönünü takip etti. Saat gibi tik taklamasa da küt küt etti döndüğü sıra boyunca.


Filiz’i yoran şey, cenaze olmamıştı; cenazeye katılan insanlar olmuştu. Vasiyeti duyan ve sırf bedavaya bir şeyler alabilmek uğruna gelen o kadar insan vardı ki ve bu insanlar bu davranışlarını o kadar gizlemeden dolaşıyordu ki ortalıkta, Filiz kendi bildiklerinden şüphe ediyordu. Aziz Usta’nın yalnızlığıyla dalga geçen ve hayatı boyunca hiçbir kadına sevgililik bağı ile bağlanmamış olması hakkında kirli imalar yapan insanlar vardı orada, ‘rahmetliyi iyi bilirdik’ ezberiyle gezen. Filiz de mahallenin geri kalanı da biliyordu onların kim olduğunu.


Kukla da yemek masasının üzerinden evin manzarasını izliyor, tam olarak Filiz’in olduğu yere bakıyordu. Kafasını, gömdüğü koltuktan kaldırıp da masaya bakan Filiz kukla ile göz göze geldi. Kuklanın tek gözü olduğu için bir çift göz tek bir tek göz ile göz göze geldi. O an, rahmetlinin evinin içerisindeyken fark etmediği, koltuğa yatmış ve vücudundaki yorgunluğu sırtından dışarıya buharlaştırarak attığı sırada fark ettiği bir şey vardı kuklada. Sahip olduğu tek gözü, olağan oyuncak bebeklerin gözlerinden de farklıydı. Filiz, bakışlarını derinleştirerek kuklanın sahip olduğu tek göze odaklandı. Göz bebeği tek bir nokta olmasına rağmen üç noktanın belirsizliğini taşıyordu. O belirsizliğe her anlamı sığdırabilirmiş gibi hissetti kadın. Ancak kedisi ondan önce davrandı ve salonun kapı eşiğinden miyavladı, selam verircesine.


Filiz’in geri selamını beklemeden hücum eden kedi, Filiz’in sırtına çıktı. Kadının sırtını bir denge tahtası olarak kullanan kedi, kendi etrafında döndükten sonra bir daha miyavladı ve kadının sırtından inip koltuğa kuruldu. Kedinin gelmesiyle doğrulan ve iki ayağını da yere sarkıtan Filiz, kediyi tuttuğu gibi kucağına aldı.


“Kimler varmış burada,” diyerek sesini ‘şirinleştirerek’ konuştu kediyle ve tüylerini okşadı.


Kedi cevap verircesine miyavladı.


Filiz, “Oy oy kimler varmış burada,” dedi aynı ‘şirin’ ses ile.


Kedi cevap verircesine miyavladı yine.


Filiz, “Sen varmışsın, oy, sen varmışsın,” dedi okşamaya da devam ederek.


Kedi bir daha miyavladığında Filiz, sesini değiştirmeyi bir kenara bırakıp kedinin gözlerine baktı. Hayvanın ince bıyık üstünde cambazlık yapan iki gözü tek bir noktaya sabitlenmişti. Filiz de baktı kedinin baktığı yere, masanın üstündeki kuklayı gördü. “Demek kukla ilgini çekti,” dedi kediyi sevmeye devam ederek. “Onu oyuncak olsun diye almadım ama, onunla öyle oynayamazsın tamam mı? O süs eşyası, oyuncak değil.”


Alındığından beridir sadece, eve elde taşınarak getirilen eşyaların ilk konuşlandığı alan olma görevi taşıyan çok kişilikli yemek masasının kenarındaki kuklanın yanına gitti kedi, Filiz’in kucağını bırakarak.

“Peki, git onunla ilgilen bakalım. Ben duşa giriyorum.”


İnsanların çiçeklerle konuştuğu bir dünyada Filiz, kedisiyle konuşuyor olmasını yadırgamıyordu. Hem kediyle konuşmaya ihtiyaç duyuyor hem de ne kadar doğru ya da bencilce olduğunu bilmese de, kedisinin de onu dinlemeye ihtiyaç duyduğunu düşünüyordu. Filiz’e göre sessizlik yalnızca insanları değil, tüm canlıları delirtecek kuvvette bir güçtü. O yüzden de rüzgarların, bitkilere ve ağaçlara doğru eserken çıkardıkları seslerle şarkı söylediği düşüncesini hayal etmişti her zaman.


Kendi evine çıkmanın en güzel getirilerinden biri, duştayken istediği müzikleri dinleyebiliyor olması olmuştu ilk zamanlarda. Ancak son zamanlarda ne olduysa, duşa girmeden önce dinlemek istediği müzikler ile duş sırasında dinlemek istediği müzikler değiştiği için memnun kalamıyor, duşunun ortasında değiştirmek istiyor ama ıslak ellerle dizüstü bilgisayara dokunmak istemiyor, kurulanmaya da üşeniyordu. Tüm bu zincirin sonucu, müziksiz duşa girmek oluyordu. Ana vokalistliği bilgisayardan geri alan duş başlığı ise şarkılarda yalnız kaldığı için hüzünle akıtıyordu suyunu. Çünkü Filiz, onu kimsenin dinlemeyeceğini bilse bile duşta şarkı söylemiyordu.


Duş sürecini, hiçbir noktasında kendisini karaoke salonunda hayal etmeden bitiren Filiz, dairesine girerken gerçekleştirdiği rutin davranışlar gibi duş sonrasında da ezber davranışları zincirinin sırasıyla gerçekleştirdi. Zinciri kıran şey ise tüm kurulanma ve giyinme faslı boyunca kedisinden hiçbir ses duyamamasıydı. Tanıdığı birçok insandan daha çok sesini duyduğu kedisinin uyuduğu zamanlar daha önce hiç o kadar süre boyunca sessiz olmamış olması gerçeği, kadının gerilmesine neden oldu. Üstünü giyindiği gibi yatak odasından dışarı fırladı. Hızını kaybetmeden salona vardığında, evin her tarafını hızla sarmış olan sessizliğin nedenini keşfetmiş oldu.


Kedi yoktu. Kukla yoktu.


İşte o gün ve o vakit, Filiz’in hayatı o denli farklı bir yöne gitti ki duşakabinin kapısını açtığında farklı bir boyuta adımını farkına varmadan atmış olması hiç de imkânsız gelmedi kadının gözüne. Evin her bir köşesine eşit muamele göstererek, her bir santimetre karesine özenle ama hızla baktı. Kedinin evde olmadığını fark edince dışarı fırladı.


İki canlının beraber yaşaması iki canlının da yeni şeyler öğrenmesine neden olmuştu. Kedi, evde kalabilmesinin ilk şartı olan tuvalet eğitimini öğrenirken; Filiz, gereken durumda merdivenleri hızla inerek katetmenin yolunu öğrenmişti.


Kediyi mahallenin her yerinde aradı. Ancak hiçbir iz bırakmadan kaybolmuştu kedi. Ne kimse görmüştü ne de gördüğünü sanmıştı. Görmüş olmayı dilediklerinden görmüş olmayı hayal edip de gördüğünü sanan da kimse olmamıştı. Yer yarılıp da içine girse bu denli başarılı kaybolamazdı. Üstelik kuklanın da olmaması, olayı daha ilginç kılıyordu. Kedinin kuklayı yanında götürmüş olması, mümkün olan tek açıklama gibi görünüyordu; mümkün olmaya en yakın açıklama gibi, diye düzeltti kendini Filiz.


O gün kedisini kaybetmiş olmasıyla beraber hayata baktığı iki pencereden birini kaybetmiş, adeta tek gözüyle kaldığını düşünmüştü. Onu yönlendiren iplerini kaybetmiş, Aziz Usta’nın evinde kalmış o kukla gibi evindeki koltukta kalarak gününü geçirmişti. İnsanlar ona karşı üzüntülerini dile getirmiş, evinden ayrılır ayrılmaz da olayı ne denli abartıp büyüttüğünün dedikodusunu yapmış; sırf ilgi çekmek için kedi ile kuklayı aynı anda saklayarak gizemli bir olay yaratmış olduğuyla alakalı yalanları, kendilerinin pis kalplerinden damıtılmış büyüler yardımıyla gerçekmiş gibi göstererek sunmuşlardı birbirlerine.


Sonu gelmeyecek bir yola girdiğini düşünen Filiz’in evindeki sessizliği bozan ilk gürültü, akşam vakti çalan telefonu oldu. Aziz Usta’nın alt komşusu olan kadın tarafından arandığını duyan Filiz, hiçbir şey beklemeden açtı telefonu. Duydukları ile de hiç beklemeden çıktı kapıdan. Günün içerisinde ikinci defa aynı hızla indi merdivenleri. Apartman kapısından çıkınca da korudu hızını. Doğruca sokağın sonuna doğru gitti.


Hedefine yaklaştığında, beyaz kısa saçlı kadın tarafından karşılandı.

“Ah kızım,” dedi kadın ve Filiz’e sarıldı. İki kadının kısa sarılmasından sonra yaşlı kadın, “Çöp atmaya çıkmıştım. Elimdeki poşeti tam atmıştım, dönüyordum ki garip bir koku duydum. Her zamanki çöp kokusundan farklıydı. Kokuyu garipseyince geçen kağıtçı çocuktan rica ettim, kokuyu yapan torbayı çöpten çıkardı. Bir de ne göreyim…” dedi. Cümlesinin devamını getirmese de iması dahi Filiz’in üzerinden tren gibi geçti.


Filiz o anda bir karar verdi. Ya kadının sözlerini zihnine işleyecekti ya da gözleriyle de görüp, olayın görselini zihnine mühürleyecekti. Bir daha onu öncesindeki haliyle hatırlayamayacağından korksa da son defa görmemiş olmanın pişmanlığı sırtı için ağır göründü o an. Eğildi ve siyah çöp torbasına yaklaştı. İki elinin iki parmağının en ucuyla torbayı araladı. Katı olabilecek kadar yoğun ve sıkı bir dokuya sahip tiksindirici koku, ufak bir çığ gibi yayıldı.


Nerede ve ne halde görse tanırdı, bu oydu gerçekten.


Ancak, sokak ışığının turunç loşluğundan olsa gerek diye düşündü Filiz, torbanın içerisindeki hayvanda bir şeyi yanlış gördüğünü düşünüyordu. Tam ve net görebilmek için telefonunun ışığını açtı. Açtığı gibi de torbanın içine doğru tuttuğu ışığı.


Kedinin beyaz tüyleri ve de bir gözü, flaş ışıkla parıldadı.